عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم : بَدَأَ الإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ كَمَا بَدَأَ غَرِيبًا فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ
Ebû Hüreyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem‘in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“İslâm garîb başladı, (ileride) başladığı gibi garib olacaktır. Ne mutlu gariblere!”[1]
Gurbet
Ğarîb veya bizim söyleyişimizle garîb, bütün yalnızlığı, terk edilmişliği, dışlanmışlığı, hasreti ve acısıyla nasıl mutlu olabilir, diye itiraz etmek; bu iki kelimenin yan yana gelemeyeceğini savunmak, ilk anda oldukça mantıklı bir tavır gibi görünmektedir. Ancak görüldüğü gibi hadisimizde mutluluk, gurbetin şerefi olarak yeni bir mana kazanmış bulunmaktadır. Bu noktanın iyice açıklanabilmesi için garîbin kimliği ile ilgili tespitlere göz atmak gerekmektedir. Abdullah b. Mes’ud’un rivâyetinde, “Garibler kimlerdir?” sorusuna Hz. Peygamber:
“Kavm ve kabilelerinden (İslâm adına) ayrılıp uzaklaşanlardır.” cevabını vermiştir. Bu cevaptan, dinî kaygılar ve duygular uğruna aile ocağından ve memleketinden uzak düşen muhacirlerin garibler olduğu anlaşılmaktadır. Tirmizî’nin Amr b. Avf radıyallahu anh’ten rivâyet ettiği hadiste ise Hz. Peygamber: “Halkın benden sonra sünnetimden bozduklarını düzeltmeye, diriltmeye çalışanlar.” buyurmuştur. “Müjdeler olsun” ya da “ne mutlu” diye tebrik ve takdir edilen mutlu garibler‘in, bozulmuş bir sünneti ihyaya gayret edenler olduğunu duyurmuş; sünnet-i seniyyeyi ayakta ve canlı tutmaya, Muhammedî yorumu içinde İslâm’ı yaşamaya çalışanlar olduğunu haber vermiştir. Bize göre bu iki cevap arasında tam bir uyum bulunmaktadır. Şöyle ki; toplumun hazımsızlığı sonucu dinini yaşamak için aile ocağından uzaklaşma durumunda kalan veya bırakılan muhacirin, gittiği yerde çekeceği gurbet sıkıntısı ve dinini yaşamak maksadıyla verdiği mücadele ile kendi toplumu içinde yozlaştırılmış hayat tarzını sünnet-i seniyye çizgisine çekmek için gayret gösterdiği için yalnız kalmış, garibsenmiş, horlanmış, hurâfeler ve bid’atler adına toplumdan dışlanmış bir Müslüman’ın yaşadığı gurbet herhâlde aynıdır, hatta ikincisininki daha da acıdır. Çünkü “ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” demeye hak kazanmış bir garipliği yaşamaktadır. Ya da şöyle düşünebiliriz; birinci cevabında Hz. Peygamber, garibi kelime olarak açıklamış; ikincisinde ise, sosyal bir gerçek olarak belli bir kesimin öz yurdunda garib muamelesi göreceğini belirtmiştir.
Tabiî bundan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Sünnet-i seniyyeye sarılmak onu yaşamak ve yaşatmak isteyenler peşinen öz yurtlarından hicreti veya öz yurtlarında gurbeti göze almalıdırlar. Zira yabancı toplum nasıl gurbet toplumu ise, yabancılaşmış toplum da aynı şekilde bir gurbet toplumudur. Kendisine, özüne, değerlerine, tarihine yabancılaşmış veya yabancılaştırılmış toplumlar, çoğu kere yabancı bir toplumdan daha ağır acımasızlıkları sergileyebilmektedirler. Özenti ve yenilikler adına kendine has dünyasından kopmuş milletler, çifte gurbeti yaşamanın rahatsızlığı içindedirler. Çünkü böylesi toplumun hem kendisi gurbettedir hem de bizzat kendisi gurbettir.
Yabancılaşma
Hadisimiz, İslâm ümmetinin kendi kendisine yabancılaşacağını, Hz. Peygamber’in şekillendirdiği yaşayış tarzından uzaklaşacağını, sünnetlerin terkine alışacağını tespit etmekte; bid’atlerin egemenliğine gireceğini anlatmaktadır. Bu yabancılaşmanın oluş biçimini ise, bir başka hadis şöyle belirlemektedir:
“İsrailoğullarının başına gelen her şey aynen ümmetimin başına da gelecektir. Hatta onlardan biri sokak ortasında annesiyle zina edecek olsa, ümmetimden de bunu yapmaya kalkışacaklar çıkacaktır.” Bir başka hadiste de “Onlar bir keler deliğine girecek olsalar, siz de arkalarından girmeye çalışacaksınız.” buyrulmaktadır.
Hz. Peygamber’in bu ifadeleri, ne derece kişilik ve kimlik kaybına uğranacağını, yani ümmetin kendi kendine ne kadar yabancılaşacağını pek çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Teker teker başlayıp şimdi bir bütün halinde yaşadığımız Batı yaşantısı, hadisteki tespiti yani yozlaşmayı, yabancılaşmayı fiilen ispat etmektedir.
