Sen güneşsin, Sen aysın, Sen nur üstüne nur
Sen Süreyya yıldızısın, ey sevgili, ey Rasûl
Medine Allah’ın salih ve sevgili kulunu bu güzel sözlerle, şiirler ve sevgi gösterileriyle karşıladı. Halk sokaklara dökülmüş Muhammed aleyhisselâm’ın yanına koşuyor, kadınlar ve çocuklar evlerinin damlarından son Peygambere el sallıyor, şehir en güzel gününü yaşıyordu.
Yesrib adı; kötülemek, zarar vermek, bozmak gibi olumsuz anlamlar içeriyordu. Sevgili Peygamberimizin gelişiyle nura gark olan şehre Medinetu’n-Nebî, Medine-i Münevvere isimleri verildi.[1]
Efendimizin gönlünde Medine’nin ayrı bir yeri vardı. O (s.a.s), sevgili annesiyle son günlerini bu şehirde geçirmiş, onu bu şehirden ayrılırken kaybetmişti. Şimdi hiç göremediği babası Abdullah’ın mezarı birkaç adım ötede, çocukluğunun en güzel günlerini yaşadığı yerler ise hemen karşısındaydı. Yıllar sonra bu şehir yine O’na kucak açmış, dedesi Abdulmuttalib’in akrabaları son Peygamberi bağrına basmıştı.
Muhammed aleyhisselâm’ı Medine’de çok büyük sıkıntılar, çözümü imkansızmış gibi gözüken sorunlar bekliyordu. Medine’nin yerli halkı olan Evs ve Hazrec kabileleri arasında yüz yılı aşkındır devam eden bir kan davası vardı.[2] Müslüman olan Medineliler dahi birbirlerine karşı soğuk ve yabancı duruyorlardı. Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirlerin ne başlarını sokabilecekleri evleri ne de hayatlarını sürdürmeye yetecek servetleri vardı. Bu sıkıntılar nasıl çözülecek, birbirini hiç tanımayan insanlar barış ve huzur içinde nasıl yaşayacaklardı?
Medine nüfusunun önemli bir kısmını oluşturan Benî Kaynuka, Benî Nadîr ve Benî Kurayzâ Yahudileri İslam Peygamberine kin ve nefretle bakıyor, gelişmelerden büyük rahatsızlık duyuyorlardı. Müslüman olmayan Araplar ve en önemlisi Müslüman olduklarını iddia eden ancak yüreği İslam düşmanlığıyla dolu Münafıklar, Müminlere zarar vermek için fırsat kolluyorlardı. Medine kaynıyor, Mekkeli Müşrikler Peygamberimize ve Müslümanlara kucak açan Medineli Müslümanlara tehdit dolu mektuplar yolluyorlardı.
Allah’ın sevgili elçisi hemen harekete geçti. Önce bir mescid yapılmalı, ardından barış ve huzurun unutulup gittiği yeryüzünde sevgi ve kardeşliğe dayalı yeni bir medeniyet kurulmalıydı.
Allah Rasûlü Sırtında Kerpiç Taşıyor
Sevgili Peygamberimiz Medine’yi şereflendirdiğinde devesinin çöktüğü ilk yer Sehl ve Süheyl adlarındaki iki yetime aitti. Allah Rasûlü, mescid yapmak amacıyla bu arsayı onlardan satın almak istedi. Esad b. Zürâre’nin himayesindeki yetimler[3] arsalarını hibe etmek istedilerse de Efendimiz aleyhisselâm bu teklifi kabul etmedi ve Hz. Ebû Bekir’den borç alarak arsanın bedelini yetimlere ödedi. O hiç kimsenin ve özellikle de yetimlerin mağdur edilmesini istemezdi. Böylece Peygamber mescidinin bedeli bizzat son Peygamber tarafından ödenmiş oldu.[4]
Önceleri hurma kurutma alanı olarak kullanılan arsa üzerinde birkaç hurma ağacı ve müşrik mezarları bulunuyordu. Mezarlar başka bir yere nakledildi, ağaçlar kesildi ve arsa tesviye edildi. Server-i Enbiyâ Efendimiz mescid inşaatı sırasında bizzat çalıştı, sırtında kerpiç taşıdı. Bir yandan ashabıyla birlikte çalışıyor, bir yandan da mübarek dilinden şu sözler dökülüyordu:
“Allah’ım asıl yaşam yeridir ahiret, ensar ve muhacire sen yardım et.”[5]
Şu sözler de sırtında kerpiç taşıyan yüce Peygamber’e aitti:
“Bu yük Hayber’in yükü değildir. Bu Rabbimiz katında daha temiz ve daha güzeldir.[6]
Sahabe-i kirâm hicret yolculuğu sırasında nice zorluklara, baskı ve tehditlere maruz kalmış Nebinin yorulmasını istemiyor, sırtında kerpiç taşımasına gönülleri razı olmuyordu. Müminlerden biri, Efendimizin sırtında kerpiç taşıdığını görünce koşarak geldi ve “Ya Rasûlallah, bırakın ben taşıyayım” dedi. Efendimiz, “Sen başka bir tane taşı. Sen Allah'a benden daha çok muhtaç değilsin” buyurdu.[7] O, sahabîlerini çok sever, onlarla birlikte çalışır ve asla kendisini onlardan ayırmazdı. Onun elli üç yaşında toz toprak içinde çalıştığını gören Ashâb-ı kirâm daha büyük bir aşk ve heyecanla çalışıyor, hep bir ağızdan şöyle diyorlardı:
“Allah Rasûlü çalışırken bizim oturmamız büyük bir sapıklık olur.”[8]
Birbirlerini çok seven bir lider ve ashâbının duygu dolu manzarası Medine tarihinin en güzel hatıralarından biri olarak zihinlere kazındı.
