Bu antlaşma, Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında, Mekke yakınındaki Hudeybiye kuyusu civarında yapılmıştır. İslâm devletinin gelişmesi açısından son derece önemli bir zafer ve dönüm noktası olmuş, İslâmiyetin yayılışını çok hızlandırmıştır.
Rasûlullah (s.a.v.) rüyasında ashâbıyla birlikte Mescid-i Harâm'ı ziyaret ettiğini görmüştü. Bu rüyası sebebiyle ashâbına Kâbe'nin ziyaret edileceğini müjdeledi ve onlara, bu ziyaret için hazırlanmalarını bildirdi. Maksadı, yalnızca Kâbe'yi ziyaret etmekti. Kureyş müşrikleriyle savaşmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu. Daveti üzerine toplanan 1400 kişilik bir kafile ile,[1] Hicretin 6. yılı Zilkâde ayının ilk Pazartesi günü, Medine'den hareket etti. Medine'de yerine vekil olarak Ümmü Mektûm oğlu Abdullah'ı bırakmıştı.
Peygamberimiz, Kâbe'yi ziyaret maksadıyla yola çıkmak için hazırlık yapan ashâbına, yol emniyeti için gerekli kılıçlar dışında başka silah almamalarını emretmişti. Dolayısıyla kafileye iştirak edenlerin üzerinde silah olarak sadece kılıçları vardı. Rasûlullah ayrıca 70 tane kurbanlık deve de aldırmıştı. Bunlarla, müşriklere Mekke'ye savaş maksadıyla gelmediğini açıkça göstermek istiyordu[2]. Bu yolculuğunda zevcelerinden Ümmü Seleme'yi de beraberinde götürüyordu.
Zülhuleyfe mevkiinde öğle namazını kıldırdıktan sonra ihrama giren Peygamberimiz, 20 kişilik bir süvari birliğini Bişr oğlu Abbâd komutasında keşif için ileri gönderdi[3].
Diğer tarafta Mekke müşrikleri, Peygamberimizin ashâbıyla Mekke'ye doğru gelmekte olduğunu haber almışlardı. Yaptıkları görüşmeler sonunda, her ne maksatla gelirlerse gelsinler, onları kesinlikle Mekke'ye sokmamaya karar vererek gerekirse savaş için askeri hazırlık yapmışlardı. Bu durum Peygamberimiz'e eskiden beri dostluk besleyen Huzâa kabilesine[4] mensup bir şahıs tarafından Usfan denilen yerde Müslümanlara ulaştırıldı. Nitekim müşriklerin Halid b. Velîd komutasında gönderdiği süvari birlikleri, Hudeybiye kuyusu civarında, Müslümanların yolunu kesti. Müşrikler diğer taraftan Huzâa kabilesi lideri Verka oğlu Budeyl'i elçi olarak Peygamberimiz'e gönderdiler ve kendilerini Mekke'ye sokmayacaklarını bildirmesini istediler.
Budeyl, Efendimiz'e Kureyş müşriklerinin kendilerini Mekke'ye sokmama hususundaki kesin kararlarını ve bu maksatla büyük bir askeri hazırlık yaptıklarını söyleyerek, geri dönmelerini tavsiye etti. Peygamberimiz, bu elçiye, gelişlerinin sadece Kâbe'yi ziyaret maksadıyla olduğunu söyledi ve buna izin verilmesini istedi. Mekke'ye dönen Budeyl, Kureyş liderlerine Hz. Muhammed'in savaş için değil sadece Kâbe'yi ziyaret için geldiğini anlattı. Ancak liderler, Müslümanlara dostluk besleyen kabilenin lideri Budeyl'e güvenmediklerini açıkladılar ve ona hakarette bulundular. Ayrıca harp için gelmemiş olsalar da Müslümanları Mekke'ye koymayacaklarını söylediler. Böyle bir şeye izin verdikleri takdir de puta tapıcı Arap kabilelerinin koparacağı yaygaradan çekindiklerini ifade ettiler[5].
