Siyer-i Nebi Dersleri-18: Önce En Yakın Akrabalarını Uyar

Muhammed aleyhisselam Nur Dağı’ndan şehre indiğinde yalnız başınaydı. Yeryüzünde hakkı temsil eden, yüreği Allah için çarpan başka kimse yoktu. O, Allah’ın dinine teslim olan ilk Müslüman’dı.

Allah Rasûlü İslam davetine tanıdığı, güvendiği güzel insanlarla başladı. Onlar yerlerin ve göklerin, aşılmaz dağların yüklenmekten çekindiği davada İslam Peygamberi’ne omuz verdiler. Gecelerini namazla, Rablerini zikir ve tesbihle geçiren müminler, gündüzlerini Allah’a davet yolunda harcadılar. Onlar karanlık dünyamızı aydınlatan yıldızlar, hak yolun ilk neferleri oldular.

Erkâm’ın evinde, Rasûl’ün terbiyesi altında üç yıl süren ferdi ve gizli davet sonucunda vahyin inşa ettiği bir nesil yetişti. Bu nesil, İslam davetinin çekirdek kadrosu olan Kur’an nesliydi. Şimdi davetin açığa vurulması, zalimlerin karşısında hakkın haykırılması gerekiyordu. Rabbimiz Rasûlü’ne şöyle vahyetti:

“Önce en yakın akrabalarını uyar. Sana uyan müminlere merhamet kanadını indir. Onlara karşı mütevazı ve şefkatli ol. Sana karşı gelecek olurlarsa ben sizin yaptıklarınızdan uzağım de. Karşı konulmaz bir güce ve engin bir merhamete sahip olan Allah’a güven.”[1]

Bu ayetlerin içinde yer aldığı Şuarâ Sûresi, Efendimizden evvel risaletle görevlendirilmiş peygamberlerin mücadelelerini anlatıyordu. Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Musa Efendilerimiz; Allah’ın dinini tebliğ ederken nice sıkıntılara, işkence ve baskılara göğüs germişti. Onlar kendilerini ilah kabul eden Nemrutların, Firavunların karşısında hakkı haykırmış, ateşe atılmayı, ezilip horlanmayı göze almışlardı. Şimdi sıra tarihin şahit olmadığı, hak-batıl mücadelesinin en zorlu ve en sert devrine gelmişti. Rabbimiz o peygamberlerin yaşadıklarını haber veriyor; Efendimiz ve yanındaki müminlere onları örnek almalarını, başlarına gelecek her türlü musibete karşı direnmelerini, sabırlı olmalarını, aziz ve celil olan Allah’a güvenmelerini emrediyordu.

Asırlardır putlara tapan insanlara, taptıkları tanrıların ağaç veya taştan başka bir şey olmadığını söylemek; atalarından gelen yanlış ve bozuk inançları, gelenekleri körü körüne taklit eden bir millete tuttukları yolun yanlış olduğunu anlatabilmek; atalarının cahil, hayat anlayışlarının bozuk olduğunu ifade etmek kolay değildi. Bu insanlar putlarını hem ilah olarak görüp tapıyor, hem de yarımadadaki tüm kabilelerin putlarını Kâbe’ye doldurup onları ticari bir eşya gibi pazarlıyorlardı. Putların olmadığı bir hayatta beş parasız, itibarsız kalacaklarına inanıyorlardı. Onlar insanları zengin-fakir, efendi-köle gibi sınıflara ayırmış; kurdukları sistemle insanların tepesinde mutlak bir güç, mutlu bir azınlık olmuşlardı. Kendilerine bu kadar ayrıcalık tanıyan köle düzeninin yıkılmasını istemeyeceklerdi.

Efendimiz aleyhisselam, davetin açığa vurulması emri üzerine derin bir endişe ve tereddüt yaşadı. Günlerce evinden çıkamadı. Öyle ki halaları hasta olduğunu zannederek Rasûl-i Ekrem’i ziyarete geldiler. Rasûlullah, onlara hasta olmadığını ancak yakın akrabalarını İslam’a davet etmesi gerektiğini bu sebeple bir ziyafet vermek istediğini söyledi. Halaları bu davete –tepki göstereceğini düşündükleri için- kesinlikle amcası Ebû Leheb’i çağırmamasını söylediler.

Akrabaların En Kötüsü

Davetçinin reddedilme endişesi, alay ve hakarete maruz kalma ihtimali sebebiyle davetini aksatması, kısa bir süre için dahi olsa bir kenara çekilip beklemesi mümkün değildi. Allah Rasûlü, Hz. Ali’ye bir ziyafet hazırlatarak akrabalarını evine davet etti. Ziyafete Efendimizin amcaları başta olmak üzere kırk civarında misafir katıldı.

