Add new comment

Aşk İmiş Her Ne Varsa Âlemde…


Sevgi göklere açılan geniş ve nurlu kapıdır. Yüreğinde bu hissi taşıyanlar asumana çıkan kapılardan sorgusuz sualsiz geçerler. Güneş gibi parlar nurdan çehreleri… Yüreğinde sevgiyi başköşeye oturtanlar, ateş denizlerinde mumdan gemiler yüzdürmeye muvaffak olurlar. Ya nefretin gönlünü hoş edenler, onların gemileri okyanuslarda bile yüzemez.

“Aşk imiş her ne var ise âlemde” diyen Fuzuli’ye kulak vermediğimiz için dünyamız patlamaya hazır bir barut fıçısına dönmüş bulunmaktadır. Her tarafta nefret ve ihanet kol gezmektedir. İnsanlık maddenin cenderesinde bırakılarak asıl kaynağından uzaklaştırılmıştır. Maneviyat susuzluğu gönül topraklarımızı paramparça etmiştir. Mevcut haliyle bu topraklarda ne ekersen ek, neticede şiddet, nefret ve husumet biçersin. Sevgi filizleri çıkmaz zehirli tohumlardan. Sevgiyle sulanmayan ekinler başak vermez hiçbir zaman.

Yaşadığımız bu yoz çağda yeryüzü sevgiye ne kadar da muhtaçtır. Oysa bu cevher bizde fazlasıyla mevcuttur. Fakat paylaşmayı hazmedemeyenler, zihinleri nefret ve haset afyonuyla uyuşturarak idrak kabiliyetini yok ettiler. Maddi varlıklar paylaşıldıkça azalsa da, sevgi paylaşıldıkça artan bir değerdir. Bir narın içinde nice nar taneleri gizlidir. Her bir tohum nice ağaçlar saklar haznesinde. Mevlana Hazretleri’nin dediği gibi “Bir mum, başka bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.” İşte onun gibi sevgi de paylaşıldıkça tükenen değil, artan bir değerdir. Fakat dünyayı ateşe verenler, çıkarlarını kin üzerine kuranlar; sevgi ve birlikten vebadan kaçar gibi korkup kaçıyorlar. Lâkin kaçtıkça çukurlaşıyorlar.

Teknolojiyi deyince ilk akla gelen Japonların sevgiye dair güzel bir sözü vardır: “Sevgi dolu bir sözcük, en soğuk günde bile insanı ısıtabilir.” Sevgi karın doyurmaz diyenlere şaşarım. Sevgi karın doyurur aslında. Sevgi bağıyla birbirine bağlananların en bariz özelliğidir paylaşmak… Acıları, sevinçleri ve bütün maddi ve manevi değerleri… Böyle bir anlayış üzerine bina edilen bir dünyada bencillik yer bulabilir mi kendine?

Sevmek katlanmaktır aslında… Her türlü mihnete göğüs germek… Güzellikleri gün yüzüne çıkarmak, çirkinliklere perde olmak… Bardağın dolu tarafını görebilmek… Lübnanlı düşünür Mihail Nuayme’nin sevgi üzerine söylediği şu, sesli düşüncelerine katılmamak mümkün müdür: “Sevgide ‘daha çok’ ya da ‘daha az’ kavramları yoktur. Sevgide, ‘şimdi’, ‘o zaman’ veya ‘burada’, ‘orada’ sözcükleri de yoktur. ‘Sevgi kördür’ dediğinizde de sevginin, sevgilide hiçbir kusur görmediğini kastediyorsunuz. Doğrusu körlük, görme derecelerinin en üst noktasıdır. Keşke hiçbir şeyde kusur göremeyecek kadar kör olsaydınız.”

Sevgi dağıtmakta adil davranmayanlar ve cimrilik edenler bu dünyada gördüğüm en bahtsız insanlardır. Zira onların gönül fukaralığının telafisi de yoktur. Bu bedbahtların sevgi ambarları tamtakırdır. Oysa dünyayı gece gündüz demeden aynı istikrarla döndüren sevginin gücünden başka nedir ki? Nefretin kılıçlarıyla sağını solunu yaralayanların ilacı sevgidir elbette. Şiddet ve nefret, zehirli kanla beslenen bir vampirden farksızdır.