Tevazu Sahibi Peygamberin Mütevazı Mescidi
Mescidin temeli taştan, duvarları ise kerpiçten yapıldı. Direkleri hurma kütüklerinden olan mescidin üzeri hurma dallarıyla örtüldü. Yağmur yağdığında çamur içinde kalan zemin çakıl dökülerek kumlandı.[9]
Önceleri Efendimiz hutbelerini ayakta okurdu. Bir süre sonra Peygamberimizin yaslanması için mescide bir hurma kütüğü konuldu. Hicretin sekizinci yılında ise üç basamaklı bir minber yapıldı.[10]
Kıblesi Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya doğru olan Mescidi Nebevî’nin üç kapısı bulunuyordu. Güney duvarı boyunca Suffe denilen bir gölgelik vardı. Hicretin ikinci yılının Şaban ayında kıblenin değişmesi üzerine güneydeki kapı kapatılarak kuzeyde bir kapı açıldı. Suffe de güneyden kuzeye nakledildi.[11]
Mescidin inşası yaklaşık yedi ay sürdü. Bu süre zarfında Ebû Eyyûb’un evinde kalan Peygamber Efendimiz, daha sonra kendisi için mescidin doğu duvarına bitişik olarak yapılan odalara taşındı.[12] İlk önce iki olan oda sayısı zamanla dokuza çıkarıldı. Allah Rasûlü, hiçbir lüks ve şatafatın olmadığı bu odalarda yaşadı. İsteseydi krallar gibi bir hayat sürer, dağlar altın olup peşinden yürürdü. Ancak o mütevazı bir hayatı, garip bir yolcu gibi yaşamayı tercih etti.
Efendimizin o küçücük odaları uzun yıllar korundu. Halife Ömer b. Abdülaziz bu odaları gördüğünde duygulanır ve:
-"Halk şu odalara baksa da Peygamberlerinin (s.a.s) ne kadar sade ve mütevazı bir hayat sürdüğünü anlasa!" derdi.
Ashâb-ı Suffe
Mescidin arka tarafında yer alan Suffe’de kimsesiz muhacirler, bekarlar ve ilim tahsil etmek isteyen kimseler kalıyordu. Bu sahabiler, İslam’ın ilk misafirleriydi.[13] Suffe aynı zamanda İslam’ın ilk eğitim müessesesi, İlk yatılı okuluydu. Dershanesi mescid, yatakhanesi suffe olan okulun başöğretmeni Muhammed aleyhisselâm’dı. Allah Rasûlü vaktinin bir kısmını onlara ayırıyor ve ilim öğretiyordu. Hz. Peygamber’in yanı sıra burada kalanlara okuma-yazma ve Kur’ân-ı Kerim öğretmekle görevli başka öğretmenler de bulunuyordu. Ubâde b. Sâmit, Abdullah b. Mesud, Übeyy b. Ka’b, Muâz b. Cebel, Ebu’d-Derdâ, Abdullah b. Said b. Âs bunlardandı.[14] Suffe’de eğitim gören sahabilere Kur’an-ı Kerim'i çok iyi bildikleri için kurrâ deniliyordu. Suffe’de kalan sahabilerin sayısı şartlara göre değişebiliyor bazen bu sayı dört yüze kadar çıkabiliyordu.[15]
Ashâb-ı Suffe’nin ihtiyaçları bizzat Peygamber Efendimiz tarafından karşılanıyordu. Allah Rasûlü, kendisine gönderilen sadakaları hiç dokunmadan suffe ehline gönderiyor, hediyeleri de yine onlarla paylaşıyordu.[16] Çok sevdiği kızı Hz. Fatıma kendisinden maddi destek istediğinde, suffe ehli açlık ve sefalet içindeyken bunu yapamayacağını söylemişti.[17] Ashâb-ı Kirâm da Hz. Peygamber’in teşvikiyle bu ilim ve irfan yuvasını destekliyor, her akşam onlardan birkaçını evlerinde misafir ediyordu.[18] Hali vakti yerinde olan sahabiler mescidin direklerine yaş hurma salkımları asarak suffe ehlinin geçimlerine katkı sağlıyorlardı.[19]
Ashâb-ı Suffe içinde yer alan Ebû Hureyre ve Abdullah b. Mesud gibi pek çok sahabi ömürlerini Allah Rasûlünün hadislerini anlatmakla, İslam topraklarının her köşesinde Müslümanlara ilim öğretmekle geçirmişlerdi. Onlar Muhammed aleyhisselâm’ın mübarek hayatını ve mücadelesini bizlere ulaştıran Rabbani alimler olmuşlardı.
