Nasıl Başardı?

 

kırmızı gül red rose efendimiz gül verme siyerElindeki gülü getirip Arabistan çölünün ortasına dikti. “Bunun adı İslâm gülü. Güzelliği gözlere can, nefis kokusu gönüllere iman getirecek; canlı renkleri ölü kalpleri diriltecek.” dedi. Herkes ona gülüp geçti. Bu iklimde sadece ebûcehil karpuzunun çiçeği açar, başka çiçekler açmaz, açsa bile kimse ona dönüp bakmaz, dediler. İslâm gülü ilk tomurcuğunu verdiği zaman, ebûcehil karpuzu çiçeğinden başkasını bilmeyenler onun güzelliğini göremediler. Gül diken zâtın gönlü biraz burkulmakla beraberümidi kırılmadı. Gülünü sulamaya devam etti. Gülün nefis kokusu iyice hissedilmeye başlayınca, zevk-i selîm sahibi olmayanlar bu gönül okşayan kokuyu beğenmediler. Kokusu bizi rahatsız ediyor, diye gül ağacını taşladılar. Onu kendi topraklarından söküp atmak istediler. Gül diken zât, gülün en güzel çiçek olduğundan ve onu bir gün bu zevksiz ve duygusuz insanlara kabul ettireceğinden emindi. Paniğe kapılmadı. Güle atılan taşlara vücudunu siper etti. Gün geldi, gözler ve gönüller birer birer açılmaya başladı. Herkes gül kokusuna koştu; gül diken zâtın ellerine kapandı. Senin ve gülünün kıymetini bilemedik, bağışla, dediler. Gül diken zât azmi, kararlı tutumu, sabrı ve tahammülü sayesinde dâvayı kazanmıştı.

En Kötüsü Yılgınlık

Bu hüzünlü gül hikâyesi, Resûl-i Ekrem Efendimizin çileli mücadele hayatının hikâyesidir. Peygamberler Sultanı Efendimizi başarıya götüren ilk ve en önemli sebep, Allah’ın Elçisi olduğunda asla şüphe etmemesi, gittiği yolun doğruluğuna yüzde yüz inanmasıydı. Cenâb-ı Hakk’ın kendisini desteklediğini gördükçe, dâvasının hak olduğuna yeniden iman ederdi. Böylece hem imanını yeniler hem de azmini güçlendirirdi.

Hicretin dokuzuncu yılında yapılan o çetin ve sıkıntılı Tebük Gazvesi unutulacak gibi değildir. Müslümanlar bu seferde hem su hem yiyecek hem de binit sıkıntısı çektikleri için bu sefere “usre” (zorluk, güçlük) seferi adı verilmiştir. Yazın en sıcak günlerine denk gelmesine rağmen hiç kimse bu seferin böylesine zahmetli ve zor olacağına ihtimal vermemişti. Askerin yiyeceği büsbütün tükenince, su taşıdıkları develeri kesip yemeyi düşündüler. O zaman Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ashâb-ı Kirâm’a, arta kalan yiyecekleri getirmelerini emretti. Zira o devirde herkes harbe kendi imkânlarıyla gider; yiyeceğini, giyeceğini ve silahını kendisi temin ederdi. Herkes boşalan erzak torbalarını karıştırmaya başladı. Kimi bir avuç mısır, kimi bir avuç hurma, kimi bir ekmek parçası getirdi. Yere serilen deri yaygının üzerinde azıcık bir yiyecek birikti. O zaman Peygamber-i Zîşân Efendimiz yiyeceklerin bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua etti. Sonra da herkesin o yiyeceklerle kaplarını doldurmasını emretti. Asker emredileni yaptı ve doyuncaya kadar yedi. Yine de o deri yaygının üzerinde bir hayli yiyecek arttı. İşte o zaman Kâinâtın Efendisi, sıkıntıya düştükleri bir zamanda Mevlâ’sının lutfettiği bu maddî destek karşısında duyduğu minnet ve şükrânı “eşhedü en lâ ilâhe illallah ve ennî Resûlullah (Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendimin Resûlullah olduğuna kesinlikle inanırım)” diye dile getirdi (Müslim, Îmân 45).

Efendimiz aleyhisselâm, dâvasının hak olduğuna imanı, tuttuğu yolun doğruluğuna güveni sebebiyle çelik gibi bir azme sahipti. Önündeki engebeler, virajlar onu yıldırmadı. Yoluna kurulan tuzaklar azmini sarsmadı. Kendisini tereddüt ve endişenin adam yiyen kollarına bırakmadı. Bir gün olsun “acaba?” demedi. Zira azmini gevşetmesine, gayretini azaltmasına, sabırsızlık göstermesine Cenâb-ı Mevlâ fırsat vermedi. Karşısına çıkan dağ gibi engellere bakıp yılgınlık göstermemesi için ona “azim sahibi peygamberleri” örnek gösterdi: “Resûlüm! Peygamberlerden üstün irade sahibi olanlar gibi sabret!” buyurdu (Ahkâf 46/35). Getirdikleri hak dini kabul etmeyen kendi öz milletleri tarafından türlü işkencelere tâbi tutulmak peygamberlerin kaderiydi. Onların içinde malıyla, canıyla, çocuklarıyla imtihan edilenler vardı. Sadece kendileri değil, derin iman sahibi ümmetleri de benzeri sıkıntılara uğramışlardı. Ama onlar bu sıkıntılara katlanmışlardı. Zira zafere erişmek isteyenlerin sıkıntılara katlanması ilâhî bir kanundu.

