Prof. Dr. İsmail YİĞİT – Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK
İlk Anayasa
Medine’de üç Yahudi kabilesi bulunuyor, bu kabileler kendilerine ait mahallelerde oturuyorlardı. Bu Yahudilerden ancak birkaç kişi İslâm’a girmiş; bilhassa âlimleri başta olmak üzere tamamı İslâm’a karşı cephe almıştı.
Rasûlullah (s.a.s) muhâcirlerleensâr arasında kardeşlik akdi yaparak İslâm birliğini kuvvetlendirdikten kısa bir süre sonra Medine’de yaşayan üç Yahudi kabilesiyle bir vatandaşlık antlaşması yaptı. Böylece Medine’de yaşayan bütün halkı, tek siyasî birlik altında topladı. Şehire dışardan yönelecek her türlü düşman tecavüzüne karşı müşterek savunmayı sağladı.
Yahudilerle yapılan ve İslâm Devleti’nin ilk anayasası sayılan vatandaşlık antlaşmasında, iki tarafın hak ve sorumlulukları tespit edilmiş, devletin sınırları belirlenmiş ve Peygamber Efendimiz şehirde en yüksek otorite olarak kabul edilmişti.
Bu vesikada, antlaşmayı akdeden Müslümanlar ve Medine Yahudilerinin diğer milletlerden ayrı, bağımsız bir topluluk (ümmet) oldukları ifade edildi (md. 1-2,25). Özellikle savaş durumunda her iki tarafın eşit haklara sahip oldukları belirtildi (md. 15,18, 19). Karşılıklıyardım ve herkese adil davranılması ilkesi doğrultusunda (md. 16), adaletin tevzii ve adlî işlerin yürütülmesi yetkisi, topluma ve merkezî otoriteye bırakıldı. Her vatandaş, kendisi ve yakınlarının aleyhine de olsa bu hususta merkezî otoriteye destek vermekle yükümlü kılındı (md. 13). Bir câniye sığınma ve himâye hakkı vermek kesinlikle yasaklandı (md. 22). Çıkacak herhangi bir ihtilafın, bu durumda yegâne başvuru kaynağı olduğu kabul edilen Muhammed (s.a.s) tarafından çözüleceği belirtildi (md. 23.)Müslümanlara, kan diyetleri ve esirlerin kurtuluş fidyeleri gibi ağır borçların ödenmesi hususunda, yakınlarının borçlarını müştereken ödeme yükümlülüğü getirildi (md. 3-2). Anayasada savunma ve güvenlik konularında barışın bölünüp parçalanamaz bir özellik taşıdığı (md. 17) ve askerlik hizmetinin herkes için mecburî olduğu kabul edildi (md. 18). Ayrıca o sırada yegâne düşman durumunda olan Kureyş müşriklerinin himâye edilmesi, her iki taraf için de kesinlikle yasaklandı (md. 20, 43).
Devletin ülkesi Yesrib/Medine Cevfi olarak tanımlandı. Medine ovası ve vadisini içine alan bu bölgede kan dökmek ve savaş yapmak yasaklandı (md. 39). Yahudilere kendi dinlerinde kalma hakkı/din özgürlüğü tanındı (md. 25). Onlar da kendi başlarına halledemedikleri meselelerde Hz. Peygamber’in hakemliğine başvuracaklardı (md. 42). Anayasa’da ayrıca barış ve savaş konularında, yapılacak barış antlaşmasının ortak kararı gerektirdiği (md. 37, 44, 45), şehrin savunması için müştereken yapılacak savaşlarda her iki tarafın masraflarını kendisinin karşılayacağı (md. 24, 37-38), ancak din yüzünden çıkan savaşlarda iki gruptan birinin diğerine yardım yükümlülüğünün bulunmadığı kabul edilmişti (md. 45). Yahudilerin Müslümanların seferlerine katılması ise, Hz. Peygamber’in iznine bağlandı (md. 36).[1]
Rasûlullah (s.a.s), görüldüğü gibi bu antlaşmayla, farklı kabilelerden oluşan ashâbını tek ümmet haline getirmiş, bu ümmet arasında din kardeşliği temeline oturan mükemmel bir birlik ve beraberlik kurmuştu. Bağımsız bir devlet oluşturarak, din özgürlüğü tanıdığı Medine Yahudilerini de bu devletin vatandaşı saymış, fertler ve fertlerle devlet arasındaki temel ilişkileri belirlemiş, umumî sorumluluklar ve hakların dağılımında, Yahudilerin sorumluluk ve haklarını da tespit etmişti.[2]
Medine’de Müslümanları Bekleyen Tehlikeler
Kur’ân-ı Kerim, insanları, mü’min, müşrik ve münâfık olmak üzere üç ana grupta toplamaktadır. Her grubun kendi aralarında derece ve kademeleri vardır. Hz. Muhammed’in (s.a.s) Allah’ın elçisi olduğuna inanıp, O’nun Allah tarafından getirdiği her şeyi kabul edenlere mü’min denilir. O’nun peygamberliğini kabul etmeyerek, O’na gönderilen bilgileri yalanlayanlara ise müşrik denilmektedir. O’nun getirdiklerine kalben inanmadıkları halde inanmış gibi görünen ikiyüzlü kimselere de münâfık adı verilmektedir. Mekke döneminde münâfıklar söz konusu edilmemiştir. Çünkü onlar, İslâm’ın getirdiği imkânlardan faydalanmak için dıştan Müslüman görünen, gerçekte ise Müslümanlara zarar vermekten başka bir şey düşünmeyen iki yüzlü kimselerdir. İslâm’ı kabul etmiş görünmelerinin Mekke’de kendilerine sağlayacağı bir dünyalık menfaat olmadığı ortadadır. Bu sebeple münâfıklar, Medine döneminde ortaya çıkmışlardır.