Câhiliye Toplumu
Aslında dikkat edilirse, İslâm’ın doğuşu sırasındaki Mekke Arap toplumu böyle bir yozlaşmış hayatı yaşamaktaydı. Cahiliye toplumu, günümüzün lâkaydî çağdaş toplumları gibiydi. O toplumda İslâm garibsenmiş, Müslümanlar çağdışı ilan edilmiş, öz yurtlarında, aile ocaklarında gurbet hayatına mahkum edilmişlerdi. Bu gerçeği hatırlayınca, çağdaş cahiliye toplumlarının dindar Müslümanları garibsemelerini, onları çok çapraşık, haksız ve fakat yüksek perdeden suçlamalarla geri plana atmaya çalışmalarını anlamak kolay olmaktadır. İnancının gereği olduğu için örtünen ve başını açmadığı gerekçesiyle tahsil hakkından mahrum bırakılan kızın yaşadığı hayat, gurbet hayatından daha acı, daha kahredici değil midir? Hadisimiz, sünneti ihyâ etmeye çalışanların garibseneceğini haber verirken, toplumun, bir farzı yerine getirmeye gayret edenleri dışlamaya kalkışması, yabancılaşmada ne derece ilerlemiş olduğumuzu göstermektedir. Bu muazzam inişin sonunu görmek değil, düşünmek bile bir büyük azab, bir ıstıraptır.
Fazilet Ağır Yüktür
Fazilet kıymetli ve ağır bir yüktür, herkes taşıyamaz. Güçlü, kuvvetli, şuurlu, iradeli ve inançlı olmakgerekir.
Dünyanın tanıdığı en üstün fazilet, Hz. Peygamber’in nezih yaşayışı ile şekillendirdiği yaşama biçimidir. Sünnet’in bütünüdür. Onu yaşayacak, hakka sonuna kadar yandaş olacak bir grub, kıyâmete kadar bulunacaktır. Bu da Hz. Peygamber’in bir beyânıdır. Ama işte sadece bir grup… Garibler grubu…
Sünneti, insanların çeşitli sebeplerle öldürdüğü herhangi bir sünneti, bid’atlere, batıllara kurban edilmiş bir sünneti diriltmek, fevkalâde zor fakat şerefli ve soylu bir harekettir. Zorluğu, toplumun yozluğundan; şeref ve soyluluğu ise Hz. Muhammed’in yoluna sahip çıkma teşebbüsünden kaynaklanmaktadır. Böyle bir şerefe sahip olmanın bedeli gurbettir, garibliktir, toplum tarafından dışlanmaktır. Bu çok büyük ve ciddi bir bedeldir. Ama gerçek mutluluk da böylesi durumların -kimsenin beklemediği- bir başka bedelidir. Bunu bizzat Hz. Peygamber haber vermiştir, müjdelemiştir. Bu, hiç şüphesiz büyük bir teşviktir: Ne mutlu gariblere…
İslâm’ın İstikbali
Zaten hadisimize iyice dikkat edilince, Müslümanlığın başlangıçta olduğu gibi pek az kimsenin sahip çıkacağı garip bir duruma geleceği bildirildikten sonra, yine başlangıçta olduğu gibi bu bir avuç garibin gayretleri ile yeniden doğuş hamlesine geçeceği, bu hizmeti göreceklere yönelik olan “ne mutlu” müjdesiyle ifade edilmiş bulunmaktadır. Elmalılı merhumun ifadesiyle, “İslâm’ın istikbali gece değil gündüzdür. Sönük değil, parlaktır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mâna ma’ruf bir hadîs-i şerîf ile şöyle beyân buyurulmuştur. İslâm garib olarak başladı, (ileride) yine başladığı hale dönecektir. Gariblere ne mutlu!” Yani “İslâm garib olarak başladı (veya zuhur etti) ileride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahud zuhur edecek) ne mutlu o gariblere!” demektir. Hadisin sonundaki “fetûbâ”, onun inzar için değil, tebşir için sevk buyrulduğunu gösterir.[2]
Gerçek
Tarih içinde meseleye baktığımızda, İslâm’ın özüne ters fikirler taşıyan gruplar, daima sünneti aslî sâfiyeti ile yansıtanlara karşı çıkmış, onları çeşitli şekillerde karalamaya çalışmışlardır.
“Ehl-i bid’at” fırkalarının “ehl-i hadîs” ile yıldızları barışmamıştır. Özellikle hadislerde yani sünnette, kendi prensipleri ve düşünceleri aleyhinde bilgi ve belgeler gören fırkalar öncelikle sünnete sahip çıkan hadisçilere hücum etmişler, böylece onların şahsında sünnet düşmanlıklarını hem yürütmeye hem de gizlemeye ve kendi bid’atlerine yaşama şansı kazandırmaya çalışmışlardır. Bugün de aynı tutumun değişik yansımalarını daha ileri derecede görmekteyiz. Kendi düşünce ve anlayışlarına ters düşen kesin dinî nasslar ve bunları hatırlatanları çağdışılık ve cahillikle açıktan açığa suçlayan talihsiz beyanlara sık sık basın-yayın organlarında rastlıyoruz. Aynı kişilerin hâkim düşünce paralelinde görüş beyan ettikleri ya da dinî nassları öyle yorumladıklarını düşünelim, aynı ağızların aynı esas ve kişiler için “aydın din adamı”, “Dinimiz zaten çağdaş ve ileri esaslara sahiptir.” gibi yine kendi haklılıklarını ispat maksadı ile beyanlarda bulundukları görülecektir.
Unutulmaması gereken husus bâtılın haktan, bid’atın sünnetten hoşlanmayacağı; sünneti yaşamak ve yaşatmak isteyenlerin şu veya bu şekil ve gerekçelerle garipseneceğidir. Böyle bir garâbet, bilenler için elbette gerçek mutluluktur. Gerçeğe, yegâne gerçeğe sahip çıkma garipliği ve mutluluğu.
***
[1] Müslim, İman 232; Tirmizî, İman 13; İbn Mâce, Fiten 15; Dârimî, Rikak 42; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 184, 398; II, 177, 222, 389; IV, 73.
[2] Hak Dini Kur’an Dili, V, 3713.
Yeni yorum ekle