Zaman akıp giderken, takvim yaprakları da bir bir katılıyordu bu sele… Günler, haftalar, aylar geçiyordu hayatımızdan bir bir çalarak… Saatler ve dakikalar tik tak sesleriyle
yiterken ne zamana ‘dur’ diyebildik, ne de zamana malik olmayı başarabildik. Aksine zamana köle olmayı seçti çoğumuz.
Sabahları hiç hata yapmadan, hep aynı ve erken saatte uyandıran dakik horozlar yerini, kurmalı pilli saatlere bıraktı.Ne baharı tanıdık, ne de güzü. Mevsimler geçiyordu aradan, küskün ve sakin… Unutmuştu çünkü, bir çoğumuz yağmuru ve karı, güneşi ve kiraz çiçeğini… Unutmuştuk birçok şeyi… Hatta çoğunu çıkartmıştık yaşantımızdan, yerine sahtelerini koyarak:
Dedelerimizin bazen vefalı yol arkadaşı, bazen de sırdaşı atlar yerini, mazotlu araçlara bırakırken temiz havayı da beraberinde götürdü.
Ağaçlara ne demeli peki? “Biz bu havada nasıl yaşarız” demelerine kalmadan onları da köklerinden ayırdık ; yerine ise soğuk ve samimiyetsiz taş bloklar yerleştirdik üst üste…
Hasıl-ı kelâm, biz yaptık ne yaptıksa kendimize. Unuttuk ve unutturduk yeni nesillere mevsimleri, yemişleri, güneşi, ağacı, karı, yağmuru.. ve kiraz çiçeğini…
Artık güneşsiz, yağmursuz, ağaçsız.. bir nesil olduk. Yağmuru taş blokların arasından bir cam arkasında görebildik sadece… “Küskün güneş bulutlar ardından bir çıksa da gülümsese” dedik, ama nerede?
Bülbüller bile sustu, güller açmaz olunca. Sahi, siz hiç bülbül sesi duydunuz mu hayatınızda? Bir kuş sesine bile hasret kaldık zaman zaman. Tabî bu hasretimizi de gayet egoistçe bastırdık; kuşları doğaya hasret bırakarak. Kafeslere hapsettiğimiz kuşlardan duymaya çalıştık kuş seslerini. Oysa duyduğumuz sadece sılaya hasretin inleyişiydi ve gördüğümüz kanat çırpışları sevinç gösterisi değil; özgürlük hevesiydi.
Kendimizi, en az içinde yaşayan insanlar kadar soğuk taş bloklarının içine hapsederken, kuşlardan ne istemiştik?! Ya peki, balkonda minicik saksılarda kök salmaya çalışan çiçekler?! Onları da ayırdık toprak analarından ve küçük saksılara doldurmaya çalıştık dünyalarını, sırf memnuniyetimizi sağlamak için. Oysa kocaman bahçelerimiz varmış zamanında… Çiçeklerle dolu kırlarımız varmış ve nehirlerimiz akarmış ovalarımızdan. Şimdi ise yollar ve üstünde araçlar akıyor şehirden şehre…
Artık uçurumlar var; taş bloklar içinde büyüyen yeni nesil ile kırda, bahçede, nehirde büyüyen mazimizde.
Zaman teknolojiyi, teknoloji de yenilikleri getirdi beraberinde ; bizden çok şeyleri de götürerek… Faydasını gördük elbette, ama insanlık tembelleşerek ve değerlerinden uzaklaşarak, koparılarak ödedi bedelini.
Sonunda, bize ruhsuz, cansız, robotlaşmış ve kısıtlanmış bir hayatta yaşamak düştü. Oysa ki teknolojiyi de, zamanı da biz yönetmeliydik, o bizi değil. Zaman saat saat, gün gün biterken, insanlığımızı da yitirdik zamanın tik taklarında…
Teknolojinin sağladığı yararlar ile mazinin değerlerini birleştiremedik, asıl yapmamız buyken.
Her şeye rağmen mazimizdeki canlı, samimi, zengin dünyamızı geleceğe taşımak bizim elimizde. Yeter ki insanlığımızı unutarak zamana esir düşmeyelim!…
Add new comment