Anlaşıldığına göre her ne kadar savaş hazırlığı yapmış olsalar da Kureyş liderleri de savaş istemiyorlardı. Çünkü Budeyl'in ardından, bu defa müttefikleri Ehâbiş kabilesinin lideri Huleys'i Peygamberimiz'e gönderdiler. Ondan Müslümanları geri döndürmeyi sağlamasını istediler. Huleys, Hudeybiye civarına yaklaştığı sırada, Hz. Peygamber'in talimatıyla geldiği istikamete sürülen kurbanlık develeri görünce bu manzaradan çok etkilendi. Rasûlullah ile görüşmeye bile gerek duymadan Mekke'ye döndü. Gördüklerini anlatarak Kâbe'yi ziyaret için gelmiş Müslümanların bu ziyaretten alıkonulmaması kanaatinde olduğunu bildirdi.[6]
Kureyşliler üçüncü defa, siyasi kabiliyetine güvendikleri bir şahsı yani Sakîf kabilesinden Mes'ud oğlu Urve'yi elçi olarak gönderdiler. Urve, Rasûlullah'la görüşmelerde bulunduktan sonra Mekke'ye döndü ve intibalarını Kureyşli liderlere anlattı. O, ashâbın Hz. Peygamber'e karşı davranışlarına hayran kalmıştı. Kureyşliler'e, hiçbir kral ve hükümdarın onun kadar sevilemeyeceğini söyledi. Dolayısıyla onun, asla yalnız ve yardımcısız bırakılmayacağı kanaatinde olduğunu bildirdi[7].
Müslümanların geliş maksadı apaçık ortaya çıktığı halde Kureyş'in tutumu yüzünden, yapılan müzakerelerden netice alınamıyordu. Bu sırada Peygamberimiz, anlaşma imkanı bulmak ümidiyle, kendi tarafından bir elçi göndermeye karar verdi. Önce Huzâa kabilesinden Ümeyye oğlu Hıraş'ı kendi devesine bindirerek Mekke'ye gönderdi. Ne var ki Kureyşliler, onun elçisine hakaret ettiler. Peygamberimiz'e ait deveyi öldürdükleri gibi kendisini de öldürmek istemişlerdi. Ancak araya giren Ehâbiş kabilesi fertleri, onun öldürülmesine mani oldular ve geriye dönmesini sağladılar. Bunun üzerine Peygamberimiz, ikinci elçi olarak yakın arkadaşlarından Hz. Ömer'i göndermek istedi. Fakat o, Mekke'de kendisini koruyabilecek sayıda yakını olmadığını ve müşriklerin kendilerine ne kadar kızdığını bildiklerini hatırlatıp, bu iş için Kureyş lideri Ebû Süfyân'ın akrabası olan Hz. Osman'ın gönderilmesini teklif etti.
Peygamberimiz, Hz. Ömer'e hak vererek onun da ifade ettiği gibi Kureyş içinde nüfuzlu bir aileden olan Hz. Osman'ı elçi olarak Mekke'ye gönderdi. Kureyş liderleri, Hz. Osman'a, "Sen istersen Kâbe'yi ziyaret edebilirsin. Muhammed ve ashâbına gelince, onları Mekke'ye kesinlikle sokmayız." cevabını vermişlerdi. Hz. Osman ise, Rasûlullah'ın ziyaretine izin verilmediği müddetçe, kendisinin de Kâbe'yi ziyaret etmeyeceğini söyleyerek, izin için ısrar ediyordu. Bu tutumu karşısında müşrikler, onu üç gün gözaltında tuttular ve dolayısıyla dönüşü gecikti.
Hz. Osman'ın dönüşünün gecikmesi üzerine, Müslümanlar arasında, onun Mekke'de müşrikler tarafında öldürülmüş olduğu şâyiâsı yayıldı. Bu haber, önceden Bedir, Uhud ve Hendek gibi büyük savaşlar yapmış olan iki taraf arasındaki havayı iyice gerginleştirmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Artık onlarla harbetmeden dönmeyiz." dedi ve ashâbını ölünceye kadar savaş şartıyla biat'a çağırdı. Onun bu daveti üzerine ashâb, orada bulunan bir ağacın altında, Mekkeliler'e karşı ölünceye kadar savaşmak ve kesinlikle kaçmamak kaydıyla kendisine biat ettiler[8].