Gönül heybesini sevgi azığıyla dolduranlar, açlık ve susuzluktan korkarlar mı hiç? İnsan olarak doğanların, yaşadıkça insan kalmayı başararak emaneti sahibine gönül huzuru içerisinde teslim etmeleri, sevgi adına yapılması gerekenlerin eksiksiz yerine getirilmesiyle mümkündür. Bunun için gerekirse ağır bedeller ödemeyi de göze almak gerekir. Zira kazançlar, uğrunda ödenen bedellerin ağırlığı miktarınca kıymet ifade ederler.

İhtiraslar sevgiye kurulmuş kör kapanlardır. Onlardan kurtulmadıkça sevginin duru sularında arınamayız. Bunlar birer zehirli kıymık misali tenimize batarak vücudumuzu acıtır, hatta iflas ettirirler. Sevgi denizlerimiz bulanır onların gölgesinde. Kılcal damarlarımızı istila eden nefret alyuvarları, beyne giden yolları tıkayarak hür düşünceye geçit vermezler.

Yedi gün, yirmi dört saat sevgiyi terennüm eden yürekler, tazeliğinden ve heyecanından kaybetmez hiçbir şey… Ancak ona kul köle olanlar gerçek özgürlüğü yakalarlar. Benimsemenin ve sahiplenmenin soyut yansımasıdır sevgi… Onun ırmaklarında yıkanan hayaller, samimiyet tılsımıyla parlak bir ay gibi parlarlar gönül asumanında.

Sevgi körpe bir fidan gibidir. Nasıl ki fidanı toprağa dikip unutunca kısa zamanda yeşilliğini yitirip kurursa, sevgi de yüreğe hapsolursa, günde üç beş vakit sulanmazsa o da rengini kaybeder, solar, cılız bir damlacık misali buharlaşır, rüzgârların anaforunda yok olur gider. Sevgi sevgiyle beslenir ancak… Onun neşet ettiği büyük kaynak, kâinatın hâkiminin yüce katındadır. O kaynaktan nasiplenmeyen sevgi; sırrını, büyüsünü ve tesirini kaybeder.

Sevginin de çeşitleri vardır elbet… Bununla ilgili olarak Japon düşünür Masumi Toyotome üç türlü sevgiden söz eder. Birincisi “Eğer…” türü sevgidir. Buna şarta bağlı sevgi de diyebiliriz. Bu sevgi bazı beklentilere endekslidir. Yaşamımızda en çok rastlanan sevgi türüdür bu bence. Bunun hamuru bencillikle yoğrulmuştur. Bu çeşit sevgi saman alevi gibidir. Beklentiler aradan kalkınca öylece sönüp gider. Günümüzdeki sevgiler ağırlıklı olarak bu cinstendir. Onun içindir ki ruhlarımız bununla tatmin olmuyor, gerçek sevgiyi arıyor.

“Eğer…”  türü sevgi müstakbel nefretin kardeşidir. “Eğer…”lerin içi doldurulmazsa sevgi nefrete dönüşür bir anda… Günümüzdeki evliliklerin pek çoğu “Eğer…” türü sevgi üzerine kurulduğu için yuvalar çabuk yıkılıyor. Çocuklar çil yavrusu gibi dağılıyor etrafa.  Beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklıkları yağıyor sağnak sağnak… Bu sevgide insanlar birbirleri olduğu gibi kabul etmiyorlar, arzuladıkları gibi hayal ediyorlar. Hayallerle hakikatler örtüşmeyince duygular bir anda infilak ediyor yürek semalarında.  Netice malum…

İkinci tür sevgi “Çünkü…” diye başlayan sevgidir. Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu ya da bir şey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da şarta bağlıdır. “Seni seviyorum, çünkü çok güzelsin.” örneği bu sevginin membaını göstermek için kâfidir. Bu cümlenin açılımı “Güzel olmasaydın seni sevmezdim” şeklinde değil midir? Ya geçen zamanla birlikte güzellik kaybolduğunda ne olacak? Elbette silinip gidecek aşka dair ne varsa… Bir başka güzelin gölgesine sığınılacak. Yeni sevdalara yelken açılacak güzellik okyanuslarında. Şahsen bu simsarlara suret avcıları yakıştırmasını yapıyorum ben…  Fakat bu tür sevgi yine de “Eğer…” türü sevgiye tercih edilebilir. Zira “Eğer…”  türü sevgi elimizde olmayan bir şarta, “Çünkü…”  türü sevgi ise bizde var olan bir özelliğe karşılık duyulmaktadır. Bu en azından üzerimize fazladan bir yük yüklemez. Oysa “Eğer…” türü sevgi ateşten gömlekten farksızdır.