Onlar yeryüzünün her köşesinde İslam’ı tebliğ eden davetçiler, cihad meydanlarında kahramanca savaşan mücahitlerdi. Fahr-ı Cihan Efendimiz, Medine dışındaki kabilelere İslam’ı anlatmak üzere davetçiler göndereceği zaman bunları Ashâb-ı Suffe’den seçerdi. Çünkü onlar, Hz. Peygamber’in yanından ayrılmıyor, nâzil olan ayetleri ve dinî hükümleri bizzat Efendimiz aleyhisselâmdan öğreniyorlardı.[20] Onlardan yetmiş tanesi İslam’ı öğretmek amacıyla Hz. Peygamber tarafından Necid’e gönderilmiş, yolda Bi’r-i Maûne mevkiinde tuzağa düşürülmüş ve acımasızca şehit edilmişlerdi. Allah Rasûlü bizzat yetiştirdiği ve İslam’ı öğretmekten başka amaçları olmayan talebelerinin hunharca katledilmesine çok üzülmüş, kırk gün boyunca bu muallimleri şehit eden katillere beddua etmiştir.[21]
Mescid İslam Toplumun Kalbidir
Mescid-i Nebevî Medine’nin kalbi, hayatın merkeziydi. Müminler namazlarını orada imamların en yücesinin arkasında kılıyor, yürekleri tesbih ve zikirlerle huzur buluyordu. Zengin fakir, siyah beyaz, hür köle gibi hiçbir ayrımın söz konusu olmadığı mescidde İslam kardeşliği pekişiyor, birlik beraberlik duygusu güçleniyor ve ümmet bilinci her daim diri tutuluyordu.
Mescid-i Nebevî sadece namaz kılınan bir yer değildi. Burası Allah Rasûlünün ashabına ilim ve hikmeti öğrettiği bir ilim meclisi, sahabilerini yetiştirdiği, sorularını cevapladığı bir eğitim ve öğretim merkeziydi.
Mescidi Nebevî davet ve cihadın merkeziydi. Rasûlullah Medine’ye gelen misafirleri burada ağırlar, onlara İslam’ı öğretir ve hak dine davet ederdi.
İslam devleti Mescid-i Nebevîden yönetilir, Efendimiz sahabileriyle burada istişare eder, mahkeme salonu olarak yine burayı kullanırdı.
Mescid-i Nebevî yeri geldiğinde savaş kararlarının verildiği, askeri hazırlıkların yürütüldüğü bir karargâh, yeri geldiğinde Sad b. Muâz gibi sahabilerin tedavi edildiği bir hastane olurdu. Kısacası Nebevî hayatın ve mücadelenin kalbi Mescid-i Nebevî’de atardı.
Mescid-i Nebevî sevgili Peygamberimizin aziz hatırasıdır. İslam Tarihinin en güzel günleri burada yaşanmış, saadet çağına bu mübarek mekan şahit olmuştur. Müslümanların gönlünde bu mescidin ayrı bir anlamı ve değeri vardır. Canımızdan sevgili Efendimizin mübarek Ravzâsı buradadır. O’nun mezarını ziyaret etmek, yüce huzurunda hasretle gözyaşı dökmek ne büyük bir saadettir.
Rasûl-i Ekrem: "Yeryüzünde ibadet için sadece üç mescidin yoluna düşülür: Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ" buyurmuş,[22] mescidinde namaz kılmayı ümmetine tavsiye etmiştir: "Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Harâm müstesna, başka mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir." [23]
Bu mübarek mekanda Allah Rasûlüne komşu olanlar, namaz kılıp Rablerine dua edenler son Peygamberin mübarek kokusunu duyar, cennet rüzgarlarının tatlı serinliğini hissederler. Zira o mübarek elçinin eviyle minberi arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir.[24]
Rabbimiz Mescid-i Nebevî’de ibadet etmeyi, Muhammed aleyhisselâmın mübarek Ravzâsını ziyaret etmeyi, sonsuz cennetlerde O’na ve ashabına komşu olmayı hepimize nasip eylesin. Âmin.
[1] Medine-i Münevvere’ye pek çok isim verilmiştir. Bkz. Semhûdî, Vefâü’l-vefâ, I, 8,27; İrfan Küçükköy, Peygamber Şehri Medine-i Münevvere, 41.
[3]Muâz b. Afrâ ya da Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin himayesinde oldukları da belirtilmektedir. Bkz. Nebi Bozkurt-Mustafa Sabri Küçükaşçı, Mescid-i Nebevî, DİA, XXIX,282.
Yeni yorum ekle