Allah Teâlâ'nın, gerçekte doğrudan kendisine biat olduğunu ve katılanlardan razı olduğunu bildirmesi sebebiyle 'Biatür-Rıdvan' adı verilen bu sözleşme hakkında Fetih sûresinde şöyle buyurulmaktadır:
"Sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir. Kim sözünden dönerse, kendi aleyhine olarak döneklik eder; ama kim Allah'a verdiği sözünde durursa, Allah ona pek büyük mükâfat verir"[9].
"Allah, şu mü'minler'den razı olmuştur ki onlar, ağacın altında sana biat ediyorlardı. Allah onların gönüllerindekini bildiği için, onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi"[10].
Kureyş müşrikleri bu biat olayını kısa süre sonra duydular. Bu büyük aksiyon neticesini hemen göstermiş; Müslümanların Hz. Peygamber'e mutlak bağlılığını pekiştiren söz konusu biat, müşrikleri son derece korkutmuştu. Nitekim onlar acele olarak bir elçilik heyetini Rasûlullah'a (s.a.v.) gönderdiler. Heyet başkanına bu yıl geri dönmeleri şartıyla onunla bir sulh yapmasını söylediler. Heyet başkanlığını Amr oğlu Süheyl yapıyordu. Peygamberimiz'e gelen Süheyl, sözlerine Kureyş'in önceki tutumundan dolayı özür dileyerek başlamıştı.
Görüşmeler sonunda, iki taraf arasında aşağıdaki şartlarla bir antlaşma yapıldı:
1. İki taraf, 10 yıl müddetle birbirleriyle savaşmayacak ve birbirlerine hiçbir surette tecavüzde bulunmayacaklardır.
2. Kureyşlilerden Müslüman olup velisinin iznini almaksızın Medine'ye sığınanlar Mekke'ye geri gönderilecektir. Fakat Müslümanlardan biri Mekke'ye giderse Mekkeliler onu geri göndermek zorunda değildir.
3. Müslümanlar bu yıl Kâbe'yi ziyaret etmeden dönecekler ve ziyareti bir yıl sonra yapacaklardır. Gelecek yıl yapılacak bu ziyaret esnasında kınlarında bulunan kılıçlar dışında silah taşınmayacaktır. Müslümanların Kâbe'yi ziyareti sırasında Mekkeliler şehir dışına çıkacak ve ziyaret üç günde bitirilecektir.
4. Diğer Arap kabileleri, isterlerse Müslümanlarla, dilerlerse Mekkelilerle ittifak kurabilirler[11].
Antlaşmanın 2 ve 3. maddeleri, bunun yanında antlaşmanın yapıldığı anda cereyan eden bazı olaylar, Müslümanları son derece üzmüştü. İlk bakışta aleyhlerine gördükleri bu iki şartın, sonuçta lehlerine olacağını sezememişlerdi. Mekke'nin yakınına kadar gelmişken Kâbe'yi ziyaret edemeden dönmek ve Medine'ye sığınacak Mekkeli yeni Müslümanları geriye müşriklere teslim şartını kabul etmek çok ağırlarına gitmişti. Diğer taraftan antlaşma kaleme alınırken, Kureyş elçisinin ısrarı üzerine 'Bismillâhirrahmânirrahîm' yerine "Bismikellâhümme"; "Rasûlullah" kelimesi yerine 'Abdullah oğlu Muhammed yazılmıştı. Bu ısrarın kabulü de Müslümanları üzmüştü. Sinirler oldukça gergindi. Daha antlaşma metninin mürekkebi kurumadan meydana gelen şu olay, onların üzüntülerini daha da artırdı:
Kureyş elçisinin oğlu Ebû Cendel, Mekke'de İslâm’ı kabul etmiş ve bu yüzden babası tarafından hapsedilmişti. Hapisten kaçmayı başaran Ebû Cendel, zincirlerini sürüyerek sûlhün yapıldığı alana geldi ve orada Müslümanlara sığındı. Ancak Süheyl, antlaşmaya uyularak oğlunun geri verilmesi hususunda ısrar ediyor, aksi takdirde sulhun bozulmuş olacağını söylüyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz, henüz yapmış olduğu barışa bağlı kalmak amacıyla Ebû Cendel'i babasına teslim etmeye razı oldu. Bu arada Ebû Cendel'e şöyle tesellide bulundu:
"Ey Ebû Cendel, sabret ve hiçbir zaman Allah'tan ümidini kesme. Allah, sana ve senin durumunda olanlara, yakında kurtuluş yolu gösterecektir[12].