Zâlim efendilerinden dayanılmaz işkenceler gören Habbâb ibni Eret gibi sahâbîler bir gün Efendimizaleyhisselâm’a dert yandılar:

- “Bizi kurtarması için Allah’tan yardım istemeyecek misin? Bizim için dua etmeyecek misin?” dediler. Allah’ın Resûlü onlara biraz dayanmayı tavsiye buyurdu:

- Sizden önce nice yiğit müslümanlar ne büyük çileler çekmişlerdir. Onları kazdıkları çukurlara gömmüşler, vücutlarını testereyle ikiye biçmişler, bedenlerini demir taraklarla taramışlar, etlerini parça parça etmişlerdi. Bütün bu zulümlere rağmen onlar dinlerinden dönmemişlerdir, dedi (Buhârî, İkrâh 1). Kendisi de çok çekti. Ama sabretti. Ümidini yitirmedi. Önünde sonunda bu dinin önemini, bu dâvânın büyüklüğünü kavrayacaklar, diye düşündü. Yılgınlığa yüz vermedi. Hak düşmanlarıyla yıllarca tek başına mücadele etti. Her zorluğa göğüs gerdi. Sonunda bu sarsılmaz azmi, gayreti, sabrı ve tahammülü sayesinde beklediği ve umduğu zaferi kucakladı.

Yenilenme

Kureyş Kabilesi’nin Resûlullah Efendimize yaptığı en kötü en ağır en merhametsiz hareketin hangisi olduğu hususunda Ashâb-ı Kirâm farklı olaylar anlatırlar. Kimine göre bu olayların en çirkini, ilâhlarına Hz. Peygamber’in hakaret ettiğini, dinlerini kötülediğini ve yaşayış tarzlarını küçümsediğini ileri sürerek Mekkeli zorbaların onun gömleğine yapışıp kendisini boğmaya çalışmalarıdır. Kimine göre Peygamber-i Zîşân, Kâbe civarında namaz kılarken secdeye vardığı zaman sırtına yeni kesilmiş bir devenin kanlı ve pis döl yatağını atmalarıdır. Kimine göre Peygamber Efendimize yapılan en büyük hakaret, Tâiflilerin o çirkin davranışıdır. Bu zâlimlerin “Allah senden başka peygamber gönderecek adam bulamadı mı?” diye alay ederek, mübarek vücudunu taşa tutarak kendisini topraklarından zorla çıkardıkları o dehşetli gün gerçekten de unutulacak gibi değildir. Adamların gözleri ne kadar körelmiş, şuurları ne kadar uyuşmuş olmalı ki, ayaklarına kadar gelen, ellerine sevgiyle uzanan o rahmeti, o bereketi görüp farkedemediler.

Yirmi üç yıl boyunca Allah’ın sevgilisini üzdüler, bunalttılar, kırdılar, incittiler.

Ya Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin bu merhametsizlerden çektikleri!? Sadece fakir ve yoksul sahâbîleri değil varlıklı, hatırlı, nüfuzlu, hem de kendileri gibi Kureyşli müslümanları kırıp incitmeleri! İslâm’ın açıkça yayılmasına karar verildiği gün Kâbe’nin civarında kavmine hitâp ederek onları İslâm’a dâvet eden Hz. Ebû Bekir’i öldüresiye dövmeleri! Sekiz yaşında müslüman olan Zübeyr ibni Avvâm’ı dininden döndürmek isteyen amcasının onu hasıra sarıp dumana boğması! Bilâl-i Habeşî’nin, Ammâr ibni Yâsir’in, Habbâb ibni Eret’in ve diğer pek çok kölenin zâlim efendileri tarafından ateşle dağlanması, kızgın güneşin karşısında ağır taşlar altında inim inim inletilmesi, dövülmesi, sövülmesi! Arabistan’ı kendilerine dar getirdikleri Ashâb-ı Kirâm’ın yurtlarını, yuvalarını terkedip deniz aşırı bir ülkeye, Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalması! Daha nice sahâbenin dinlerinden en küçük fedakârlık yapmadan dayanılması zor baskılara tahammül etmesi!..

Sözün özü şudur: Tarihin her devrinde şu güzel dünya başta peygamberler olmak üzere samimi dindarlara birer çilehâne olmuştur. Allah demek yasaklanmış, O’na ibadet etmek engellenmiş, dinin gereklerini yapmaya imkân ve fırsat verilmemiştir. Ama peygamberler ve onların izince gidenler, tuttukları yolun hak olduğunu iyi bildikleri için o yolda büyük bir azim ve gayretle yürümüşler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine yardım edeceğine sarsılmaz bir şekilde iman etmişler ve za’fa düşmedikleri için sonunda umduklarına kavuşmuşlardır. Muâz ibni Cebel Hazretlerinin zaman zaman yanındaki zâta “Gel, bir süre oturup imanımızı ve dinî duygularımızı güçlendirelim.” demesi gibi müslümanların da zaman zaman oturup iman ve azimlerini yenileyip güçlendirmeleri gerekebilir. Bu duraksama bir gevşeme, bir oyalanma, boşuna zaman harcama değildir; aksine tazelenme, bilenme, atacağı adımı iyi hesap etmedir. Şartlar ne olursa olsun Müslüman, “zafer bizimdir” diye düşünmelidir. Hiçbir zaman “eyvâh” diye dövünmemeli, “vah, tuh” diye esef etmemeli, biricik önderimiz, yegâne örneğimiz Efendimiz gibi sabırla, azimle, gayretle ve hepsinden önemlisisarsılmayan bir iman ile yürümeye devam etmelidir. Gün gelecek, bahçemizdeki gül yediveren olacak, gözü ve gönlü kapalı olanlar o gülü koklamaya koşacaklardır.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.