“İstikbali kıble” kavramını gözden geçirelim dostlar…
Her şartı ve rüknü hayatımıza istikamet veren gözümüzün nuru namaz, bizi gerçekten kıbleye döndürüyor mu?
Ümmet olarak başımız döndüğünde; namazımız bizi ticarette, siyasette, hayatın her alanında Rabbani ilkelere, Rasûl’ün sevdasına, ümmetin hedeflerine sabitleyemeyediğinde özetle sıratımızı yitirdiğimizde ne yapacağız? Reçetemiz var mı? Halkımız insanı biraz kalabalık bir mekâna gittiğinde yönünü ve birbirini kaybettiğinde ne yapacağına dair pratik çözümler üretir. Kaybolduğunda nasıl buluşacağının reçetesini baştan düşünür. Peki, ümmet olarak kaybolduğumuzda hem kendimizi hem birbirimizi bulacağımız buluşma noktası ne olmalıdır dostlar? Bu ümmet, buluşma noktasını farklı farklı tayin ettiğinden heder olmuş olmasın. İhya-yı ümmet reçetesinin ilk maddesinin namaz ve cami olduğunu unuttuğundan olmasın. Ne dersiniz?
Namaz dışındaki 23 saatimizin kıblesini kuramayan bizler, günde 1 saat vakit ayırdığımız namazlarımızdaki istikbali kıblemizin sahih olduğuna emin miyiz?
Hâlbuki Medine’deki ilk toplanma yerimizin adıydı Mescid, Mescid-i Nebi. Onun öne çıkan vasfı, kulluğun en damıtılmış sureti olan secdenin, Peygamber’in önderliğinde, topluca ve coşkuyla Rabbe sunulan yer olmasıydı. Mümini Rabbine miraç ettiren namaz; kullara aynı zamanda kardeş olmayı da öğreten bir yapı arz etmekteydi. Öyle ki hani nerdeyse sahabe bu ibadeti ferden ferda hiç görmemiş, görmediğini de denememişti. Farz namaz vakti geldiyse mümin kardeşleri mutlaka oradaydı ve bir araya geldikleri yerin adıydı mescid. Bu o kadar olmazsa olmaz bir algıydı ki münafıklar dahi bu tanımdan kendilerini uzak tutamazlardı Peygamber Medinesi’nde. Sabah ve yatsıda -zorlansalar da üşenseler de- namaz saflarında boy gösterirlerdi.
Ezan duyulmaya başladığı andan itibaren ânın vacibi bir koşturmaca başlardı Mescid-i Nebi’ye. Bu koşuşturmanın dışında kalamazdı âmâ Ümmü Mektum. Zira mescide devam konusunda görme engeli ile ilgili soruya Mübarek Ağızdan “Ezan sesini duyacak mesafede ikamet ediyorsan gelmelisin” cevabını almıştı o kutlu Sahabî...
Velhasıl Rasûl’ün Medinesi’nde hayat günde beş kez mescidde temizlenmekteydi. Adeta kan toplanıyor, oksijenle tazeleniyor ve topluma tekrar iade ediliyordu. Namaz kötülükten alıkoyan, mirac ettiren, vakitleri belirlenmiş bir hediyeydi. Ümmetin hayatı namaz etrafında akıyor; namaz, müminleri günde beş kez mescidde topluyor ve dağıtıyordu.
Ümmet yüzyıllarca, şehirlerini ve hayatının akışını Medine-i Münevvere’den aldığı bu ilham üzere kurmaya çalıştı. Namaz yörüngesinde akan bu huzurlu hayatta, işler namaz
vakitlerine göre belirlendi, buluşmalar ona göre ayarlandı. İkindiden önce, ikindiden sonra… tabirleri cümleleri süsledi.
Mekânlar camilere göre tarif edildi. “Mescidi soluna al ve yürü, biraz ilerde.” Zamanın, mekânın, işlerin Namaza (miraca), Rable randevuya göre ayarlandığı İslam başka bir İslam’dı mutlaka.
İslamla inşa edilen şehrin kalbi, ümmetin ibadet ve ilim merkezlerinde attı. Çarşı, pazar ve sosyal hayat, mescid kıblesinden ayrılmamaya gayret etti. Kıble, tüm hayatın İslamlaşması çabasında bir mihenk taşı oldu.
Zamanla mimari gelişti, insanlar çoğaldı. Mimarinin ulaştığı imkânlar camiye medreseyi, tekkeyi, dergâhı, hamamı, imareti, şifahaneyi ekleyerek cami havzalarında külliyelerin oluşmasını sağladı. Cami uzunca yıllar bu yapıları bir evlat gibi bağrına bastı.