Üçüncü tür sevgi ise “Rağmen…” diye başlayan sevgidir. Bunda hiçbir şart ve beklenti yoktur. Bu sevgide bütün cümleler “Her şeye rağmen…” diye başlar. Sulandırılmamış, gerçek sevgi budur işte… Berrak ve saydam… Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” adlı eserindeki Esmeralda’nın Qusimodo’yu sevmesi sanırım “Rağmen…” ile başlayan sevgilere en güzel örnektir. Zira Esmeralda çok güzel olmasına rağmen kamburu olan ve görüntü itibariyle çirkin ve itici gözüken Qusimodo’yu her şeye rağmen sevebilmektedir.

Demek ki sevmek için daha ulvi sebepler mevcuttur: Aramak ve anlamak… İki sırlı kelime… Bunları görebilmek için yüreklerin göl değil, okyanus olması gerekir. Bakmak da her zaman görme neticesini vermeyebilir. Pencereye değil, pencereden bakanlar görebilir bunları… Zira pencereye bakanlar camdaki lekeleri, pencereden bakanlar ise önüne serilmiş eşsiz güzellikleri görebilirler. Bence bu sevgidir saygıdeğerdir olan… Her şeye rağmen sevebilirsek dünya ancak o zaman yaşanmaya değer bir yer olacaktır.

Sevgi havalarda uçan kuşun kanadındadır. Ona ulaşmak için düşmeyi de göze almak gerekir. Fakat sevgi uğrunda düşenler acımazlar. Sevgi aranmazsa bulunmaz… Nazenin bir çocuktur, alımlıdır, çekingendir, duyguludur. Bazen bir bakışta, bazen bir gülüşte, bazen titreyen bir sestedir. Hangi köşe başından, hangi dağın ardından belireceği kestirilemez. Bulana kadar aramalı sevgiyi, bulunca da hiç kaybetmemeli…

Sevginin yüceliği sevilenin azametinden beslenir. Hakk’a ve onun Habib’ine duyulan sevginin ötesine geçen bir muhabbete şahit olmadı yaşlı dünya, olmayacak da… Zira üzerinde yaşadığımız, nafakamızı sağladığımız dünya Hakk’ın Habib’ine duyduğu sevginin meyvesidir. Bu mübarek aşkların mumuna kimler pervane olmadı ki!…O yolda yürüyen nice gönül dostu, hissiyatı kelepçeleyen aklı, iman pazarında bırakmadı ki!…

Sevgi kurtaracak dünyayı… Nefretin kanattığı yaralara o merhem olacak. Onunla başımız erecek göğe. Nazarlarımızı o geçirecek basiret eleğinden… Gönül tahtına onun altın merdivenlerinden çıkarak ulaşacağız. Ufkumuz onunla alabildiğine genişleyecek. Hayal kırıklıklarını o def edecek atmosferimizden… Aşk çağlayanlarını o berraklaştıracak. Kirlenen muhabbet ırmaklarını o durultacak. Buz tutan kalplerimizi o ısıtacak.

