Çakıl Taşları
Ellerine çakıl taşlarını doldururken, ömür sahilini de bir bir adımlıyordu. Heybesinde çakıl taşları doluydu; cebinde çakıl taşları, avucunda çakıl taşları… Ve çakıl taşları kaplıydı yer.
Her yanını sarmıştı bu sevimsiz, soğuk taşlar. Çakıl taşından başka bir şeyin olmadığı bir dünyada kaybetmişti kendini. Hayır, hayır… İstemiyordu taşları, istemiyordu kayaları… Fırlattı tüm çakıl taşlarını tevbe denizinin derinliklerine. Fırlattı, tek tek yok oluşlarını izlerken o büyük ummanda. Sonra..
Sonra koşmaya başladı, koşmaya… Çakıl taşları kesiyordu zaman zaman yolunu… Ayağına takılan taşlara aldırmadan koşuyordu. Çakıl taşlarıyla dolu sahili ardında bırakırken kendini birden bir bahçede buluverdi. Düştüğü bahçe bir gülistandı ve onu ilk karşılayan da bir gül olmuştu. Gül, hoş kokusuyla ona selam verdi önce. Sonra ötelerden gelip bir bülbül kondu dalına. Birlikte besteledikleri nâmeleri dinledi huşu ile.
Gülistanda ki her gül, her bülbül katıldı bu içten nâmelere. Her renk gül; al, beyaz, sarı güller raksa başladı. Bülbül söyledi, gül güldü… Bülbül söyledi gül ağladı…
Ya Rab! Bu ne hâldi böyle… Ruhu uçuyordu âdeta yeni bahçelere, yeni ülkelere… Bir gülistandan diğer bir diyar-ı güle seyran eyliyordu yüreği.
Böylece sürecekti ruhunun gülistandaki seyahati; tâ ki Güzeller Güzeli Gül’e hasretin bittiği o vuslat anına dek.