Yeryüzüne Dağılın
İslam davetinin beşinci yılıydı. Zalimin zulmü, baskı ve şiddeti sınır tanımıyordu. Yâsir ve Sümeyye şehit olmuş, Bilâl ve Habbâb’ın acısı, Zinnîre ve Lübeyne’nin feryatları yürekleri yakıyordu. Müminler kendi kabilelerinden, akrabalarından bile işkence görüyorlardı. Terör ve şiddete teslim olan şehrin sokaklarında Müslümanlara göz açtırılmıyor, dinlerinden dönmeleri için eziyetin binbir türlüsü uygulanıyordu. Bu şehirde artık yaşanmıyor, nefes alınamıyordu.
Kehf Suresi işte tam bu günlerde nazil oldu. Zulüm ve işkence altında ezilen gençler, Rablerinin rızasını kazanmak için yerlerini yurtlarını terk etmiş, mağaraya sığınmış, Rablerine hicret etmişlerdi. Suredeki Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssasında her şeyin görüldüğü gibi değerlendirilmemesi gerektiği öğretiliyor, Zülkarneyn kıssasında ise mülkün Allah’a ait olduğu, Rabbimizin dilediği kuluna kudret ve iktidar verebileceği beyan ediliyordu. Öyleyse müminler sabretmeli, inançlarını baskı ve zulme kurban vermemeliydi.
Allah celle müminleri sabır ve namazla direnmeye, evlerinden yurtlarından gerekirse her şeyden vazgeçerek iman mücadelesi vermeye çağırıyor ve şöyle buyuruyordu:
“Ey iman eden kullarım! Şüphesiz, benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız orada) yalnız bana kulluk edin.”[1]
Ümmetinin acısıyla yaşayan, onlara bir çıkış yolu bulmak için çırpınan aziz Peygamberimiz Ashâb-ı Kirâm’a:
Siz isterseniz yeryüzüne dağılın, Allah celle elbette sizleri bir araya getirecektir, buyurdu. Sahabiler “Nereye gidelim ya Rasûlallah!” diye sorduklarında ise:
“Habeşistan’a gidin. Orada halkına zulmetmeyen adil bir hükümdar vardır. Orası doğruluk ülkesidir. Allah Teâlâ bir kolaylık gösterinceye kadar orada kalın.” cevabını verdi.[2]
Barış ve Huzur Diyarı
Müminler o denli acı ve çile çekmişler, öyle işkenceler görmüşlerdi ki dayanabilecek güçleri, dinlerini yaşayabilecek, imanlarını koruyabilecek imkânları kalmamıştı. Artık ya imanlarından ya da doğup büyüdükleri vatanlarından birini tercih edeceklerdi. Ashâb-ı Kirâm; Allah ve Rasûlü’nü, İslam üzere yaşamayı ve cennetlere kavuşmayı seçti. Zaten kulun yaratılış amacı Allah’a kulluk etmek değil miydi? Cennet müminin ana vatanı, dünya misafirhanesiydi. Mümin Rabbini razı etmeyi, ana vatanına geri dönmeyi isterdi. O, Rabbine kulluk edemediği yeri gurbet bilir; Allah’ın dinini yaşamak ve tebliğ edebilmek için her şeyini, öz vatanını bile kurban ederdi. Asıl olan imanı korumaktı. Zira iman olmazsa hiçbir şey kalmaz, fakat sağlam bir iman her şeyi geri getirebilirdi. Müminler bu şuurla vatanlarından, evlerinden ocaklarından vazgeçti. Bir parça elbiseden gayrı dünyalık neleri varsa terk etmeye, Allah için gitmeye ve Allah’a gitmeye karar verdiler.
Allah Rasûlü’nün Habeşistan dışında ashabını yönlendirebileceği başka bir yer yoktu. Arap kabileleri Müslümanları himaye etmez, aynı inanca sahip Mekkeli dostlarını karşılarına alamazlardı. Zaten her biri iç savaş ve huzursuzluk içindeydi. Medine’de hem Yahudiler, hem de Evs ve Hazrec kabileleri arasında yaşanan derin bir savaş vardı. Birkaç sene sonra meydana gelecek ve şehri perişan edecek Buâs Harbi, Efendimizin neden Medine’yi düşünmediğini çok iyianlatıyordu. Bizans ve İran arasında yaşanan üstünlük mücadelesi yerini sıcak savaşlara bırakmıştı. Habeşistan bu karma karışık ve kanlı ortamın dışında insanlığın ve adaletin diri kaldığı barış ve huzur diyarıydı.
