Ramazanlarımız: Onbir Ayın Sultanı mı, Esiri mi?
Ramazan ayı, Allah’ın (c.c) Müslümanlara lütfettiği en büyük ikramlardandır. Cennete götüren amellerin yeşermesini mümkün kılan ilahî bir mevsimdir. Bu mevsimde ibadetlerin filizlendiği gönül bahçeleri, hiçbir zaman bu kadar bereketli ürünler vermez. Çünkü o bahçeye rahmet ve sekinet yağmurları daha önce bu denli inmemiştir. Gönüllerde yeşeren salih niyet tohumları bu ayda rahmet sağanakları altında öyle büyür ki önce eşkin verir ve filiz olur. Sonra mağfiretle beslenerek gürbüz bir fidan oluverir. En sonunda da iman mevsiminin bir meyvesi olarak cennete dikilir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in ifadesi ile “evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluş” olan bu ay, bir müminin ömrü boyunca geçireceği olgunlaşma aşamalarının göstergesi niteliğindedir. Feyiz ve bereketlerle, afv ve mağfiretlerle dolu olan, sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın toplum hayatında yoğunluk kazandığı, ibadet hayatımızın zenginleştiği, ilahî emirlere karşı yatkınlığın arttığı, nefislerin kırıldığı, kalplerin dirildiği, gönüllerin aydınlanıp coştuğu, insanî erdemlerin tekrar tekrar hatırlandığı bir zaman dilimi olarak bir Müslüman yaşamının prototipi niteliğindedir. Bu anlamda Ramazan ayı Allah’ın biz müminler için hazırladığı bir mektep olmanın yanında onun getirdiği iklim ise Rabbimizin büyük bir ihsan ve nimetidir.
Bu aya hürmet edilmesi Kur’ân’ın ifadesi ile insanlara doğru yolu gösteren (hidayet), doğru ile yanlışı birbirinden ayırıp açıklayan (furkân) bir rehber olmak üzere Kuran’ın bu ayda inmiş olması sebebiyledir. Rabbimiz bu ön ifadelerden sonra “Sizden kim o aya erişirse oruç tutsun…"[1] buyurmaktadır. Beşeriyetin ufkunda batmayan bir güneş gibi doğan bu yüce kitap, dünya döndükçe her Ramazan ayında yeniden insanlığa hidayet ve furkan teklifini yenileyecektir.
Kur’ân’ın o yüce elçiye indiği Ramazan ayı, insanlık tarihi için yeniden yeşerme ve çiçeklenme olduğu gibi, her yıl bizlere gelen Ramazanlar da her insanın bireysel yaşamına o ruhanî baharı taşıyan bir mevsim olarak görülmelidir. Nasıl ki kirlenen evler, odalar baharla birlikte yeniden temizlenir, badanalanır, yıkanır, paklanırsa insan ruhu da bu mevsimin manevî rüzgârı ve ilâhî sağanağı altında arınıp, paklanır. Ruhumuzun yıpranan yerleri yeniden onarılır, yeniden dinamik ve zinde bir karakter kazanır. Ramazan ayı bu yönüyle de yenilenme ve güçlenme iklimi olarak görülmelidir.
Ramazan ayının on bir ayın sultanı olarak tanımlanmasının sebepleri de kendisinde ruhî hayatımızı diriltecek her türlü ibadeti taşıyor olması sebebiyledir. Çünkü bir müşkülü olan kişinin, sultana ulaştıktan sonra vezire, kadıya, müftüye, beylerbeyine, seraskere, kaymakama ihtiyacı kalmaz. Sultan diğer devlet mertebelerinin hepsinin hakikatini kendinde zaten toplamıştır. Ya da saydığımız devlet mertebeleri zaten sultanın hükmü altındadır. Yani yönetim açısından vezir, adalet açısından kadı, fetva açısından müftü hep sultanın bir itibarla zuhurundan ibarettir. Aynen bunun gibi Ramazan ayı da bütün diğer ayların hakikatlerini kendinde taşıması ile diğerlerinden farklılaşır. İbadetleri kendinde toplaması, Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın geldiği o yüce elçi olan Hz. Muhammed (s.a.s)’in de taşıdığı vasıflardandır. Nitekim Kur’ân diğer üç kitabın hakikatini topladığı gibi, Efendimiz (s.a.s) de sair peygamberlerin gösterdikleri bütün yolların çıktığı ana kavşak noktasıdır. İşte Ramazan ayı ve o aydaki Kadir gecesi Kur’an ve Rasûlullah (s.a.s)’i buluşturan İslam’ın ana merkez noktası olmayı temsil eder. Kadir gecesinin bin aydan hayırlı olması, bin ayı bütün ibadet ve taatları ile kendinde toplayıcı olması niteliği sebebiyledir. Demek ki Ramazan ayı ibadetlerin her birinin zirvesini kendinde bulunduran ve gönül coğrafyamızda uzanan bir sıradağ silsilesi gibidir. Her bir amelin zirvesi ondadır. O aya samimi bir kalple yönelenler İslam’ın insan maneviyatı için yazdığı bütün reçetelere de ulaşmış olur.
