عَنِ ابْنِ عُمَرَ رضى الله عنهما أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ : كُلُّكُمْ رَاعٍ ، وَكُلُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ
Abdullah ibni Ömer radıyallahu anhümâ'dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz...”[1]
Bu cümle ile başlayan ve hak, vazife, sorumluluk ilkelerini topluca ifade eden hadîs-i şerîfin devamında, devlet başkanı, aile reisi, anne ve hizmetçi sorumluluk alanlarıyla birlikte tek tek zikredildikten sonra, “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz” diye işin prensibi bir kez daha teyid edilmektedir.
Hadis ilminde mü'minlerin imamı olan Buhârî'nin, Sahih'inin dokuz ayrı yerinde rivâyet ettiği hadîsimiz, öncelikle ve ağırlıkla, toplumda devlet başkanından hizmetçiye kadar herkesin yetkili olduğu bir alanın bulunduğunu ve yine her yetkilinin bir çoban sâfiyeti, dikkati ve güvenilirliği içinde o alanı görüp gözetmekten, sürüyü kurda kaptırmamaktan, emânetleri zayi etmemekten sorumlu olduğunu belirlemektedir. Hadisimize ilişkin uzun ve gerçekten detaylı açıklamalardan çıkan sonuç, her Müslüman’ın kendi yetki alanında İslâm esasları çerçevesinde hareket etmekle yani kendi yetki alanını İslâmî çizgide tutmakla yükümlü olduğudur. Siz buna “yetki alanını İslâmlaştırmak” da diyebilirsiniz. Esasen biz de hadisimizin, Merhum Kamil Miras'ın benzetmesiyle[2] “aile mabedi”nden başlamak üzere toplumun her kesiminde herkes için söz konusu olan bu “yetki alanını İslâmlaştırma” anlamı üzerinde durmak istiyoruz.
En Temel Sünnet
“Kendi yetki/iktidar alanı”ndan başlamak üzere bütün bir hayatın İslâmlaştırılması, en temel ilke ve belirgin uygulama olarak ilk ve en güzel örneğini Sevgili Peygamberimizin mübarek hayatlarında, Sünnet-i seniyyelerinde bulur. Bu açıdan Hz. Peygamber'in siyreti ve sünneti tetkik edilecek olursa, onun en temel sünneti'nin, İslâm sisteminin kurulması olduğu görülür. Hatta bu Sünnet'in, diğer sünnetlerden daha öncelikli ve önemli olduğu da tespit edilir. Çünkü onun hayatı İslâm'ın bütün kurum ve kuruluşlarıyla yaşanır hale getirilmesine ve tabiî yaşanmasına adanmıştır. Bu sebeple “Kendi yetki/iktidar alanını İslâmlaştırmak”, esasen, bütün dünyayı İslâmlaştırma düşünce ve faaliyetinin başlangıç noktasıdır. Bu da her Müslüman’ın kimlik ve kişilik borcudur.
Evrensel bir din getirmiş ve bir sistem kurmuş olan Hz. Peygamber'in sünnetini sadece şahsî planda yaşamaya çalışmak yeterli olmaz. Sünnet, Müslümanlar için kişisel hayattan başlayarak uluslararası ilişkilere ve siyâsete kadar her alanda Kur'an'dan sonra hüküm kaynağı ve uygulama örneğidir. Bu durumda “en temel sünnet”i yani yönetimleri İslâmlaştırmayı, niyet ve fiil olarak daima canlı tutmak zarûreti vardır.
İslâm sisteminin kurulması ya da bir başka ifade ile, ilâhî nizâmın tesisi, aslında sadece Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu bir “temel sünnet” de değildir. O, bütün peygamberlerin gönderilme sebebi ve ortak sünnetleridir. Nitekim peygamberler, “nefis terbiyesi” ve “ümmetin idaresi” ile meşgul olmuşlardır. Onların temel işlevleri budur. Onlar diğer alan ve meselelerle bu iki esasla ilgisi oranında alakadâr olmuşlardır. [3]
Bugün herhangi bir Müslüman’ın veya cemaatin İslâm sistemine ve devletine talip olması, bu temel sünnet'in gerçekleştirilmesini istemesi anlamına gelir. Bu sebeple de pek tabiîdir. Garip olan, Müslümanların günlük hayattaki ve kişisel plandaki bazı sünnetlere özen göstermelerine rağmen, yönetime talip olmamaları, yani bir anlamda bu temel sünneti göz ardı etmeleridir. İslâm’dan ve sünnetten yana tavır koyan ya da böyle davranan kafa ve gönüllerin bu temel sünneti göz ardı etmeleri, kendi kendileriyle çelişkiye düşmeleri demektir.