Habeşistan, ulaşımı kolay ve Arapların bildiği bir yerdi. Kureyşliler öteden beri orada güven içinde ticaret yapar, bol kazanç elde ederlerdi.[3] Halkının Hıristiyan olması, hükümdarları Necâşî’nin adil kişiliği bölgeyi hicret için uygun hale getirmişti. Sevgili Efendimiz gerek Habeşistan’ı gerekse Kral Eshâme’yi yakından tanıyordu. Eshâme’nin babası taht mücadelesi sırasında öldürülmüş, Necâşî Eshâme çocukluk yıllarını sürgünde, Bedir civarında Araplar arasında çobanlık yaparak geçirmişti.[4] Belki de Efendimiz aleyhiselâm İslam’dan önce ticaret amacıyla Habeşistan’a gitmiş ve burada Necâşî’yi tanımıştı. Efendimizin daha sonraları Necâşî’ye gönderdiği mektup bu izlenimi veriyordu.[5]
Allah Rasûlü aleyhisselâm, ashabına “Allah Teâlâ sizin için bir çıkış yolu gösterinceye kadar orada kalın.” demişti. Öyleyse Habeşistan hicreti Medine hicreti gibi değildi. Efendimiz müminlere geçici bir süre orada kalmalarını tavsiye ediyordu.
İlk Muhacirler
On bir erkek ve dört kadın[6], Osman b. Maz’ûn liderliğinde bir gece vakti gizlice yollara düştü.[7] Onlar aslında Kureyş’in seçkin, asil insanlarıydı. Muhacirler arasında Hz. Osman ve Ebû Huzeyfe gibi Ümeyye oğullarının zenginleri, Abdurrahman b. Avf gibi tüccarlar, Mus’âb b. Umeyr gibi ailesinin üzerine titrediği, varlık içinde yaşamış kimseler vardı. Onlar para kazanmak, daha rahat bir hayata sahip olmak, bir makama ulaşmak için değil, sadece Allah için Rabbanî bir yolcuğa çıkmışlardı. Onlar bu şehrin havasından suyundan rahatsız olduklarından, şehri sevmediklerinden, daha güzel bir yer bulduklarından değil imanlarını korumak için gidiyorlardı. Yoksa İslam’dan önce onların rahat ve müreffeh bir hayatları vardı. Ve onlar bu çileli, zorlu yollara düşerek Allah için evlerinin yan odalarına bile gidemeyeceklere ağır bir ders veriyorlardı.
Habeşistan’a yapılan bu ilk hicrete katılan muhacir listesini incelediğimizde Âmir b. Füheyre, Habbâb b. Eret, Bilâl-i Habeşî gibi ağır işkencelere maruz kalan kimselerin değil, onlara nispetle daha iyi durumda olan, kabileleri içinde seçkin konumda bulunan şahsiyetleri görüyoruz. Bu durum bize Habeşistan’a yapılan ilk hicretin amacının ve mahiyetinin farklı olduğunu düşündürüyor. Sanki ilk muhacirler Habeşistan’ı bilen ve ileride daha kalabalık bir muhacir kafilesi için bölgeyi daha yakından tanımaya çalışan, araştıran öncüler gibi. Belki de bu liste bizlere siyer kaynaklarında anlatılanın oldukça ötesinde bir baskıyı, çok daha yaygın bir işkenceyi haber veriyor.
Efendimizin Kızı Hicret Yolunda
Muhacirler arasında Efendimizin kızı, canının parçası Rukiyye de vardı. O, kocası Hz. Osman ile hicret yollarındaydı. Mekke’ye, dostlarına veda ediyor; Zeynep ve Ümmü Gülsüm’den, küçük Fatıma’dan, annesi Hz. Hatice’den ve babası Muhammed aleyhiselâm’dan ayrılıyordu. Hicretin acısını ilk önce Muhammed ailesi yaşıyordu. Muhacir Rukiyye güçsüz hâliyle çıktığı zorlu hicret yolunda ümmete nice dersler veriyordu. Muhammed aleyhisselam şayet bir tehlike varsa ortaya canını, canının parçasını koymuştu.