Ebû Cendel'in başına gelenler sebebiyle galeyana kapılan Hz. Ömer, kendisine hakim olamayarak Peygamberimiz'e koşmuştu. Bu esnada aralarında şu konuşma geçti:
"Sen Allah'ın peygamberi değil misin?"
"Evet! Şüphesiz Allah'ın hak peygamberiyim!"
"Biz hak yolda değil miyiz?"
"Elbette hak yoldayız."
"O halde niye dinimiz namına zilleti kabul ediyoruz.”
“Ben Allah'ın kulu ve Rasûlü'yüm. Hiçbir zaman O’nun emrine karşı gelmem. Allah da beni ziyana uğratmaz".[13]
Peygamber Efendimiz, antlaşma işlerini tamamladık sonra, ashâbına Kâbe'yi ziyaret maksadıyla getirdikleri kurbanlıkları kesmelerini emretti. Ayrıca bundan sonra tıraş olarak umre için girmiş oldukları ihramdan çıkmalarını bildirdi. Ne var ki, büyük üzüntü içinde olan ashâb ağır davrandı. İçlerinden hiçbiri yerinden kalkıp kurbanını kesmeye teşebbüs etmedi. Bu emrini üç defa tekrar ettiği halde aldıran olmayınca, Peygamberimiz, üzüntülü bir şekilde çadırına girdi.
Onun bu halini gören zevcesi Ümmü Seleme: "Ey Allah'ın Rasûlü! Onları hoş karşıla; hatalarını affet. Çünkü üzüntüleri sebebiyle ne yaptıklarını bilemiyorlar. Dışarı çık, onlara hiçbir şey demeden kurbanını kes ve tıraşını ol. Seni böyle gördükleri takdirde, hemen kalkıp senin yaptıklarını yapacaklardır." dedi. Bunun üzerine dışarı çıkan Peygamberimiz, kurbanını kesti ve berberini çağırarak tıraş oldu. Onu seyreden ashâb da kalkarak hemen kurbanlarını kestiler ve birbirlerini tıraş ettiler. Daha sonra Medine'ye dönüş için hareket edildi[14].
Hudeybiye'de 19 gün kalınmıştı. İlk bakışta Müslümanların aleyhine görünen sulh şartları, imza işinin hemen ardından olumlu meyvelerini vermeye başlamıştı. Şöyle ki, Huzâaoğuları, Peygamberimiz'e gelerek onunla ittifak kurdular ve onun himayesine girdiler.
Müslümanlar Medine yolunda iken Fetih sûresi nâzil oldu. Bu sûrede, Hudeybiye sulhunun apaçık bir fetih olduğu bildiriliyor ve şöyle deniyordu:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın (bütün tasalarını gidersin) ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru yola iletsin. Ve Allah sana şanlı bir zafer versin.[15]"
Sûre de, Hz. Peygamber'in Kâbe ziyaretiyle ilgili rüyasının da aynen gerçekleşeceği ve Hayber Fethinin müjdeleri de veriliyordu:
"Andolsun, Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse güven içinde, kiminiz başlarını tıraş ederek ve kiminiz de saçlarını kısaltarak, korkmadan Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir, bundan önce size yakın bir fetih (Hayber’in Fethi) verdi." [16].