Hz. Ali’nin belirttiğine göre ortada ancak bir kişiye yetebilecek kadar yiyecek vardı. Fakat kırk kişinin tamamı doyuncaya kadar yemiş, içmiş; yiyecekler ise bitmemiş, sofraya sanki hiç dokunulmamıştı. Allah Rasûlü tam konuşmaya başlayacağı sırada amcası Ebû Leheb’in sesi duyuldu:

“Şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik. Vallahi, bu adam sizi büyüledi!”

Ebû Leheb öfkesinden âdeta kudurmuş; yüzü, adına uygun bir halde öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Efendimize yönelttiği nefret dolu bakışlarla sözlerine devam etti:

“Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Konuş hadi! Bırak bu sapıklığı artık. Atalarına muhalefet etmekten vazgeç. Şunu iyi bil ki kavminin, senin yüzünden tüm Arapları karşısına alacak bir gücü yok. Aslında Kureyş kabileleri ve diğer Araplar sana saldırmadan önce, akrabalarının seni yakalayıp hapsetmeleri gerekir. Tüm Araplara karşı gelmektense bu çok daha uygun olur. Ey kardeşimin oğlu! Kabilesinin, amcalarının başına senin getirdiğinden daha büyük bir felaket ve musibet getiren bir kimse daha görmedim.”[2]

Öfke dolu bu sözler, evin içinde buz gibi bir etki yaptı. Adam sanki konuşmamış âdeta içindeki tüm kin ve nefretini kusmuştu. İnsanlar sustu, kimsenin ağzını bıçak açmadı ve herkes birer ikişer evlerine dağıldı.

Amcası Ebû Leheb’in sözleri Allah Rasûlü’nün çok ağrına gitti. O yürüdüğü bu mübarek yolda akrabalarının da yanında olmasını, kendisine kol kanat germelerini beklerken konuşmaya fırsat dahi bulamadan ağır hakaretlere maruz kalmıştı. O, akrabalarını cehennem ateşinden kurtarmaya çalışırken amcası O’nu sapkınlıkla, başlarına bela olmakla suçluyordu. Efendimiz derin bir hüzün yaşadı. Araplar, en kötü ve en adi işleri yapan akrabalarını dahi koruyup himaye ederken Ebû Leheb’in bu tavrı akrabalığa sığar mıydı?

İslam’ın yüce davetçisi açık tebliğin daha ilk adımında derin bir hayal kırıklığı yaşadı. Fakat bu darbeler onu yıldırmamalı, hakka davetten alıkoymamalıydı.

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeyecektir.”[3]

Ey Abdülmuttaliboğulları!

Bir süre sonra Efendimiz kavmini yeniden evine davet etti. Misafirler toplandığında Allah Rasûlü konuşmasına başladı:

“Hamd Allah’a mahsustur. Ben O’na hamd eder, sadece O’ndan yardım dilerim. O’na iman eder ve O’na güvenirim. Allah’tan başka ilah bulunmadığına şehadet ederim. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Bir önder kendi halkına yalan söylemez. Allah’a yemin olsun ki bütün insanlara yalan söylemiş olsam, size yalan söylemem. Bütün insanları aldatmış olsam sizi aldatmam. Kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah’a yemin ederim ki ben Allah’ın bütün insanlara ve özellikle sizlere gönderdiği peygamberiyim.

Sizler uykuya dalar gibi ölecek, uykudan uyanırcasına dirilecek ve tüm yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Ya ebedi cennete ya da ebedi cehenneme gireceksiniz. İnsanlar içinde uyardığım ilk kimseler sizlersiniz. Benimle sizin misaliniz, düşmanı görünce halkını uyarmak için önden koşarak gelen, düşmanın kendisini geçmesinden korkarak ‘Koşun ey insanlar!’ diye feryat eden kimsenin durumuna benzer.[4] 

Ey Abdülmuttaliboğulları! Allah’a yemin ederim ki Araplar içerisinde, dünya ve ahiretiniz için, benim size getirdiğim şeyden daha hayırlısını, daha üstününü kavmine getirmiş bir genç bilmiyorum. Ben sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basacak olan iki söze davet ediyorum ki bu da Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuma şehadet etmenizdir. Rabbim sizi buna davet etmemi emretti.[5] Hanginiz bu yolda kardeşim ve yardımcım olmayı kabul eder?”