Muhacirlerden bir kısmı binekli bir kısmı ise yürüyerek Mekke’den Kızıldeniz kıyısındaki Şuaybe Limanı’na doğru hareket ettiler. Müslümanlar limana vardıklarında kıyıda bekleyen iki gemi buldular ve yarımşar dinar ücret ödeyerek Afrika sahillerine doğru yola çıktılar. Mekkeliler durumu haber almış, müminleri yakalamak için adamlarını göndermişlerdi. Müşrikler limana ulaştıklarında gemiler hareket etmiş, Allah celle müminleri onların şerrinden korumuştu.[8]
Muhacirler Habeşistan’ın Musavva Liman Kenti’ne ulaştıktan sonra başkent Aksum’a doğru zorlu bir yolculuk başladı. Uzun bir seyahatten sonra nihayet hicret diyarına ulaşan muhacirler, burada iyilik ve hoşgörüyle karşılandılar. Artık namazlarını özgür bir şekilde kılabiliyor, dinlerinden dolayı sıkıntı çekmiyorlardı.[9]
Allah Rasûlü hicret eden ashabının durumunu öğrenmeye çalışıyor, Habeşistan taraflarına bakıyor, oradan gelecek güzel bir haber bekliyordu. Fakat gidenlerden ses seda yoktu. Efendimiz artık iyice meraklanmış; arkadaşlarının, sevgili kızının canından, sağlığından endişe eder olmuştu.
Nihayet Habeş yönünden gelen bir kadının sözleri Efendimizin yüreğine su serpti. “Damadını ve kızını gördüm. Damadın kızını bir merkebin üzerine bindirmiş, kendisi de merkebi sürüp götürüyordu.” Allah Rasûlü çok sevindi. Lût aleyhisselâm’dan sonra ailesiyle hicret eden ilk kimse Osman’dır, buyurdu.[10]
İslam Habeşistan’da
Nübüvvetin beşinci yılının Recep ayında[11] gerçekleşen bu ilk hicretten sonra Habeşistan’dan gelen iyi haberler Mekke’deki müminlerin umudu oldu. Yeni ve çok daha büyük bir kafile hicret hazırlıklarına başladı. Efendimiz aleyhisselâm bu kafilenin başına amcasının oğlu Cafer b. Ebî Tâlib’i geçirmiş ve kendisine Habeşistan Hükümdarı’na ulaştırması için bir mektup vermişti. Efendimiz mektubunda şöyle diyordu:
“Sana amcamın oğlu Cafer’i gönderiyorum. O yanına geldiğinde onları misafirliğine kabul et.”[12]
Allah Rasûlü’nün amcası Ebû Talib de Necâşî’ye övgü dolu bir kaside göndermişti.[13] Habeşistan’a hicret eden bu yeni kafilede yüz civarında Müslüman vardı ki bunlardan on sekiz ya da on dokuzu kadındı.[14] Müslümanlar, Efendimize gemide nasıl namaz kılacaklarını sormuşlar, Allah Rasûlü de bir tehlike anında ya da korktukları takdirde oturarak namaz kılabileceklerini ifade etmişti.[15] Müminler korku dolu ve belki de sonu ölüm olan tehlikeli bir yolculuğa çıkıyorlar ama namazlarını nasıl kılacaklarını soruyorlardı. Onlar namazsız bir hayat düşünemiyor, zaten namazlarını daha rahat kılabilmek için hicret ediyorlardı.
Bu ikinci hicret öncekinden çok daha zorlu geçmişti. Fakat Allah celle’nin yardımıyla müminler hicret yurduna sağ salim ulaşmış, Necâşî tarafından gayet güzel karşılanmışlardı.
Firavunlar Panik İçinde
Müminlerin Habeşistan’a ulaşması ve burada güven içerisinde yaşamaları Mekke müşriklerini çok rahatsız etti. Habeşistan ve Mekke hükümeti arasında uzun yıllara dayanan gayet samimi bir ilişki vardı. Müslümanlar bu ilişkiye zarar verebilir, Habeşistanla ticari ilişkilerin bozulması Mekke ekonomisinde ciddi problemlere sebep olabilirdi. Kureyş’in kendi iç meselesini çözemeyip, olayın uluslararası bir boyuta taşınması onlar için ağır bir prestij kaybı olacaktı.
Müslümanların Mekke dışındaki varlığı, İslam’ın farklı bir coğrafyaya, yeni bir dünyaya açılması Kureyş’i derinden sarstı. Mekkelilerin hükmettiği bir alanda ezilen Müslümanlar, artık Kureyş’in direkt müdahale edemeyeceği bir ülkede, başka bir kıtadaydı. Peki, Müslümanlar burada güçlenir ve dinlerini yayabilirlerse bir süre sonra Kureyş’i tehdit edemezler miydi? Bu ihtimal Mekke liderlerinin huzurunu kaçırıyordu.