Bu âyette yakın bir fetih olarak nitelendirilen fetih, Hayber'in fethi olarak gerçekleşmiştir ki, Cenâb-ı Allah, sûrede bu savaştan sonra ele geçecek ganimetlerin sadece Hudeybiye seferine katılanlara ait olacağını haber vermiştir.[17]
Müslümanların aleyhinde görülen maddeler, kısa süre sonra onların lehine işlemeye başladı. Ebû Basîr künyesini taşıyan bir Mekkeli, Müslüman olmuş, Mekke'den kaçıp Medine'ye sığınmıştı. İki adam gönderen Kureyşliler onu geri istediler. Antlaşma gereğince, bu iki şahsa teslim edilen Ebû Basîr, Mekke yolunda bu iki müşrikten birini öldürdü ve diğerinin elinden kurtulmayı başardı. Tekrar Medine'ye dönerek, başından geçenleri Hz. Peygamber'e anlattı ve ona kendisini teslim etmekle verdiği sözü yerine getirdiğini söyleyip Medine'de kalmak için izin istedi. Ancak Peygamberimiz, "İstediğin yere git" diyerek Medine'de kalmasına izin vermedi.
Bu durum karşısında Medine'den ayrılan Ebû Basîr, Kureyş'in Suriye ticaret yolu üzerinde yer alan sahildeki Zülmerve mevkiine gitti ve oraya yerleşti. Onun adı geçen mevkiye yerleştiği Mekke'de duyulmuştu. Dolayısıyla İslâmı kabul edip Mekke müşriklerinden kaçmayı başaran şahıslar, Ebû Basîr'in etrafında toplanmaya başladılar. Onların sayısı kısa sürede 300'e ulaştı. Hudeybiye antlaşmasının imzalandığı esnada Kureyşliler'e geri verilen Ebû Cendel de onlara katılmıştı. Bu Müslümanlar, Kureyş kervanlarının geçişine izin vermiyorlardı. Kureyş müşrikleri bu yüzden ekonomik bakımdan büyük bir sıkıntıya düştüler. Sonunda Medine'ye elçi gönderdiler ve İslâmiyeti kabul eden Mekkelilerin Medine'ye sığınmaları durumunda geri verilmelerini gerektiren şartın kaldırılmasını istediler. Bu teklifin kabul edilmesiyle, Müslüman olan Mekkeliler rahatlıkla Medine'ye gelmeye başladılar[18].
Antlaşmadan bir yıl sonra da ilgili şarta uyularak, Mekke'ye gidilip serbestçe Kâbe ziyaret edildi. Müslümanları başlangıçta üzmüş olan bu iki madde, bu şekilde lehlerine çevrilmişti.
Hudeybiye barışı Müslümanlar için siyasi bir zaferdi. Çünkü, Mekke müşrikleri, bu antlaşmayla İslâm Devleti'ni resmen tanımış oluyorlardı.
Mütareke sayesinde Peygamberimiz, onlardan emin olarak tebliğ faaliyetini rahatça sürdürebilecekti. Nitekim bu sayede, zamanının hükümdarlarını İslâm'a davet fırsatını buldu. Mektuplar göndererek onları İslâm'a çağırdı.
Diğer taraftan İslâm Devleti için düşmanca tavır içinde olan ve Medine'ye baskınlar düzenlemek hususunda planlar hazırlayan Hayber Yahudilerinin üzerine gitti. Onları itaat altına alarak devletine yönelen bu tehlikeyi de ortadan kaldırdı.
Daha önceki zaferlerden çok daha iyi netice veren bu antlaşmadan sonra İslâm dini hızla yayılmaya başladı. Bundan sonraki iki yıl içinde İslâm'a girenlerin sayısı önceki 19 yılda girenlerin sayısını aştı[19]. Bu iki yıl içinde Arabistan'da İslâm'a karşıt en büyük güç olan Mekke müşrikleri Müslümanlara boyun eğmek zorunda kaldı ve Mekke fethedildi. İslâm Devleti, yarımadanın en büyük devleti haline geldi.
Yeni yorum ekle