Oruç bu ayda yoğunlaşır, Kur’an en çok bu ayda okunur, namaz en çok bu ayda kılınır. İtikâfa çekilen zihinler en çok bu ayda tefekkür ve zikir ibadetlerini yerine getirmiş olurlar. Ramazan ayı bütün bu ibadetlerin tesirini, tadını ve hazzını kendinde toplayan aydır. Ramazan ayının bu tesiri sebebi ile insanların manevî duygularının galeyana gelmesi yanında şeytanlar bile zincire vurulur. Üstat Sezai Karakoç, Ramazan mevsiminin bu mucizevi doğasını şöyle ifade eder: “Şuuraltında yatan ve hep yarınlara bırakılan niyetleri, ramazan, şuuraltını dinamitleyerek, gün ışığına çıkarıyor. Bir de bakıyoruz, namaz kılanların dolaylarında olup da namaz kılmayanları, ramazan, bir çığ gibi camilere sürüklemiş. Bir de bakıyoruz ki, ruhta kayalık olan bir yer, bir dinamitle asfalt olmuş.”[2]
Demek ki Ramazan ayı on bir ay ile manevî irtibatlar kuran, on bir aya diriltici bir soluk üfleyen bir sultandır. On bir ayın komutanı, lideri, müktedası, kıvam vericisi, tahkim edicisi, kurucu ve belirleyici öznesidir. On bir aya kendini açmayan ve oraya tesir etme kabiliyetini yitirmiş bir Ramazan nasıl sultan olur? Dolayısıyla günümüz Müslümanlarının geliştirdikleri yeni Ramazan atmosferlerini ve Ramazan kültürlerini bu soru altında yeniden değerlendirmeleri ve belki de soruları çoğaltmaları zaruridir.
Modern yaşam algımız ve dünyevî algılama biçimlerimiz mi Ramazan pratiklerimizi belirliyor yoksa Ramazan ayının hakikati bizi kendisine davet ederek ilâhî nefesi ile bütün zamanlarımızı kendi rengine mi boyuyor? Sanırım cevabını verdiğimizde Ramazan ayını sultan değil sadece bir esir, hizmetçi konumuna düşürdüğümüzü, dünyevileştiğimiz on bir ayın algılarının boyunduruğuna soktuğumuzu, on bir ayda yaptığımız eylemlerin Ramazanı da prangaya vurduğunu söyleyebiliriz.
Bedenin aç kalması olarak görülen oruçlarımızın iftarla birlikte bedenin açlığa karşı intikamına dönüşmesi şehvet ve arzularımızı daha da şımartıyor. Oysaki oruç imkân âleminden kesilmek ve vücûb âlemine kanatlanmak demek değil midir? Bu yolculukta beden terk edilmez ki. Sadece bedenin yeme içme ipi/irtibatı kesilerek mâsivâ limanlarından ayrılıp marifet denizlerine doğru yol alınır. Bu yolculukta beden de bizimledir ve açlıkla güzelleşmiştir. Sadece beden değil aklımızın, hayallerimizin, kaygılarımızın çapasını da sudan kaldırır Ramazan. Önümüze yeni bir idrak ve şuur ummanı açar. İbadetleri de fark etmeyi ve her birine tek tek ve hakkıyla yoğunlaşmamızı sağlar. Çünkü ibadetin maddi şartı niyet, manevî şartı ise şuur, idrak, farkındalıktır. Zaten kişinin ibadeti aklettiği kadar değil midir? Neyi, niçin, neden yaptığını bilmeyenin istikrarı olmaz. Amellerde istikrar, bu farkındalığa bağlıdır. Müminler ibadetleri hakkında bir karar sahibi olmamışlarsa o ibadetlerin salah üzere idamesinde de istikrar sahibi olmazlar.
