Uyandığında, annesi namaz kılıyordu. Kalktı, abdest aldı ve annesinin yanında namaza durdu. Henüz küçücüktü ama namazını hiç kaçırmazdı. Eskiden babası mescide gittiğinde
onu da götürürdü. Artık babası yoktu. Bir gece gelmişler ve babasını alıp götürmüşlerdi. Neden götürdüklerini ve nereye gittiğini söylememişlerdi. Annesi her namazdan sonra ellerini Allaha açar, gözyaşları içinde dua ederdi. O da minicik ellerini kaldırır ve Allah’tan, babasını geri göndermesini isterdi.
Namazdan sonra annesi kahvaltıyı hazırladı. Sofrada birkaç dilim ekmek ve üç beş zeytin vardı. Fırınlar çalışmıyor, dükkânlar açılmıyordu. Ambargo vardı. İlk zamanlar açlığın acısıyla ağlıyor, bağırıp çağırıyordu. Bir gün annesi ona Peygamberimiz ve arkadaşlarının da aç kaldığını, Mekkelilerin onlara üç yıl ambargo uyguladığını ve Müslümanların çocuklarının açlıktan öldüğünü anlattı. Efendimiz ve müminler sabretmişlerdi. O da sabretmeliydi. Artık ağlamıyordu.
Yeryüzünde milyarlarca Müslüman vardı. Onlar neden ona yardım etmiyor, karnını doyurabilecek kadar yiyecek göndermiyorlardı. Müslümanlar kardeş değil miydi? Acaba bütün Müslümanlar fakir miydi, onların çocukları da açlıktan ağlıyorlar mıydı? Herhalde öyle olmalıydı, yoksa elbette ona ellerini uzatırlardı. Kahvaltıdan sonra elbiselerini giydi, çantasını hazırlayıp dışarı çıktı. Okula gitmeliydi.
Arkadaşlarını göremedi. Demek ki geç kalmıştı. Geçenlerde bir bomba düşmüş, en iyi arkadaşı Ahmed’in kolu kopmuştu. Zaten sınıfındaki arkadaşların çoğunun ya ayakları ya da kolları yoktu. Yürümeye başladı. Birden şiddetli bir ses duydu. Yer sallanıyor, sanki kıyamet kopuyor, çevreden dumanlar yükseliyordu. Çok korktu, titremeye başladı. Sonra arkadaşı Ahmed’i ve diğerlerini gördü. Askerler onları sopalarla dövüyor, yere atıp tekmeliyorlardı.
Caddenin ilerisinde bir İsrail tankı vardı. Evlerine doğru ilerliyor, namlusunu ayarlıyordu. Annesi evde ve her şeyden habersizdi. Tank evini yok edecek, annesini öldürecekti. Ne yapabilirdi, çaresizce etrafına bakındı. Nihayet yerden bir taş aldı ve tanka doğru fırlattı. Hani bir âyet vardı: “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” İşte onu hatırladı ve atmaya devam etti.
Birden vücudunda bir sıcaklık hissetti. Vurulmuştu. Bacağından kanlar akıyor, canı nasıl da yanıyordu. Yere yığıldı, elindeki son taşı da fırlatmak istedi. O an, nereden geldiğini anlayamadığı bir kurşun tam göğsüne isabet etti. Vücudu parçalanmış, kurşunların verdiği acı aklını başından almıştı. Ali diye bir ses duydu, annesiydi. Ali diye bağırıyor, feryat ederek yavrusuna doğru koşuyordu.
Gözleri karardı, derken yemyeşil ve çok güzel bir yer gördü. Her yerden sular fışkırıyordu. Oyun oynayan çocuklar vardı. O oyuncaklar, zengin Yahudi çocuklarında bile yoktu. Burası ne güzeldi, şu karşıdakiler geçenlerde şehid olan arkadaşları değil miydi? Sonra babasını gördü, babacığım diye bağırmak istedi. Babası ona gülümsüyor ve ilerde bir havuzun başında oturan nur yüzlü zatı gösteriyordu.
Saçları omuzlarına kadar uzun, güler yüzlü bu zat ne kadar da yakışıklıydı. O Allah’ın Resûlü, O Hayber’in fatihi, O, Filistin halkının, adıyla coştuğu, varlığıyla sevindiği Muhammed aleyhisselam’dı. Yaklaştı, o yaklaşınca mübarek Nebi ayağa kalktı, gülümsedi ve kucağını açarak seslendi:
- Hoş geldin mücahid Ali!
- Hoş bulduk Ya Resûlallah!
Add new comment