Gözleri derinlere dalmış, adeta o günü yaşıyordu yeniden. Gözlerini bana çevirirken huzur dolu bir tebessüm yayıldı yüzünde. Ve bu yüz, dilinin anlattıklarından çok daha ötesini anlatıyordu.
aşı sonu olmayan kopuk bir film şeridi hafızamdakiler… Bedenim artık, kendini çepeçevre saran bu yerde mücadeleden güçsüz; oysa ruhum, aksine güçlendi, kabına sığmaz oldu… Uçmak istiyor…
Gecenin karanlığında ilerleyen üç karaltı bir mağara yakınlarına kadar geldi. Belli ki geceyi geçirmek için bir yer arıyorlardı. Kendilerine uygun bir sığınak olarak gördükleri mağaradan içeri girdi üç yoldaş.
Ellerine çakıl taşlarını doldururken, ömür sahilini de bir bir adımlıyordu. Heybesinde çakıl taşları doluydu; cebinde çakıl taşları, avucunda çakıl taşları… Ve çakıl taşları kaplıydı yer.
Zaman saatin tik takları arasında erirken akrep ve yelkovan ayrılık vaktini vuruyordu. Tren acı ıslığıyla gardan ayrılmaktaydı ve meçhul bir yolcu ipek bir mendil sallıyordu, bağrımızdan koparıp götürdüğü umut ile…
Asr-ı saadetten yüzyıllar sonra, saadetsiz, huzursuz, güle ve nura hasret bir dünyadan yazıyorum Sana. Sahte dostluklarla, mutsuz insanlarla, ruhu ıstırap yüklü analarla, itilip kakılan gözü yaşlı yetimlerle, günahsız yavruların öldüğü savaşlarla dolu bir zamandan sesleniyorum.
Bir gün bahçede oynarken, ağacın altında feryat eden bir kuş görmüştü. Kuşun kanadı kırılmıştı ve uçamıyordu. Ne yapacağını bilmediği için babasına haber vermiş, babası da kuşu bu şekilde tedavi etmişti. İşte, tıpkı babasının yaptığı gibi o da bu kuşu tedavi etmişti...