Başta sorduğumuz soruları çoğaltabiliriz. Ramazan öncesinde olmadığı kadar zengin iftar sofraları kurarak nasıl Ramazanın sultan olduğunu ifade edebiliriz? Hele fakirlerin olmadığı beş yıldızlı “iftar baloları” Ramazanın izzet ve asaletine, tevazu ve rikkatine ters değil mi? Sultanlara layık sofralar kurarak kendimiz sultan, Ramazan ayı ise arzularımızın ve itibar kılığına girmiş nefsimizin esiri olmuyor mu? Tutulan oruçları, yapılan iftarları, kılınan teravihleri, verilen sadakaları, okunan mukabeleleri ve çekilen zikirleri attığımız twitt ve sosyal medya paylaşımları ile nasıl ruhsuzlaştırdığımızın farkında mıyız? Ramazanı gösterişçi dindarlığımızın nesnesi haline getirmeye başladığımızı görmüyor muyuz? Ağzı bol laf, cebi bol para yapan hocalarımızla geçen iftar ve sahurlarımızın ihlassız menkıbeleri dolduruyor kulaklarımızı. Seyrettiklerimiz Ramazanımızın ihlâsını satın alıyor, oruçlarımızı buduyor. Göz değil midir kalp ve gönül kitabının yazarı. Hal böyle olunca gönlümüze yazılan karalama, müsvedde ameller oluyor. Hayatımıza Ramazan kıvam vereceğine biz Ramazana on bir ayımızın kokusunu sindirmekteyiz. Ramazan sultan ise bizler de sultanlar gibi olalım, Ramazan dünyamıza dokunmadan geçsin istiyoruz. Hayır. Ramazanın sultanlığı ibadetlerin tamamını kendinde cem etmesi iledir. Sultanlık toplayıcı olma vasfı ile ortaya çıkar. Kadir gecesi gecelerin sultanıdır, bin ayı kendinde toplar. Cuma haftanın sultanıdır müminleri kendinde toplar, bir araya getirir. Dolayısı ile bizlerin sultanlığı da ancak ruhumuzun bedendeki bütün aza ve kuvvâlarımıza sultan olmamız ile gerçekleşecektir. Kendi kalıbına hükmü geçmeyen bir ruh nasıl sultan olur? İşte Ramazan ayının ve orucun bizlere verdiği en büyük ders budur.
Unutmayalım ki insanın önce kendi özüne yakınlaşması, sonra başka insanlara yakınlaşması, tabii ki Rabbine yaklaşması ve Allah’ın huzurunda kutlu bir onarım ve tamirata girmesi gerekmektedir. Bu tamirat için temelde üç şeyi muhafaza etmeliyiz.
Öncelikle mekânı muhafaza etmeliyiz. Ramazanda Kuran meclislerine, camilere, ibadet ve salih amel ortamlarına girerek mekânı muhafaza etmeliyiz. Mekânın şehadetini almak ve mekânın rızasını elde etmeye çalışmalıyız. Hele bir de itikâfa çekilme ihsanına nail olmuşsak mekân bizden hoşnut olmuştur. Ramazan mekânlarını sadece eğlence ve iftar sofralarına, sahurlara kadar oturulan kıraathanelere indirgemek ne büyük bir kayıptır!
İkinci olarak vakti muhafaza etmeliyiz. Anın her bir kesitini ibadet şuuruna intikal ettirerek yaşamalıyız. Oruç diğer ibadetler içerisinde en uzun süreli yapılan ameldir. Oruç hatta mecazî olarak ameldir bile diyebiliriz. Çünkü oruçlu iken yaptığımız bir fiil yoktur. Bütün fiillerimiz bazı şeylerden kaçınmaktan ve onları yapmamaktan ibarettir. Dolayısı ile orucun fiili, aklı ve şuuru devreye sokan tefekkürdür. Oruçlunun tefekkürle vakti muhafaza etmesi Ramazanı ilahî bir mektebe, manevî bir kariyere çevirecektir. Vakti muhafaza etmek imsakı ve iftarın hakikatini idrak etmeye çalışmakla daha da bir gerçekleşir. Dolayısı ile mümin orucun her bir anında bir marifet cephesini fetheder. Hal böyle olunca Ramazanın gündüz ve gecelerini dünyevi lakırdılarla, boş işlerle geçirmek ne büyük nasipsizliktir.
Son olarak kalbi muhafaza etmek gerekir. Kalp nazargah-ı ilahidir. mümin Ramazanda içini süsleme gayretinde olmalıdır. Çünkü insanlar bizim dışımıza, Hakk ise içimize nazar eder. Efendimizin (s.a.s) buyurduğu gibi “Şüphesiz Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Ancak amellerinize ve kalplerinize bakar.”[3] Hakk’ın nazarı altında bir kalp ile mümin, Ramazanda imkân âleminden kesilmiş ve ruhânîleşmiştir. İradesini Rabbi’ne bırakmış ve Hakk’ın emirlerine asker olmuştur. Helallerden de haramlardan da uzaklaşmış, dünyaya zühd etmiş, ahirete rağbet kılmıştır. Bu sebeple de kalb rikkatini bulmuş ve nurlanmıştır.
Bahsettiğimiz bu üç muhafazaya belki gözü, dili, mideyi ve iffeti muhafaza da eklenebilir. Bunlar Ramazan ayını sultan kılmanın temel ölçülerindendir. Sultanı Ramazan olanın sarayı ise cennet olacaktır. Bize de bu saraya girmek için önce kendi bedenimiz olan mülkümüze muhafız olma görevi verilmiştir. Rabbim bizlere bu görevi ifa ederek sadece mide orucu değil, dil orucu, göz orucu, kalp orucu tutarak bütün bir hayatı Ramazanlaştıracağımız; kendimizle birlikte tüm insanlığı da dirilteceğimiz bir Ramazan ayı yaşatsın.
Ramazan iklimi başta mekânımızın olmak üzere ânımızın, saatimizin, zamanımızın ve ömrümüzün sultanı olsun.