İslam ülkelerinin tek tek başlarına gelenler gözümüzün önünde durmaktadır. Bu duruma yönelik geliştirilebilecek ilk tepki İslam coğrafyasında Müslümanların düşmanları karşısında birbirlerinin yardımlarına koşmalarıdır.
Taşın doğası yere ait olmaktır. Tabiatı gereği yükselemez taş, kendi başına hareket edemez. Hareket ancak bitkiler, hayvanlar ve insanların özelliğidir. Yükseğe çıkarılırsa ve kendi doğası ile baş başa bırakılırsa aşağıya düşer taş, aslına meyleder. Bu kulluğa ne güzel bir örnektir, meylini ve acziyetini bilmektir.
Her Müslüman’ın kendi çağının bağlarından kurtulmak, batıl sosyolojilerin etkisinden arınmak ve düşünmenin erdemini keşfetmek için kendisine bir ıssızlık bulması, kendi Hirası’nı inşa etmesi şarttır. “O halde Allah'a kaçın!” emr-i kudsîsi bizi bu kaçış için örgütlemektedir.
Kur’ân’ın o yüce elçiye indiği Ramazan ayı, insanlık tarihi için yeniden yeşerme ve çiçeklenme olduğu gibi, her yıl bizlere gelen Ramazanlar da her insanın bireysel yaşamına o ruhanî baharı taşıyan bir mevsim olarak görülmelidir.
Mescid-i Nebevî, Rasûlün suffasının sığınağı, ilmin beşiği, İslam’ın ilk üniversitesi oldu. Bütün bildiklerimizin kaynağı, çağlar öncesinden gelen aydınlığın odağı, vahyin en çok geldiği mekân oldu bu mescid.
Muhacirlik yeni bir toplumsal harçtı. Kurulu sosyal bağlar yerine dışarıdan gelen bir uzlaşı teklifiydi. Eğer bir toplumda devam eden çılgınca bir savaş varsa ve akıl artık yerini duyguların saçmalığına terk etmişse, bu savaşı ancak bu çarkın dışında olan bir arabulucu fikir çözebilir. Bu “muhacir fikir” olabilir. Nedir muhacir fikir?
Dünya bineğiyle seyahat eden ey yolcu! Sen mi bineğin sahibisin, yoksa o mu sana sahip? Maksadın sevgiliyse uyanık ol! Özlem kelimeleri, şiirleri dökülsün ağzından; şenlensin yolun.
Efendimiz (s.a.s), Mekke’de İslam’a açıktan davete başladığı andan itibaren eşraf takımı, soylular, etkili zümreler, İslam mesajının kendi çıkarlarını yok etmeye yönelik bir içerik taşıdığını fark ettiklerinden ilk olarak o mesajı sihir ve büyü şeklinde nitelendirmeye başladılar.
Fârûkiyyete sahip olmak, bize yaşam ve sürekliliğin hakkın, geri çekilmek ve yokolup gitmenin ise bâtılın karakteri olduğunu gösterecektir. Hz. Ömer (r.a) bu vasfın nümûnesi olarak bizlere göstermiştir ki ilk bakışta batıl sapasağlam ve güçlü gözükse de aslında fârûkıyyet ile karşılaşınca çabucak sönüverir.