Senin Kardeşin Ben Olacağım

Efendimiz aleyhisselam sözlerini bitirdiğinde akrabalarına baktı. Fakat kimseden ses çıkmadı. Allah Rasûlü sorusunu tekrarladığında yine cevap veren olmamış, evi derin bir sessizlik kaplamıştı. Bu sessizliği sona erdiren Ali b. Ebî Talib oldu. O günlerde on üç yaşlarında küçük bir çocuk olan Ali ayağa kalktı ve “Ya Rasûlallah, ben Senin kardeşin ve yardımcın olacağım.” dedi.[6] İnsanlar gülmeye, Ali ve Efendimizle alay etmeye başladılar. İslam Peygamberi’ne yalnızca on üç yaşında bir delikanlı iman etmişti. Ali’nin bu sözlerinden sonra babası Ebû Talib konuşmaya başladı:

“Yeğenim, Sana yardımcı olmak bizim için bir şereftir. Sana emredilen şeyi yapmaya devam et. Seni koruyup kollamaktan bir an bile geri kalmayacağım. Bana gelince, Abdülmuttalib’in dinini terk etmeye gönlüm razı olmuyor.”[7]

Hayatta Olduğumuz Sürece

Bu sözler Ebû Leheb’i çok rahatsız etti. Hemen söze atıldı ve “Ey Abdülmuttaliboğulları, bu büyük bir kötülük, bir ayıptır. Başkası O’na mani olmadan siz O’nu engelleyin. Eğer siz bugün O’na boyun eğerseniz zillete, hakarete uğrarsınız. O’nu korumaya kalkarsanız öldürülürsünüz.” dedi.

Efendimizin halası Safiyye tartışmanın geldiği bu noktada dayanamayarak kardeşi Ebû Leheb’e itiraz etti. Muhammed aleyhisselam’ı desteklemek, O’na yardımcı olmak bir akrabalık borcuydu. Ebû Leheb artık iyice öfkelenmişti: “Bunlar boş sözler. Zaten siz kadınların sözleri erkekler için hep bir ayak bağı ve engel olmuştur. Kureyş kabileleri ve tüm Araplar üzerimize geldiğinde onlara karşı koyacak gücümüz mü var? Biz onların yanında bir lokmayız sadece.” diyerek fikrini ortaya koydu.

Gittikçe alevlenen tartışmayı Ebû Talib şu sözlerle bitirdi: “Hayatta olduğumuz sürece O’nu koruyacağız.”[8]

Önce En Yakınlarımız

Rasûl-i Zişan Efendimiz, davetine en yakın akrabalarından başladı. Onların arasında doğmuş ve herkesin takdir ettiği güzel bir hayat sürmüştü. Efendimizin ahlak ve faziletini, kadir kıymetini en iyi onlar bilirdi. Hiç yalan söylemediğini bildikleri, sonsuz güven besledikleri ve kendisiyle gurur duydukları Muhammedü’l-Emin’e ilk iman etmesi gerekenler onlar olmalıydı. Akrabasının desteklediği bir kimse, şehirde daha rahat hareket edebilir; davetini kolaylıkla yürütebilirdi. Araplar akrabalık bağlarına büyük önem verir; bir kabile, tek bir ferdini korumak adına savaş dâhil her türlü riski göze alırdı. Acaba bir aile için Muhammed aleyhisselam’dan daha kıymetli, uğruna mücadele edilecek başka kimse var mıydı? Böyle yüce bir şahsiyeti korumak ve O’nu desteklemekten daha şerefli bir şey olur muydu?

Rabbimiz akraba ve yakınları görüp gözetmemizi, onlara her daim iyilik etmemizi emreder. İslam davetçisi davetine en yakınlarından başlamalı, onlara sevgi ve merhamet göstermelidir. İnsanları ateşten kurtarmak, ebedi huzur ve saadete çağırmak… Bundan daha güzel ne olabilir! Her Müslüman, ailesine ve yakın çevresine karşı sorumluluğun bilincinde olmalı; hataya düşen akrabalarına, günah bataklığında dünya ve ahiretini perişan eden arkadaşlarına sevgi ve merhamet elini uzatmalıdır.

Elleri Kuruyasıca!

Ebû Leheb’in gerçek adı Abdüluzza idi. Fakat öfkelendiğinde yanakları kızardığı için kendisine Ebû Leheb lakabı verilmişti. O, ilk günden itibaren İslam’a açıkça düşman kesilmiş; akrabalarıyla birlikte Efendimizi korumayı değil, düşmanlarıyla birlikte O’nu ve İslam’ı yok etmeyi düşünmüştü. Davetin gizli bir şekilde devam ettiği günlerde İslam’ın yayılışını öfkeyle izlemiş, bu durumun ileride başına büyük bir bela açacağından endişe etmişti. Ebû Leheb Kureyş’in en zengin ve itibarlı insanlarından biriydi. Şayet İslam yayılırsa Mekkeliler buna tepki gösterir, tüm Araplar Muhammed’e ve O’nu himaye eden Haşimoğullarına savaş açarlardı. Bu durumda Haşimoğullarının hiç şansı yoktu. Öyleyse onun yeri sülalesinin yanı değil, İslam düşmanlarının saflarıydı. O cahiliye geleneklerini dahi hiçe saymış, Kureyş içindeki konumunu kaybetmemek için geleneklerinden ve ailesinden vazgeçmişti.

