Nâbi edeb örtüsüne bürünmüş bir şekilde Medine yollarına düşer, gül kokularının buram buram geldiği Medine yollarına. Şair Nâbi’yi bu şerefe nail eden, zamanın paşalarından birinin iltifatına mazhar olmaktır.
Nâbi yanmaktadır. Gönlü aklına, aklı gönlüne hâkimdir. İltifatına nail olduğu paşayla hac yolculuğuna çıkar ve varır Medine-i Münevvere’ye. Münevverler münevverinin şereflendirdiği gülzâra. Gönlü Peygamberinin aşkıyla öylesine yanıyordur ki binlerce kilometre yoldan deve sırtında gelen Nâbi’nin gözünde zerre miktarınca uyku yoktur. Medine görünür bir seher vakti uzaktan. Yol arkadaşı olan paşa, devenin üzerindeki mahmilde uyumaktadır. Atası Osman Gazi’nin edebiyle edeplenmiş Nâbi, hicap duyar Yaratıcısının mahbûbunun mekânına yaklaşırken uyuyor olmaktan. “Peygamberin kabrini ziyaret edeceğim.” diye heyecanlanan Nâbi’nin ne sevgisi ne ilmi böyle bir edepsizliğe müsaade etmiyordur zaten. İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldikleri hâlde uyumaya devam eden paşanın bu hâlinden çok rahatsız olur. “Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?” diye düşünür. Bu halle kederlenir, Peygamber aşkıyla yanan nazenin kalbi kırılır. Ve dudaklarından, paşayı uyandıracak derecede yüksek bir sesle, şu mısralar dökülür:
Sakın terk-i edepten, kûy-ü mahbûb-u Hüdâdır bu
Nazar-gâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu
Mürâât-ı edeple, gir Nâbi bu dergâha
Mutaf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu
(Edebi terk etmekten sakın! İmtina et! Çünkü burası Allah’ın sevgilisinin memleketidir. Allah’ın nazar ettiği yerdir. Mustafa (sas)’nın makamıdır. Ey Nâbi, bu dergâha edebini muhafaza ederek gir. Burası nebilerin öptüğü, meleklerin tavaf ettiği yerdir.)
Nâbi bunlar gibi pek çok beyitle, o şanlı Peygamberi methedip gaflet içinde uyuyan zatı uyandırır. Şiiri duyan paşa hatasını anlayıp aniden doğrulur ve Nâbi’ye sorar:
- Ne zaman yazdın bu şiiri? Bizden başka bunu bilen var mı?
Nâbi:
- Daha önce söylememiştim. Sizi böyle görünce yazdım, der.
Cevabı duyan paşa rahat bir nefes alır:
- Aman Nâbi, başka kimse duymasın, der.
Kafile ezan vakti Mescid-i Nebevî’ye varır. Velâkin Mescid-i Nebevî’deki minarelerden bu şiir okunmaktadır. Nâbi ile paşa hayret içinde kalırlar. Hemen müezzinlerden birini bulup bu durumun sebebini sorarlar:
- Söylediklerin ne idi? Onları niçin söyledin?
Ancak müezzin ser verip sır vermemekte kararlıdır:
- Kafamı kesseniz söylemem, der.
- Fakat, der Nâbi. Bunları biraz önce ben söyledim. Sen nerden duydun?
Müezzin:
- Senin ismin Nâbi mi, diye sorar.
Evet, cevabını alan müezzin Nâbi’nin ellerine sarılır, Nâbi de onun boynuna… Paşa bu manzara karşısında:
- Adının Nâbi olduğunu nereden bildin, diye sorar.
Müezzin anlatmaya başlar:
- Akşam abdestli olarak yatmıştım. Rüyamda Peygamberimizi gördüm. “Ya müezzin, kalk! Benim âşıklarımdan birisi kabrimi ziyarete geliyor. Minareden şu cümleleri oku ve onu karşıla.” dedi. Ben de kalkıp abdest alıp Peygamberin iltifatına mazhar olan o kişiyi karşılamak için minareye koştum.
* * *
İşte gerçek Müslümana yaraşır bir edeb tablosu. İşte bu dinin bayraktarlığını yapmış olan bir milletin hassasiyeti ve işte bu milletin münevverlerinden birisi olan şair Nâbi… Edebi; sokağımızdan, ekranımızdan, evimizden, okullarımızdan, bedenimizden, gönüllerimizden uzaklaştırırsak biz, biz olmaktan çıkarız. Fazla söze ne hacet! Şairin dediği gibi belâlardan emin olmak istiyorsak hiçbir işimizde edebden ayrılmayalım.
Edeb bir tâc imiş nûr-ı Hûdâ’dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan
Böyle bir edeble yoğrulmuş bir ecdadın bî-edeb evlâtlarından etme bizi Ya Rabbim! Edep örtüsüyle bizi örten Rabbimize şükrolsun.
Edeb Ya Hû!
Comments
umut
Submitted by my hope on Sun, 01/05/2020 - 01:43Add new comment