“Biat için toplanın!” nidası Hudeybiye’de yankılandığında bölgeye dağılmış olan Müslümanlar, Rasûlullah’ın yanına doğru hızla koşmaya başladılar. Herkes “ilk” olmak istiyordu. Küçük bir ağacın gölgesine oturmuş Rasûl’ün yanına ilk gelen Sinan b. Ebî Sinan oldu. Rasûl-i Ekrem’in elini heyecanla tutup: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sana biat ediyorum!” dedi. “Ne üzerine biat ediyorsun?” diye sordu. Sinan (ra): “Gönlünden ne geçiyorsa, bizden ne adına biat alıyorsan onun üzerine.”Rasûlullah yine sordu: “Benim gönlümden geçen nedir?”Sinan (ra)’ın cevabı: “Fetih ya da şehadet! Ey Allah’ın Rasûlü, Allah sana zafer bahşedinceye kadar senin önünde kılıç sallamaya veya bu uğurda ölmeye biat ediyorum.” Diğer Müslümanlar da Sinan (ra)’ın biati üzerine biat ettiler. (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VI, 146.)
Ashabın, Allah ve Rasûlü’nü canlarının önüne geçirdiğinin en kuvvetli ispatıdır Rıdvan Biati. Bana bir şey olur mu, ölür müyüm diye düşünmeden… Dinin emirlerini zarar görmediği müddetçe uygulayıp küçük bir tehlike karşısında yan çizen, kaypaklaşan, sadece nemalanmak için İslam’ı tercih etmiş görünen münafık tabiatlı kişilerle kıyas götürmez bir tavır…
Müslümanlar, Uhud Savaşı’nda düşmanı hezimete uğratmak üzereyken Hz. Peygamber’e itaat konusunda gevşeklik gösterdiklerinden Allah Teâlâ imtihan için onlara kayıp verdirmişti. (Âl-i İmrân 3/152) Bu durum, sadece münafıklardaki cahilî düşünceyi ortaya çıkarmakla kalmamış, Müslümanların da zaaflarını görmelerine vesile olmuştu. Rasûlullah çağırdığı hâlde Müslümanlar, arkalarına bile bakmadan kaçıyorlardı:
“Sonra kederin ardından üzerinize bir emniyet duygusu, içinizden bir grubu sarıveren bir uyuklama hâli indirdi. Diğer grup da, canlarının sevdasına düşmüş, Allah hakkında haksız bir şekilde cahiliye zannıyla: ‘Bu konuda bizim fikrimizi mi aldılar?’ diyorlardı. De ki: ‘Bütün karar ve yetki Allah’a aittir.’ Onlar, sana açıklamadıklarını içlerinde gizliyorlar ve: ‘Bizim bir tercih hakkımız olsaydı burada böyle öldürülmezdik.’ diyorlardı. Onlara şöyle söyle: ‘Siz evlerinizde bile olsaydınız, kendilerine ölüm takdir edilmiş olanlar, düşüp ölecekleri yere mutlaka gideceklerdi. Allah, bunu sinelerinizi denemek, kalplerinizi arındırmak için yapmıştır. Allah, gönüllerin özünü çok iyi bilir.” (Âl-i İmrân 3/154)
Menfaat Merkezli Bir Anlayış
Uhud’a sırf ganimet elde etmek için katılanların yaktığı fitne ateşidir bu. Ben merkezli anlayış, dinin ahlakîliği ilkesi ile tamamıyla çelişmekte. Günümüzde hayatının merkezine kendi görüş ve düşüncesini koyan, tek başına kalarak atıl duruma düşen, inanç ve yaşantısının kimseyi ilgilendirmediğini iddia eden, kendi hevasını ilah edinenler ile benzeşen bir durum. Oysa bizden istenen her daim iman-islam üzere bulunmamız, menfaat merkezli değil de Allah merkezli bir din anlayışına sahip olmamız.
Ayetteki zan; insanların, Allah’ın Müslümanlara destek vermeyip davasını yok olup gitmeye mahkûm ettiği, başlarına gelenin -hikmetten ari vehimleriyle- şer olduğuna hükmetmeleridir. Bunun yerine onların Allah hakkında hüsnüzan beslemeleri gerekmez miydi? Zira: “Allah hakkında iyi zan beslemek ibadetlerin iyisindendir.” (Ebû Dâvûd, Hadis no:4993.)
Zan; cahiliyenin beslendiği ana membadır.
Zan; dış görünüşe takılmak, hikmetten yoksun bir şekilde sadece sonuçla ilgilenmektir.
Zan; kesin bilgiye dayanmadan ileri geri konuşmaktır.
Bilgisini Allah’a bağlamayanlar, zan üzere yaşayanlar bilgi edinmekle cehaletlerini katmerleştirirler sadece. Peygamberimizin, Mekke’nin en kültürlü tüccarı Ebû’l-Hakem (bilgeliğin babası)’i Ebû Cehil (cehaletin babası) olarak isimlendirmesi, İslamiyet’in cahiliye değerlerini nasıl altüst ettiğini gösterir.