Kaybolan tebessümlerimizi sevgi geri getirecek. Gizlerimizi o aşikâr edecek. Karanlık göğümüze parlak bir güneş gibi doğacak Dağılan düşlerimiz onun ikliminde gönül ipine dizilip yekpare bir hâle bürünecek. Yürek Puzzle’ının eksik kalan karesini o dolduracak. Su-i zanlar onunla hüsn-i zanna dönüşecek. Yürek inkılâbının fitilini o ateşleyecek. Hazanlarımız onun gül nefesiyle taptaze baharlara dönecek. Süveydanın üstüne parlak bir yıldız gibi doğacak sevgi… Güneşi bile hasedinden çatlatacak göz kamaştıran ziyası…

Sevgi ekmek ve su gibi lüzumlu bir ihtiyaçtır;  o, ruhumuzu doyuran manevi bir gıdadır. Ne alınır, ne de satılır. Akışkan bir özelliği vardır. Bir kez vücuda girince damarlarımızı dolaşarak kalp tahtına oturur. Sevginin en safını bir annenin gözlerinden okuyabilirsiniz. Onun tebessümleri biriken sevginin tezahüründen başka şey değildir. Ne güzel söylemiş gönüllerimizin tercümanı büyük Hak dostu Mevlana: “ Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”

Sevgisizlik en büyük felakettir. Zira bu; kıskançlığı, tamahkârlığı, bencilliği, şüpheciliği, çatışmayı, tahammülsüzlüğü, zorbalığı, kindarlığı, ataleti ve nefreti beraberinde getiren zehirli bir ok hükmündedir. Sevgisizlik dünyayı keşmekeşliğe sürükledi. Yürek çarpıntılarımız her geçen gün arttı. Gecenin karanlığı iyice üzerimize çöktü. Işıltılı sabahlar düşlerde kaldı. Çöllerdeki ve yüreklerdeki yarıklar iyice belirginleşti.

Sevgisizlik helezonları ruhları ezdikçe ezdi. Sağduyu sağduyusunu kaybederek intiharı seçti. Gökler bile esirgedi ab-ı hayat hükmündeki can suyunu. Baharın gülen yüzü siyaha büründü. Matemler atmosferin tabii rengini kovdu. İnsanlık gölgesiyle bile savaşır oldu. Vicdanlar köreldikçe köreldi. Aynalar ara renkleri yansıtmaz oldu. Gözler siyahla beyaza mahkûm şimdi. Kelimelerin her bir harfine kan ve kin bulaştı. Tebessüm çiçekleri kurudu susuzluktan. Karıncalar hüzün ve şekva taşıdı Mevla’ya… Heyulalar köşe başlarında gösterdi azı dişlerini. Çılgın arzular ve ihtiraslar teslimiyetin ve sükûnetin ipini çekti.

Sevgi akarsu gibidir. Nasıl ki akarsu geçtiği toprakların susuzluğunu giderir, kurumuş otları, ağaçları ve çiçekleri canlandırırsa, öyle de sevgi de yüreklerin pasını siler,  dört bir yanını cilalar, en güzel kokularını ona bahşeder. Tennureler rengini ondan alır. Kudümler sesinin heybetini ona borçludur. Günahların isinden kararan ruhları ancak o berraklaştırabilir. Onun için sevgide cimrilik ihanettir. Onu bolca sarfetmeli ki tazelensin, filizlensin, körelmesin. Gönül haritamızın merkezinde o vardır. Çıkınınızı sevgiyle doldurduysanız açlıktan ve susuzluktan korkmayız. Zira odur gerçek açlığımızı ve susuzluğumuzu gideren.

En büyük açlık ve yoksulluk sevgisizliktir kanaatimce… Çünkü yürek doymayınca karınların hayvanice doyması manevi açlığımızı gidermez hiçbir zaman… Aymazlıkların kavşağında basiret güzergâhıdır sevgi… Nefretten ve uzletten kaçışın nihai sığınağıdır. Tebessüm güneşinin kutsal ziyasıdır. Zorunlu sürgünlerin dönemecinde beliren aydınlıktır.

Ruhun gurbetine sıladır sevgi… Yalancı seherlerin tiz yankısıdır. Kelebeğin kanat çırparken hissettiği doyumsuz heyecandır. Arının bal yapmak için bin bir çiçekten topladığı şifa kaynağı polendir sevgi… Yüreklerin yankılanan sesi, göğüs kafeslerimizin nefesidir. Anadolu’nun ezgilerinden kopan içli nağmedir. En zor zamanlarda hayata yeniden “Merhaba” diyebilmenin ve gönüllerin kavruk ateşinde mumdan bir suret kalabilmenin büyüsüdür.

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.