Bana Masal Anlatma!

“Kâf” diye bir ses yankılanıyordu Mekke sokaklarında. “Ve’l-Kur’ani’l-Mecîd”[1]

“Sâd” diye sesleniliyordu bir başka sefer… Ayetler, sureler peşi sıra nazil oluyor, pamuk tıkanan kulaklara dahi vahiy ulaşıyordu. “Ve’d-Duha, Tâ-hâ, Yâ-sin, Hâ-mîm…” Ne demekti tüm bunlar?.. Aynı dili konuşuyorlardı hâlbuki. Kelimeleri, harfleri aynıydı. Aynı şehirde doğmuş, aynı Kâbe’ye yüz sürmüşlerdi.  Ama O’nun söyledikleri bir başkaydı. Dinleyenin önce gözleri doluyor sonra nefesi sıklaşıyor sonra derinden bir “Allah” sesi duyuluyordu.  Dinlemeyin, demişlerdi. Susmayın,[2] gürültü yapın yoksa bu tılsımlı sözler sizi de esir alır… Demişlerdi demesine ama yine de geceleyin evinin yakınına gitmeden edememişlerdi.

Salih (a.s)  yurdunun ‘dokuz kişilik çetesi’[3] gibi insanları rahat bırakmayan nankörler vardı. Kendilerine zulmettikleri yetmediği gibi iman etmeye yeltenenlere de zulmediyorlardı. İnanmasın istiyorlardı. Kimse inanmasın ve kimse kurtulmasın. Batacaklarsa hep birlikte batsınlardı. Kur’an’ın “ey Kâfirler” diye seslendiği bu zihniyet, bazen Ebû Cehil’in bazen Velid b. Mugire’nin bazen Ukbe b. Ebî Muayt’ın bazen Nadr b. Haris’in dilinden konuşuyordu. 

Kimi şair, kimi kâhin, kimi mecnun diyordu O’nun (s.a.s) için. Sıkıntılı bir kararsızlık içindeydiler.[4] Haydi, yürüyün ve ilahlarınız için direnin, diyorlardı.[5] İlahlarının bir sineği bile kovmaktan aciz olduğunun anlaşılacağını düşünmüyorlardı.[6] Allah Elçisi onlara eski kavimlerden örnekler veriyordu. İrem bağlarını duyunca mutlu oluyor, yerle bir olduğunu işitince yüz ekşitiyorlardı. Nuh’la alay edenler kervanına katılıp eğleniyor fakat tufan olunca kaçacak delik arıyorlardı. Yaratılışla ilgili ayetleri onaylıyor ancak “Ad ve Semud kasırgasına benzer bir kasırgayla sizi uyarıyorum.” (Fussilet 41/13) ayetine gelince Rahmet Peygamberi’nin ağzını kapatıyorlardı. [7]

Nadr b. Haris ‘esâtîru’l-evvelîn’ diyordu. Onlara ne zaman bir ayet okunsa bunlar hakikat değil masal, üstelik yeni de değil ‘eskilerin masalları’ diyordu.[8] Öyle ya Kur’an’ın, Kaf dağının ardındaki masalları aratmayacak, onlardan çok daha güzel hikâyeleri vardı. Musa’nın asasıyla denizler yarılıyor, rüzgâr Süleyman’ın emriyle esiyor, Yusuf önce kuyudan sonra zindandan çıkıp Mısır’a sultan oluyordu. Nadr sesleniyordu insanlara: “Ey Kureyş cemaati! Vallahi, ben ondan daha güzel söylerim. Siz benim yanıma geliniz. Ben ondan daha güzelini anlatırım.”[9] O, bugüne bugün İran diyarlarına gitmiş, Acem şahlarının, Rüstem ve İsfendiyar’ın hikâyelerini dinlemiş, insanların baygın bakışlarla nasıl mest olduklarına şahit olmuştu. Çöl gecelerinde, yıldızların altında, çalgıcı kadınlar eşliğinde bu hikâyeleri anlattırabilir ve Muhammed’in sözlerinin tesirini giderebilirdi.[10]

Hem Muhammed’in hikâyeleri her zaman mutlu sonla bitmiyordu.  Âdem’in iki oğlundan iyi olanı öldürülüyor, Nuh’ûn özbeöz oğlu tufanda boğuluyor, Lut’un karısı geride kalanlarla birlikte helâk oluyordu. Gerçekleri bunca ortaya döküp de can sıkmanın ne anlamı vardı? Saat gibi tıkır tıkır işleyen bir düzenin çarkına çomak sokmak kimin işine yarardı?..