Ancak zamanla külliyenin içindeki yapılanmalar da büyüdü büyüdü ve kabına sığmaz bir hal aldı. Mescid-i Nebi’nin mütevazı fizik imkânlarında ilim talebelerinin oluşturduğu tabi halkalanmalar, barınma için kullanılan gölgelikler, önemli konuların istişare edildiği yerler her biri farklı bir adla anılıyordu artık. Mektep, medrese, tekke, şifahane gibi…
İnsanlar artık bu gibi mekânlarda toplanıyorlar ve ümmetin işlerini bu mekânlarda yürütüyorlardı. Ancak neşv u nema buldukları cami, hâkim şemsiyesini koruyor ve ibadetlerin en başlıcasını yerine getirmek üzere müminleri sık sık davet ediyor ve bir misafir gibi bağrına basıyordu. Ümmet de bu çağrıya icabet ediyor namazı ve onu ikame edeceği alan olarak Mescidi hayatının kıblesinde tutmaya çalışıyordu.
***
Aradan yıllar geçti. Pek çok cami yapıldı. Ancak bırakın münafıkları, müminler dahi namaz için mescidde toplanmayı gereksiz görür oldular. Camiler şehirlerin en ıssız mekânları olarak insanlardan ziyade kuşları ağırlamaya başladı. Ne olmuştu? Namazımız ve mescidimizin istikamet verdiği yüzyıllar sanki gerilerde kalmıştı. Yeni dünyanın farklı toplanma mekanları, farklı rehberleri vardı ve yeni dünya farklı kıblelere akıyordu.
Ne olduğunu anlamadan mescidlerimizi modern kültürün aktığı kıbleye göre kullanmaya başlamıştık bile. Mesai şartlarından tatil günlerine pek çok mazeretimiz vardı. Mescidlerin sadece namaz için, o da vakit namazlarında değil cumalarda, teravihlerde hatırlandığı yeni mescid kullanımlarımız ve alışkanlıklarımız oluşmuştu bile. Camilerimizin mimari kıbleleri, olduğu yönde durmaya devam etmekteydi ancak ümmetin günlük pratikleri ve tarzı çoktan sünnetten ayrılmış, ümmetin ayakları sırattan uzaklaşmıştı. Yön olarak kıbleyi tutturan ümmet; algı, anlam verme ve istikamette çoktan farklı bir medeniyete ve farklı kıblelere akmaya başlamıştı. Modern toplumun farklı bir kıblesi, farklı bir akışı, farklı cem alanları, farklı coşkuları velhasıl farklı kalpleri vardı. Cami artık ümmet için dahi tarihi bir kalpti. Ümmetin kalbi farklı ritimde farklı mekânlarda ve farklı önceliklerle atmaktaydı.
Derdimiz nedir? Ne anlatmak istiyoruz?
Namaz ve onun icra alanı olarak mescidi, ümmetin hayatının kıblesinde tutmak; hayatı namaz merkezli anlamak, yapılandırmak cümlesinden ne kastediyoruz? Bu cümlenin modern çağda ete kemiğe bürünmesi nasıl olacaktır? Bu idealden ümmet olarak ne anlıyor ve bunu nasıl icra etmeye çalışıyoruz? Günümüzde, “Mescidi rayına oturtmadan ümmet istediği hedefe yol alamaz, yol bulamaz.” iddiasıyla neyi kastediyoruz?
Tüm bu soruların cevabını aramaktır niyetimiz.
Üniversite hocalarımızın ilim halkaları, müftülerimizin açılış, protokol ve büro görevleri, iş adamlarımızın alışveriş yoğunlukları, öğrencilerimizin ders saatleri, velhasıl toplumun her kesiminin ezanla camide saf tutamaması için bir mazereti vardı yaşadığımız yüzyılda. Mütevazı seccadelerimiz camilerimizin yerini almış, Cuma ve bayram namazı kılınan dernek ve yurtlarımız camilerimizi zayıflatmıştı. Camiler “câmi (toplayıcı)” olma özelliğini yitirmişti. Ümmet; namazını ve cemaatini muhafaza edememiş; bu yüzden kendi muhafazasını da yitirmişti. Beş vakit namaz kılanların oranı %99’u Müslüman ülkede %25’e gerilemişti. Namazını, cemaatini, camisini yitiren ümmet varlığını sürdürebilir miydi?
Elbette ki camilerimizin soluk almasının önündeki engeller unutulmamalıydı. Ezanı dahi yasaklanan bir ümmet, camisini nasıl ihya etsindi? Hacca gitmesi engellenen bir nesil kıblesini nasıl muhafaza etsindi? Kur’ân’la irtibatı asgariye indirilen bir toplum kıraatini nasıl talim etsindi?
Gün geldi devran döndü. Yukarıda sayılan engeller bir bir kalktı. Yasaklar son buldu. Ancak bu sefer de yasakların yerini seksen yıldır oluşan alışkanlıklarımız aldı. Artık namazı camide kılmasak da olurdu. Nasılsa yeryüzü bize mescid kılınmıştı. Cemaate yetişemesek de olurdu kendimiz cemaat yapıverirdik. Vakit desen, nasılsa daha vardı. Velhasıl camiden ve namazın kurucu etkisinden uzaklaşan ümmetin yeni alışkanlıkları en büyük engelin ta kendisi olmuştu.
Şimdi yeniden namazımızı ve camimizi nasıl ayağa kaldıracağımızı konuşma vaktidir.
Add new comment