Musa’nın Yanında Harun Gibi

 Efendimizin diğer akrabaları da Müslüman olmadı. Bununla birlikte O’nu koruyup gözeteceklerine dair söz verdiler. Ebû Talib çocukluğundan beri himaye ettiği, öz çocuklarından daha çok sevdiği yeğenine iman etmedi. Ama sonuna kadar O’nu koruyacağını, gerekirse yaşlı hâline rağmen O’nun için savaşıp öleceğini söyledi. Muhammed aleyhisselam ise çok sevdiği amcasının Müslüman olmasını bekliyordu.

O gün Efendimiz aleyhisselam’ın yüzünü güldüren, O’na iman eden, O’nun kardeşi ve yardımcısı olacağına söz veren tek bir kişi vardı. O, Allah Rasûlü’nün terbiye ettiği,  daha ilk günden İslam’ı tercih eden Ali b. Ebî Talib’di.

Allah’ın dinine omuz veren, hakkı tutup kaldıran, Allah Rasûlü’nün kardeşi ve yoldaşı olan Ali, henüz on üç yaşındaydı. Yeryüzündeki tüm zalimlere, nemrutlara, firavunlara meydan okuyan Muhammed aleyhisselam’ın yanında on üç yaşında bir delikanlı vardı. Musa aleyhiselam, Firavun’un karşısına çıkacağı sırada Allah’a yalvarmış, ailesinden bir yardımcıyla, kardeşi Harun’la güçlenmek istemişti. Muhammed aleyhisselam da kavminin karşına çıkıp kendisine iman etmelerini, hak yolda yardım ve kardeşlik etmelerini istediğinde bu isteği sadece Ali b. Ebî Talib kabul etti. O, Allah Rasulü’nün yanında bir İslam davetçisi, hicret gecesi ölüme gülümseyen bir peygamber fedaisi, cihad meydanlarının bileği bükülmez bir kahramanı, Allah’ın aslanı ve Son Peygamber’in damadı oldu.

Aradan yıllar geçti. Bizans’la savaşmaya Tebük’e gidiliyordu. Rasûlullah, Ali’yi Medine’de ailesinin başında bıraktı. Bu durum Ali’yi çok üzdü. Münafıklar “Muhammed, Ali’yi neden savaşa götürmüyor, acaba aralarında bir soğukluk mu var?” diye dedikodu yapınca Ali dayanamadı ve atına atlayarak İslam ordusuna yetişti. Kulağına gelen sözleri Efendimize anlatarak üzüntüsünü belirtti. Allah Rasûlü bunun üzerine onun yüreğine su serpen, onun İslam davasındaki yerini gösteren ve kanatlanıp Medine’ye uçmasına sebep olan şu sözleri söyledi:

“Musa’nın yanında Harun ne ise, Benim yanımda sen öylesin. Şu farkla ki Benden sonra peygamber gelmeyecektir.”[9]

Çocuklarımız, gençlerimiz Ali (r.a) gibi olabilmenin heyecanıyla yaşamalı. Henüz yaşım çok küçük gibi basit bahanelere sığınmayı değil, Ali (r.a) gibi sorumluluk sahibi olmayı, Ali (r.a) gibi kahraman olmayı hedeflemelidir.

Ailesinin yanından Ali ile ayrılan Efendimiz, şimdi emrolunduğu şeyi tüm insanlığa anlatacak, İslam’ın gür sedası Mekke sokaklarında yankılanacaktı. Yeryüzünün en cesur insanı, İslam’ı haykırmak için Safâ Tepesi’ndeydi.                       


[1] Şuara 26/214-217.

[2] Belazuri,Ensabu’l-Eşraf,I,118.

[3] Maide 5/67.

[4] Muhammed Salih eş-Şami, Sübülü’l-Hüda ,II,432.

[5] Halebi,İnsanu’l-Uyûn,I,283.

[6] İbn Sa’d, Tabakat,I,187; Ahmed,Müsned,I,111.

[7] Belazuri,Age,II, 119.

[8] Belazuri,Age,II, 119; Muhammed Salih eş-Şami, Age ,II,432-433.

[9] Ahmed, Müsned,I,170.

Yazar: 

Yorumlar

Çok güzel bir konu anlatımı

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.