Kelâmullah inci taneleri gibi etrafa ışık saçıyordu. O kadar açık ve nettiler ki, O’nun yanında her bir söz demeti sönük kalıyordu. Şairlerin eskisi gibi itibarı kalmamıştı artık. Bir şeyler yapılmalıydı. Bir yol bulunmalı ve Muhammed gözden düşürülüp karalanmalıydı. İddia, yine Mekke’nin zeki ve cin fikirli elebaşlarından Nadr b. Haris’e aitti. [11]

O, alay etmeyi sever ve tartışmalardan kaçınmazdı.  “Ben size anlattığım hikâyeleri nasıl başkalarından yazıp aldımsa O da bunları başkalarından yazıp almıştır.” derdi.[12] Muhammed’in okur-yazar olmadığını da hesaba katarak “Yazdırmış da sabah akşam kendisine okunuyor.”[13] yalanını söylemekten çekinmezdi. Aslında durup bir düşünseler bu kandırmacaya kendileri bile gülerlerdi. 

Hem “ümmî” hem “emin” olan bu Kutlu Elçi’de çamurun iz bırakamayacağını hesap edemediler.  Üstelik “Kendisine öğretiyor.” dedikleri kişilerin dillerinin acemi olduğunu[14] unutup kendilerini gülünç duruma düşürdüler. Çamur üzerlerine sıçradı.

Sonunda güneş balçıkla sıvanamadı. Ne yapıp ettilerse Rahmet Güneşi’nin ziyasını söndüremediler. Yapabilecekleri tek bir şey vardı. Gözlerini kapattılar ve kendilerini karanlıklarda bıraktılar. Gerçek ışık gözlerini kamaştırıyordu. Herkesi kendileri gibi zannettiler ve göz kapama çağrısında bulundular. Hakikate gözlerini kapayanlar, o küçücük alandaki ışık oynaşmalarını izlediler. Göz yuvarlağının içindeki topla oyalandılar, gözyaşını göl sanıp yüzdüler. Kendi zihinlerinden şekiller çizdiler, hayallerini anlattılar birbirilerine. Kendi var ettiklerine isimler taktılar, vicdanlarını rahatlatıp uyuyabilmek için koyun saydılar. Kısacası kendi uydurdukları masala kendileri kandılar.

Nadr ve benzerleri yılmadan yollarına devam ediyorlar. Her türlü oyalama taktiğini üretip üstüne yatırım yapıyorlar. Zor bir oyunları var. Hiç susmamaları gerekiyor. Açılan her bir göz, oyunu bozuyor ve saf dışı ilan ediliyor. Yeni, yepyeni yollar deneniyor.

“İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu alaya almak için eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.” (Lokman 31/6)

Hakikate gözünü/gönlünü açan insan önce susuyor. Sonra vahye kulak veriyor. Dinledikçe sükûn buluyor, sükûn buldukça O’na koşuyor. Okuyor vahyin gereği. Kendini, kâinatı ve kelimeleri… Rabbinden gelen, Rasulü’nün dilinden süzülen, şerefli arkadaşlarının eliyle yazıya geçirilen Kur’an’ı okuyor. Doyasıya.

Gözlerini etrafa çevirip bakıyor sonra. Meğer görmediği/göremediği ne güzellikler varmış!

“Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yerin genişliği kadar olup Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olan cennete koşuşun. İşte bu Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid 57/21)


 


[1]Kâf 50/1.

[2]Fussilet 41/26.

[3]Neml 27/48.

[4]Kâf 50/5.  

[5] Sâd 38/6.

[6]Hacc 22/73.

[7] Âlûsî, XII, 111.

[8] En’am 6/25.”Esâtîr” kelimesi için ayrıca bkz. Elmalılı, III/407.

[9]  İbn İshak, İbn Hişam I/383-384.

[10] Belâzurî EnsabI/139-140.

[11] İbn İshak, İbn. Hişam I/321.

[12] İbn İshak, İbn. Hişam I/384.

[13] Kamer 54/45, Furkan 25/4.

[14] Nahl 16/103.

Yazar: 

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.