Kâinatı sıdk üzere var eden Rabbim; tüm mahlûkatın terbiyesine sadakati yerleştirdi. Böylece onları, yaratılış vazifelerinden zerre miktarı dahi şaşmayacak bir hâle getirdi. Vâr edilen her şey, bu düstura riayet etti. Lakin insan, bu perdede yalpalayarak sıdk ile kizb arasında gidip gelmeye başladı. Bir tek o hataya düştü… Nefsine kandı, aldandı… Tamah etti bazen, haset ve kıskançlık kapladı benliğini… Belki tövbe kapısında yunup, aklanıp paklandı. Ya da günah kirinin ziftine bulandı.
Kimimiz bildi ki; bizi sadık yapan gerçek sıdk, Rabbimizin takdirine rıza göstermekte gizlidir. İslam’ı gönlümüze minhac etmektir. Rasûlullah (s.a.s) Efendimizin yoluna baş koymaktır. Hayatı bu uğurda feda edebilmektir. Bu sevda masalını Rabb’e adayarak; duyguları, düşünceleri, söz ve davranışları dosdoğru yapabilmektir. Gerçek mümin olabilmenin sırrı burada saklıdır. “De ki: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!..” (İsra 17/80) Bu dileklerle yoğrulan bir mümin, hedefine ulaşacak ve Rabbi katında doğrulardan olacaktır. “Şüphesiz müttakîler, cennet bahçelerinde ve ırmaklar başında, O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk oturağı (ve oturağında)dırlar…”(Kamer 54/54-55)
Peygamberî bir sıfattır sıdk… Ona erenler peygamber yolunun yolcusu olmuşlardır… “O Yüce Kitab’da olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki o sıddık bir nebiydi.” (Meryem 19/41) Gizlenebilen duygular, düşünceler ile bunların dış dünyadaki tezahürleri olan sözler ve davranışlar doğru olursa sıdk husule gelir. İçimiz, dışımız bir bütün halinde dosdoğru olmalıdır. Bir mümine yaraşacak hal ve tavır budur. Bu hal devamlı olur ve kişinin niyetlerinde, tasavvurlarında, tavır ve ideallerinde doğruluk değişmez ilke olursa; işte o zaman makamlar atlanır ve insan “Sıddıklar” listesine kaydedilir. Tıpkı Ebû Bekr Sıddık (r.a) gibi…
O (r.a) Sıddık lakabı ile şereflenmişti… Zira o (r.a); kâinatın dahi gıpta ile seyre daldığı bir imanın en duru tezahürlerini yansıtıyordu… O (r.a) hicret esnasında yar-ı gâr idi. Bir avuçluk mekânın içinde gönlünü fersah fersah genişletmiş, en değerlisi olan Peygamberini müşriklerin kirli bakışlarından orada gizlemişti… Bir başka zaman miraca yükselen Nebi’nin (s.a.s) kutlu müjdesini işitmişti de; nasıl olabilir diye sorgulayan vicdanlara, “O diyorsa doğrudur.” diyerek teslimiyetin en kutsi halini anlatmıştı… Hudeybiye Sulhü’nde ağır şartların kabulünü içlerine sindiremeyen Müslümanların duruşlarının aksine Efendimize (s.a.s) teslimiyetle destek olmuş, zorlu her sınavda sorgulamaksızın teslim olabilmenin dersini vermişti. Zira o (r.a), kalbinde Rabbinin uluhiyetini sıdk ile tasdik etmiş, peygamberinin hak oluşuna gönülden inanmıştı. Böylece tüm zamanlara ışık tutan bir sadakat timsali olmuştu. “Ebû Bekr, bizce insanların en büyüğüdür. O beni kızıyla evlendirdi. Nefsini bana adadı. Malca da Müslümanların en hayırlısıdır: O malı ile Bilal’i hürriyetine kavuşturdu, (bu malla) o beni hicret sırasında ‘Hicret evi’ne (Medine’ye) taşıdı.”