Müslümanların Gücü
Aslında Kureyş’in önde gelenlerini öfkelendiren bir başka durum daha vardı. Bu da Habeşistan’a hicret eden muhacirlerin kimliğiydi. Bu gidenler yalnızca üç beş eski köleden ya da fakir ve gariban Müslümandan ibaret değildi. Ümmetin firavunu Ebû Cehil’in kardeşleri Seleme b. Hişâm ve Ayyâş b. Rebîa, Kureyş’in kudretli lideri Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe, Ebu Uhayha’nın oğulları Halid ve Amr, Utbe b. Rebîa’nın oğlu Ebû Huzeyfe, Süheyl b. Amr’ın oğulları ve daha pek çok kimse gitmiş ve bu gidiş Mekke’yi derinden sarsmıştı. Mekke müşrikleri önce çok şaşırmış, bu şaşkınlık bir süre sonra yerini ciddi bir moral bozukluğuna bırakmıştı. Sanki bu hicret Müslümanların zayıflığını değil gücünü göstermişti. Meğer İslam ne kadar da güçlüydü! Yeni din Kureyş’in tüm hanelerine girmiş, her ailenin bir parçası Müslüman olmuştu. Öyleki bu hicret bazı aileleri ortadan ikiye bölmüştü.
Habeşistan hicreti Daru’n-Nedve üyelerini çılgına çevirdi. Muhammed aleyhisselâm’ın izniyle yollara düşen, görünüşte Rasûl-i Ekrem’den ayrılsa da gerçekte Allah ve Rasûlü’ne hicret eden bu çilekeş müminler kafirlerin tuzaklarını bozmuş, planlarını altüst etmişti. Zira Sevgili Peygamberimiz bu hicretle müminlerin can güvenliğini sağlamış, onlara güvenilir bir liman bulmuştu. Kureyş’in zalimleri İslam’ı ortadan kaldıramaz, bir katliam tertip ederek müminleri tamamen yok edemezlerdi. Davanın selameti için bu muhacirler yıllarca Habeşistan’da kalacak, hatta Efendimiz Medine’ye hicret edip İslam Devleti’ni kurduktan sonra bile bu kafileden bir kısmı ülkeden ayrılmayacaktı. O kafile ancak Hudeybiye Antlaşması yapılıp müminlerin can güvenliği tamamen sağlandığında ve devletin gücü iyice ortaya çıktığında Habeşistan’ı terkedecekti.
Mekke hükümeti neler olduğunu çok iyi anlıyor, duruma müdahale etmek için tedbirler arıyordu. Nihayet Habeşistan Hükümdarı’na bir heyet gönderilmesine karar verildi. Kureyş elçileri Necâşî’nin huzuruna çıkacak, Müslümanları himaye etmekten vazgeçmesini ve onları Mekke’ye geri göndermesini talep edecekti. Bunun için de Necâşî’yi yakından tanıyan, onu ikna edebilecek, kaybetme lüksü olmayan, diplomasiyi çok iyi bilen zeki elçiler gerekliydi.
Mekke liderleri Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’ı derhal Habeşistan’a gönderdi. Hırsı ve parlak zekasıyla dikkat çeken, Arabın dahileri arasında gösterilen ve Necâşî’yi yakından tanıyan genç Amr b. Âs İslam Tarihi’nin en önemli simalarından birisi olacaktı.
[1]Ankebût 29/56.
[2]İbn Hişâm, es-Sîre, I, 344; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 203,204.
[3]Taberî, Tarih, II,328.
[4]Levent Öztürk, NecâşîEshame, XXXII,476.
[5]Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in İslam Öncesi Seyahatleri, 338, çev: Abdullah Aydınlı, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi, Ankara 1980, IV.
[6] İbn Sa’d, et-Tabakât,I,20; Semira ez-Zâyed, Muhtasaru’l-Câmi fi’s-Sîre, I, 176.
[7]İbn Hişâm, es-Sîre, I, 345.
[8]İbn Sa’d, et-Tabakât,I, 204; İbn Seyyidi’n-Nâs, Uyûnu’l-eser, I, 210.
[9]İbn Sa’d, et-Tabakât,I, 204
[10]Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, II, 297; Hâkim, el-Müstedrek, IV, 46.
[11]İbn Hişâm, es-Sîre, I, 343.
[12]Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 64.
[13]İbn Hişâm, es-Sîre, I, 357.
[14]İbn Hişâm, es-Sîre, I,345-353; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 204-207; İsmail Yiğit ve Raşit Küçük bu sayının 13’ü kadın 77 si erkek olmak üzere toplam 90 kişi olduğunu belirtmektedirler. Bkz. Hz. Muhammed, 109.
[15]Süheylî, Ravdu’l-Unuf, III, 261.
Comments
Çok iyi yazılmış
Submitted by rana on Tue, 12/27/2016 - 20:00Add new comment