Hz. Muhammed (s.a.s) ve ashâbı, Medine’ye hicret etmekle tehlikelerden tümüyle kurtulmuş değillerdi. Zira Medineli Müslümanları son derece sevindiren hicret, onlarla birlikte yaşayan Yahûdîleri ve Medine döneminde türeyen münâfıkları kızdırmıştı. Bu iki grup, gizliden gizliye Müslümanlara karşı düşmanlık besliyorlardı. Gerçi Yahûdîlerle vatandaşlık anlaşması yapılmıştı. Fakat bütün tavırları onların Müslümanlara karşı samimi olmadıklarını gösteriyordu. Peygamber kendilerinden gönderilmediği için İslâm’a düşman kesilmişlerdi. Peygamberimizin hak peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde, içlerinden ona iman edip İslâm’a girenler çok az olmuştu. Daha önce işaret edildiği gibi, Yahûdî âlimleri bildikleri gerçeği kabul etmekten kaçınıyor, İslâm’ı benimseyen iki âlimlerine her türlü iftirayı atıyorlardı. Onlar ayrıca ellerinde bulundurdukları Medine ticarî hayatına Müslümanların hâkim olmasından da korkuyorlardı.
Medine’de türeyen münâfıklar ise Yahûdîlerden daha tehlikeliydi. Müslüman göründükleri ve onlarla birlikte yaşadıkları için Müslümanların bütün sırlarına vâkıf oluyorlardı. İslâm toplumunun en zayıf anlarını kolluyorlar, bu toplumu parçalamak için akla gelebilecek her yola başvuruyorlardı. Ayrıca Müslümanların sırlarını Yahûdîlere ve Kureyş müşriklerine ulaştırıyorlar, en kritik durumlarda araya nifak tohumları saçıyorlardı. İslâm toplumu için habis bir ur olan bu gruba karşı alınabilecek yegâne tedbir, onlara karşı uyanık ve dikkatli olmaktı. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, onlara çok dikkat eder, aldığı tedbirlerle kötülüklerine mani olmaya çalışırdı. Münâfıkların liderliğini, hicretten önce Medine Araplarının başına geçmeye hazırlanan ve liderliğinin engellenmiş olması yüzünden Rasûlullah’a karşı büyük bir kızgınlık besleyen Abdullah b. Übeyy yapıyordu.
Bir gün Peygamberimiz, hasta ziyaretine giderken Abdullah b. Übey’in evinin önünden geçmişti. Evinin önünde bir grup adamla oturan Abdullah’a selam verip yanına oturdu ve ona Kur’ân okudu. Baş münâfık o sırada kendisine şöyle dedi:
“Ey kişi! Ben senin bu sözlerinden bir şey anlamıyorum. Bu söylediklerin hak söz ise evinde otur ve sana gelen olursa onlara anlat! Gelen olmazsa, böyle meclisleri dolaşıp da herkesin hoşlanmadığı sözleri sayıp dökme!”
Onun İslâm’a düşmanlığını açığa vuran bu konuşması, orada bulunan Müslümanları son derece kızdırmıştı. Ancak Peygamberimiz, onları yatıştırdı.[3]
Diğer taraftan, İslâm’ın baş düşmanı olan Mekke müşrikleri, Medine Yahûdîlerini, münâfıkları ve Medine civarında yaşayan putperest Arapları, sürekli olarak tahrike başlamışlardı. Kendileri de Medine üzerine taarruza hazırlanıyorlardı. Hatta münâfıkların lideri Abdullah b. Übey ve yandaşlarına şu mektubu yazmışlardı:
“(Kaçmış bulunan) arkadaşımıza bir emân ve sığınma hakkı tanımış bulunuyorsunuz. Allah’a yemin ederiz ki, şayet onunla savaşmazsanız veya onu ülkenizden çıkarıp atmazsanız, savaşçılarınızı öldürmek ve kadınlarınızı da kendimize cariye edinmek üzere hep birlikte kalkıp üzerinize yürüyeceğiz.”[4] Müşrikler, bu tehditlerinde ne kadar ciddi olduklarını kısa süre sonra Medine üzerine çeteler göndererek gösterdiler.
Görüldüğü gibi, Müslümanlar Medine’de bağımsız bir devlet kurmuş olsalar da henüz her yönüyle emniyet içinde değillerdi. Bu tehlikelere karşı,Peygamberimiz’in emriyle ashâb geceleri Medine sokaklarında nöbet tutuyordu. Hatta Peygamberimiz, Medine’ye bir baskın olur endişesiyle bazı geceler rahat uyuyamıyordu.[5] Medine’ye yapılabilecek baskınları önceden haber almak ve komşu kabilelerle antlaşmalar yapmak üzere, seriyye adı verilen küçük askerî müfrezeler çıkarıyor, bazılarına bizzat kendisi de katılıyordu.
Medine’de Hıristiyanların sayısı ise hemen hemen yok denecek kadar azdı. Evs kabilesinden Ebû Âmir isimli şahıs Hıristiyan olmuştu. Rahipliğe kadar yükselen bu şahıs, İslâm’a düşman kesilmiş ve Peygamberimizin hicretinden rahatsızlık duyarak birkaç adamıyla birlikte Mekke’ye gitmişti. İleride anlatılacağı gibi Uhud Savaşına müşriklerin safında katıldı. Daha sonra da münâfıkları organize etmeye çalıştı.
Add new comment