Zor Olan
“Kendi yetki/iktidar alanını İslâmlaştırmak”, ilkesel olarak, en kestirme yoldan Sünnet'e uymak, Sünnet'in getirdiği uygulama anlayış ve biçimini benimsemekle mümkündür. Bu noktada en çok zorlanacak olan, duygular ve nefistir. Sevgili Peygamberimizin “Duyguları, hevâ ve hevesleri benim getirdiğime uymadıkça hiç biriniz olgun mü'min olamaz.”[4] hadîs-i şerîfi, iktidar alanının İslâmlaştırılmasında hem en önemli hem de en zor olan noktayı göstermektedir. Kafa, gönül ve duygulara Peygamber örneğini kabul ettiremeden kaliteli bir Müslümanlıktan söz etmek mümkün değildir. Bu, özellikle, bin bir türlü etki altındaki günümüz insanı için büyük bir irade ve tercih gücünü gerektirir. Aslında bu, dünkü insan için de böyleydi. Yüce Rabbimiz bir âyette şöyle buyurmaktadır: “(Habibim!) Eğer onlar senin davetine icâbet etmiyorlarsa bil ki onlar, ancak hevâ ve heveslerine tâbi oluyorlardır.”[5]
Sahâbî Tavrı
İnanç ve amel olarak Hz. Peygamber'i izlemeden, ona tâbi olmadan hayatını ya da iktidar alanını İslâmlaştırmanın mümkün olmadığını çok iyi anlamış olan ashâb-ı kirâm, her alanda olduğu gibi duygularında da Hz. Peygamber'e uymakta son derece tereddütsüz davranıyorlardı. Büyük sahâbî, Hz. Ömer'in, hacer-i esved'i öperken söylediği şu sözler bu açıdan ne kadar anlamlıdır: “Biliyorum ki sen bir taşsın. Bana ne zararın ne de bir faydan dokunur. Eğer Hz. Peygamber'i öpüyorken görmüş olmasaydım, seni asla öpmezdim.”[6]
Ebû Eyyüb el-Ensârî hazretleri de, Hz. Peygamber'in “kokusundan hoşlanmadığı için sarımsak yemediğini” öğrenince, derhal, “Senin hoşlanmadığından ben de hoşlanmam” diyerek sevgisini Hz. Peygamber'in davranışına tâbi kılıyordu.[7]
Bu iki örnek göstermektedir ki sünnete uymak suretiyle İslâmî bir tavır ortaya koyma, insanın duygularını ve aklını iknâ etmesini ya da aşmasını gerektirebilmektedir. Sahâbiler işte bunu başarmışlar ve bu yolla hayatlarını İslâmlaştırmışlardır.
Kendi yetki/iktidar alanını İslâmlaştırmanın bir anlamda en kestirme yoluna böylece değindikten sonra, topluma yönelik İslâmlaştırma gayret ve görevinin önemli bir noktasına daha işaret etmekte fayda vardır. O da emânet duygusuna sahip olmak, onu daima lâyık olana vermektir.
İşi Ehline Vermek
Emâneti zayi etmemek yani ehline vermek, iktidar alanını İslâmlaştırmanın hem ilk adımı hem de en geniş çaplı uygulamasıdır. Mevcut sistemde seçim, toplum çapında bir tercih ve neticede yönetimi tayin etme hakkı ve iktidarı anlamına geliyorsa, elbette Müslümanların bu haklarını, “kendi iktidar alanlarını İslâmlaştırma” sorumluluğu ve bilinciyle kullanmaları gerekir.
Ancak doğrudan kendisine bırakılmış sorumluluk sahalarında İslâmlaştırma gibi bir temel kaygı ve gayretten uzak kalan, bunu günün gereği ya da mevcut ortamın uzantısı sayan kimselerin, genel yönetimle ilgili olarak İslâmlaştırma fikriyle hareket etmesi zaten beklenemez. Emânet'e riâyet düşüncesi, işi ehline tevdi ve teslim etme bilinci ancak kendi yetki alanında bu tür bir düşünce ve uygulama alışkanlığına sahip olanlarda görülür. Esasen işte bu bilinçtir ki, kişiyi her türlü kötülük ve münkere karşı eliyle, diliyle ya da kalbiyle tepki göstermeye sevk eder.
Kendi yetki alanını İslâm çerçevesinde tutma ya da İslâmlaştırma gibi bir düşünce, tercih ve gayretten uzak olanların sebep oldukları toplumsal yıkıntı, artık herkes tarafından itiraf edilmektedir. Nitekim “İş layık olana verilmediği zaman, kıyâmeti bekle”[8] hadisi, bir yandan kıyâmetin bir alâmetini ortaya koyarken bir yandan da “İşi ehil olana vermeyen, başına kıyamet kadar iş açmış, büyük sıkıntı, kargaşa ve felâketlere davetiye çıkarmış demektir.”, mesajını vermektedir.