Kur’an-ı Kerim, yeryüzündekilerin çoğunun zan ve tahmin ile hareket ederek insanları Allah’ın yolundan saptırdıklarını vurgular. (Enam 6/116) Ancak zannın olumlu manada kullanıldığı ayetler de mevcuttur: Mesela bilinmesi mümkün olmayan gaybî konulardaki inanç, “zan” ile ifade edilir. (Bakara 2/46; Hakka 69/20)
Zan Ahlakı
Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu zan ahlakına göre bir konuda karar verirken mevcut deliller doğrultusunda zanda bulunulmalıdır. Kesin delil olduğu hâlde zayıf veya uydurulmuş gerekçeleri yüceltmek ve hayatlarını ona göre biçimlendirmek ise kabul edilemez. Müşriklerin ahiret hakkındaki zanları buna örnektir. Kendilerinin yoktan var edilişlerine, gözlerinin önünde her an ölüp dirilen tabiat ayetlerine rağmen: “Şu çürümüş kemikleri de kim diriltecekmiş!” (Yasin 36/78) diyecek kadar küstahlaşabiliyorlar. Aslında şirkin kaynağı da Allah hakkında beslenen kötü zanlardır.
Günümüzde kesin bilgi sahibi olunmadığı hâlde din adına söylediklerinin ayet/hadis olduğunu iddia etmek de Allah ve Rasûlü’ne atılan en büyük iftiralardandır. Araştırma yapıp gerçeğe ulaşmak yerine varsayımlar, köksüz ve mesnetsiz boş iddialar peşinden gidenlerin ise hakikate ulaşamayacakları ortada. “Sadece zan ve tahminin peşine takılmış gidiyorlar. Zan ise gerçek karşısında hiçbir şey ifade etmez.” (Necm 53/28)
Zannın ahlakî boyutuna baktığımızda İslam dini, suizandan kaçınıp hüsnüzan beslemeyi öngörür. Hz. Âişe’ye iftira edildiğinde müminlerin şunu yapmaları gerektiğini vurgular: “İftirayı işittiğinizde -mümin erkekler ve kadınların- birbirleri hakkında hayırlı bir zanda bulunup: ‘Bu düpedüz bir iftiradır!’ demeleri gerekmez miydi?”(Nur 24/12)
Zanlarımız aslında bizim hayata, olaylara, insanlara nasıl baktığımızın resmidir. Sinelerde gizli olanın dışa yansımasıdır. Basite almamak gerekir; vebali büyüktür. Zan ile birbirinin kusurlarını araştıranlar sonra onları arkalarından çekiştirmeye başlayarak diğer insanları da ateşin içine çekerler. Arkasından tahmin bile edemeyeceğimiz olumsuzluklar meydana gelir. (Hucurat 49/12) Zira basit gördüğümüz hadiseler büyük olaylara kapı aralayabilir.
Bilerek işlenen her günah, Allah hakkında beslenen kötü zandan kaynaklanmaktadır. Allah’ın affedeceği zannıyla havf ve reca’ konusunda olması gereken dengeyi bir tarafa kaydırmak… Bu konudaki diğer bir zan: İblis’in Âdem (as)’e secde etmeyişine mazeret olarak ateşin çamurdan üstün olduğunu iddia (zan) ettiği gibi günah işleyerek âdeta şöyle demek: “Benim fikrim en doğrusu.”
Zülfüyâre Dokunulduğunda…
Zannu’l-cahiliye’nin başında, olup bitenler hakkındaki sorumluluğu başkasının (özellikle Allah’ın) üzerine atmak gelir: “Müşrikler: ‘Allah dileseydi biz de atalarımız da hiçbir şeye ilah diye tapmazdık…’ derler.” (Nahl 16/35)Toplumu karşılarına alacak cesaretleri olmadığı için atalar dinine sığınan bu zavallı insanlar, böylece azaptan kurtulacaklarını zannederler ama ne çare!
Başlarına gelen belâlardan dolayı âdeta Allah’a hesap soracak makamda görürler kendilerini. Oysaki yaşanan acılar ve yenilgiler, insanların hesap günü gelmeden kendilerini sorgulamalarına; niyetlerini, duygularını temizleyip arınmalarına; hatalarını düzeltmelerine vesile olan nimetlerdir. İmtihanlar insanların inançlarını, düşüncelerini, duruşlarını netleştirir; onları terbiye eder. Bu yüzden dünyada kâfirlere verilen nimetler sakın bizi aldatmasın. (Âl-i İmrân 3/196) Eğer Müslüman’ın başına musibet gelmeyecek olsaydı imtihanın anlamı olmazdı. Herkes iman ederdi o zaman. Mümin ile münafık/kâfir ancak böyle imtihanlarla ayrışır: Zülfüyâre dokunulduğunda…
Kaygısı “Allah” Olanlardan Olmak
Bizlere düşen; her durum ve şartta Allah ve Rasûlü’ne tam teslim olmak, sabır-sebat göstermek, sadece gayret edip sonucu Allah’tan beklemek, başımıza gelen kötülükleri kendimizden iyilikleri Allah’tan bilmek, olayların içine gizlenen hikmeti fark edebilmek, her işte bir hayır görebilmek…
Yani çözüm, nefsimizi beslemek yerine Allah’a olan imanımızı kuvvetlendirecek gayretlerin içinde olmak, imanımıza emek vermek. Bu ise ancak Rabbimizi daha iyi tanımakla mümkün.
Yeni yorum ekle