Ka’b b. Malik (r.a) ise bir başka doğruluk timsali idi. Tebük seferine katılamamıştı. Rasûlullah (s.a.s)’a mazeretini bildirirken diğerlerinin yaptığı gibi bir bahane de uyduramamıştı. Zira kalbi titremişti yalanın dehşetinden… Ne mübarek gözlerine bakabilmiş ne de bir söz söyleyebilmişti. Hakikat ortada idi. Belki o an için ağırdı, zordu ama sıdk umuttu… Kurtuluş adına, mağfiret adına bir bekleyiş ve dua idi. Sonunda Allah’ın mağfiretine sığınan gönüllerin kurtuluşa erdikleri gibi haklarında ayeti kerime nazil oluyor ve affediliyorlardı. Ka’b biliyordu ki; İslam hidayetinden sonra kendisine lütfedilen en değerli şey sıdkı idi. Ka’b biliyordu ki; sıdkı olmasaydı o da helak olanlardan olacaktı. Çünkü sıdk ile davranmayanlar hep helak olmuşlardı.
Kimimiz ise gerçeğin künhüne eremedi… Bilemedi sıdkın, sadakatin insanı hangi ulvi makamlara taşıyabileceğini… Takıldı inkârın, tereddüdün dikenli yollarına… Sıdkın zıddına kizb bataklığına dalanlar süslenip püslenip seyri endam eder, aldatmacalar diyarında… Gönüllerde; dünya menfaatine dair sevgileri yeşerten bir iklim varsa, orada ahiret meyveleri yetişemez.
Hâlbuki yalan ne zor bir hadisedir. Kalbi titretir… Vicdanı şüphe içerisinde inletir… Sıdk ise güven, huzur demektir. “Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir.” (Tirmizî, Kıyâmet 61, (2520)) Hem dünyada bu vicdani ağırlığı hissetmek hem de ahirette azaba duçar olmak ne kötü neticedir… Yalana devam etmek, kalpteki kara lekeleri çoğaltır, tüm kalbi karartır ve bizi ancak büyük bir azabı hak edenler listesine kaydettirir. “İyiler şüphesiz nimet içindedirler. Fâcirler (Allah’ın emrinden çıkanlar da) cehennemdedirler.” (İnfitar 82/13)
Ebû Bekr ya da Ka’b b. Malik olmak da mümkündür; Ebû Lehep ya da Ebû Cehl olmak da… İnsan sıdk ile içini aydınlatmalı ki hakikat nurunu yakalayabilsin…
“Size doğruluk yaraşır. Doğruluk insanı iyiliğe o da cennete çeker, götürür. İnsan kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi, hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o insan Allah katında ‘Sıddık’ olarak yazılır.
Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, bataklığa, o da cehenneme ulaştırır. Bir insan kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında ‘yalancı’ olarak yazılır.” (Buhârî, Edep 69)
Peygamberler vasfına sahip olmak da mümkündür; kâfir, münafık sıfatına da… Sıdkın nurunda ferah bulmak da mümkündür; kizbin ateşinde yanmak da… Melekût âleminden arzda yaşayanlara kadar sıddık olarak anılmak da mümkündür; kezzap diye kaydedilmek de… İzzet ve şeref içerisinde ayakta kalmak da mümkündür; zillet içerisinde sürünmek de… Nimetlere ermek de mümkündür; helak edilmek de… Ne de olsa karar ve irade insana aittir. Dua ile celb edeceğimiz ilahi yardımı da yanımıza alarak sıdk adına düşünmeli, söylemeliyiz. Hayallerimiz, tasavvurlarımız, niyet ve arzularımız hep sıddıklar diyarı adına olmalıdır.
…
Sıdk kainat kaleminin mürekkebi oldu. Ve sıddık, bu kalemin yazdığı son nokta...
...
Ya Rabbi! Bizleri doğruluktan hiç ayırma ve böylece Sıddıklar makamına erdir… Âmin…
Yeni yorum ekle