Direnenler
Ne yazık ki, bu acı gerçeğe rağmen çoğu insanımız kendi iktidar alanını, yani kendi evini ocağını, iş yerini ve ilişkilerini İslâmî çerçevede düzenleme ve güzelleştirme iradesini yeterince gösterememektedir. Fakat bunun karşısında, sistemin savunucuları, yanlışı doğru gibi, İslâmî olan her şeye, her görüntüye, her uygulamaya, âdeta kendi iktidar alanlarını İslâm’a kaptırmamak için var güçleriyle direnmektedirler. Kamplarında, lojmanlarında ve kampüslerinde kendi düşünce ve yönetim çizgisi dışına çıkan hiç bir kurum ve davranışa hoşgörü göstermeyen emir sahiplerinin, toplum için hazırladıkları felâket, bir çeşit kıyamet değil de nedir! “Selâmün aleyküm” denilmemesi gerektiğini açıktan açığa ilan eden kuruluşlar, İslâm’ı hatırlatan en küçük bir alâmete tahammül edemeyen yöneticiler, kendi yetki alanlarının kapısına nerede ise “Müslümanlar giremez” diye levha asacaklar. Bütün bunlara rağmen Müslümanların kendi yetki alanlarını kendi inanç değerleri çerçevesinde yönetmeyi düşünmemeleri ya da bu konuda tembel ve duyarsız davranmaları ne kadar acıdır.
Üç Yol
İktidarın ve iktidar alanının İslâmlaştırılmasında tepkisel manada üç kademeli bir imkan bulunmaktadır: El, dil, kalb. Nitekim hatırlanacağı üzere Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmiyorsa, kalbiyle buğzetsin. Bu da iman(a dayalı icraat)ın en zayıfıdır.”[9]
Bu hadis ve tarihî tecrübe gösteriyor ki, kendi iktidar alanını İslâmlaştırmak, ilk adımlarını tepkisel tavırlarda bulmaktadır. Bu, bir taraftan kaymaları önlemek bir taraftan da istenen ortamı teşkil ve devam ettirmek için gerekli bir yöntemdir. Tasavvuftaki önce kalbi yabancı ve zararlı unsurlardan temizleme sonra orayı, orada bulunması gerekli güzelliklerle donatma daha sonra da neticeyi bekleme anlamında söylenen “et-tehallî, sümme't-tehallî sümme't-tecelli” sözü ve bundaki sıralama, günümüz şartlarında “kendi iktidar alanını İslâmlaştırma”nın ve bir ileri aşamada yeni iktidar alanları yakalamanın yolunu ve yöntemini belirlemektedir.
Bu yöntem asla küçük görülmemelidir. Zira tepki'nin gücünü bilen mevcut sistemler, kendilerine yönelik olarak tepkisizliği sistemleştirme yolunu benimsemiş bulunmaktadır. Bu, “hoşgörü ortamını geliştirmek”, “demokratlık”, “çağdaşlık” gibi çok kullanılan bir kaç kavramın istismarı yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
“Hoşgörü ortamını geliştirmek” adı altında toplumda vurdumduymazlığın geliştirildiğini görmek, gerçekten büyük bir bahtsızlık ve derin bir acıdır. O kadar ki, sistemin egemenleri, iş kendi görüş ve ilkelerine aykırı davrananların hoşgörü ile karşılanmasına gelince, böyle davrananları hemen, anlayışsızlık ve tepkisizlikle suçlamaktadırlar. Onların, sadece kendi ilke ve uygulamaları adına istedikleri ve bekledikleri hoşgörü, karşı uygulamalara yönelecek olursa, bir anda “hatalı davranış”, “toplumsal tepkisizlik” suçlamalarına sebep oluvermektedir. Bir zamanlar çok üst düzey bir yönetici, inancından ötürü başörtüsü takan üniversite öğrencilerine, öteki öğrencilerin gösterdiği hoşgörüyü hazmedememiş ve onları açıkça tepkisizlikle suçlamıştı.
Netice
Kötülerde görülen bir iyilikle teselli bulma dönemi artık bitmelidir. İyilerin iş başına getirilmesi, emânete sahip çıkılması gerekmektedir. İyiler varken kötülere şans tanımak, kendi yetki/iktidar alanlarımızı ellerimizle ehil olmayanlara teslim etmek demektir ki, bunun bir çeşit kıyâmet olduğu görülmektedir.
“Kendi yetki/iktidar alanını İslâmlaştırmak”, toplumda yeniden dirilme iradesinin herkesi kucaklayan ilk adımı ve hareket noktasıdır. Artık tereddüt değil, bu istikâmette büyük bir özveri, şefkat ve dikkatle teşebbüs ve hareket zamanıdır. Sevdiğimiz herkes ve her şey için bunu yapmalı ve başarmaya çalışmalıyız. Emânetleri ehil olanlara vererek ve bütünüyle Sünnet nizamını en tepe noktasına kadar gözetip izleyerek...
Bu yazı hocamızın izniyle Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır.
[1] Buhârî, Cum'a 11, Cenâiz 32, İstikraz 20, Vasayâ 9, Itk 17, 19, Nikâh 81, 90, Ahkâm 1; Müslim, İmâre 20; Ebû Dâvûd, İmâre 1, 13; Tirmizî, Cihad 27; Ahmed b. Hanbel, II, 5, 54, 55, 108, 111, 121.
[6] Buhârî, Hac 50; Müslim, Hac 248, 251; Nesâî, Menâsik 147; İbn Mâce, Menâsik 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 17, 26, 34, 35, 36, 53, 54.
Yeni yorum ekle