Fetih Müjdesi ve İstanbul’un Manevi Değerleri

“Müjde var müminlere bin yılın ötesinden
Müjde var geleceğe âlemin habîbinden”

İstanbul, müstesna güzelliğe sahip bir dünya şehridir. Fetihten sonra halkımızın “taşı-toprağı altın” dediği güzide bir beldedir İstanbul.  Marmara denizine sahip olması yanında Karadeniz ve Akdeniz’i birbirine bağlayan deniz yolu üzerinde kurulu bulunması nedeniyle günümüzde olduğu gibi geçmişte de çok önemli bir şehir olarak insanları cezbediyordu. 1453 yılına kadar İstanbul; Avarlar, Araplar (Emevîler-Abbâsîler), Avrupalılar ve Osmanlılar tarafından defalarca kuşatılıp fethedilmeye çalışılmıştır. Çevresinin sağlam ve yüksek surlarla çevrili olması ve Bizanslıların sahip olduğuRum ateşi, Kostantiniyye’ye yapılan fetih hareketlerini başarısız kılıyordu. Belli ki zamanı gelmemişti, belli ki Fatih’ini bekliyordu.

Kutlu fetih müjdesi, Gazi II. Murad Hân Hazretleri’nin yüreğini kor gibi yakıyordu. Bu aşka vâsıl olmak onun en büyük sevdasıydı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa’nın müjdesine kim nail olmak istemezdi ki? Büyük Hünkâr sabah namazını eda ettikten sonra fetih için Allah’a yalvarıyordu. Tam bu esnada hizmetkârlardan biri heyecanla içeri girdi: “Hünkârım! Gözünüz aydın olsun, bir oğlunuz oldu.” dedi. Bu habere ziyadesiyle memnun olan genç padişah, ellerini semaya kaldırarak “Elhamdulillah… Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammed açtı.” diyerek Allah’a şükretti, ismini Mehmed koydu.

Kostantiniyye’yi fethetme arzusu, yüreğini derin derin yakarken, bu durumu şeyhi Hacı Bayram-ı Veli’ye açan II. Murat Hân, şeyhinin cevabı ile ayrı bir heyecana kapıldı. Şeyh, kundakta uyuyan Mehmed’i (Sultan Fatih) gösterip;“Hünkârım, fetih size değil mahdûmunuz Mehmed’e nasib olacak.” dedi. Artık Murad Hân’ın arzusu oğlunu bir an önce tahta çıkarmak şeklinde tecelli ediyordu. Resûlullah’ın; “Kostantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 335) methine ve müjdesine Allah’ın izniyle oğlu vasıl olacaktı. Öyle de oldu. Genç Sultan, İstanbul’u fethettiğinde yirmi bir yaşında idi. Kendisine bu tarihten sonra “Fatih” ünvanı verildi.

Sebe sûresinin 15. ayet-i kerimesinde geçen: “Beldetun Tayyibetün” ifadesi, ebced hesabı ile İstanbul’un fetih tarihi olan Hicri 857 yılına denk düşmektedir.

Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra yerli halkı inançlarında serbest bıraktı. Sadece Ayasofya’yı cami haline getiren kudretli Padişah, diğer kiliselere dokunmadı.

Gerçek bir mürşid-i kâmil olan Akşemseddin Hazretleri’nin manevi gücü, müminlerin duası, fetih aşkı ile bu topraklara kadar gelip şehid düşen sahâbî Hz. Ebû Eyyub el-Ensârî ve diğer sahâbîlerin manevi varlıkları ile mübarek müjde gerçekleşip, fetih müyesser olmuştu. Akşemseddin Hazretleri’ne “İstanbul’un manevi Fatih’i” denilmesinin sebebi, fethin genç padişaha nasib olacağını söylemesi ve ona rehberlik etmesi yanında, büyük sahâbî Ebû Eyyub el-Ensârî’nin kabrini rüya yolu ile bulmasındandır.

Bir emanettir, bir güzelliktir Ebû Eyyub el-Ensârî. O, bu toprakların bir bereketidir. Resûlullah’ın müjdesine ermek için 80 küsur yaşında şehid düşmüş; adını verdiği beldede (Eyüp) bir gül gibi bağrımızda açmıştır. Yürekte iman varsa ve şehâdet bir aşk ise işte o zaman ölüm bir vuslattır, düğün gecesidir.

“Dua yürür arşı bulur, kabristanlar tarih olur,
      İstanbul efsunkâr şehir, güzelliğe mekân olur.”

Evet! İstanbul kadar, kabirlerle iç içe olan ve bu birlikteliği gönülleri meftun ederek sunan başka bir dünya şehri var mıdır acaba? Ülkemizin pek çok yerleşim bölgesinde eski mezar taşları olmasına rağmen, İstanbul’un camileri ve hazîrelerindeki mezar taşları sadece tarihi açıdan değil, sanat ve kültürel zenginliği bakımından da ayrı bir özelliğe ve güzelliğe sahiptir.

“…Milli kültürümüzün nesiller boyu devam edegelmiş belgeleri olan mezar taşları; bütün sanat dallarına nazaran örf ve adetleri daha fazla aksettirmesi yanında, tarihli olmaları ile de bütün Etnografik, Mimarlık ve Sanat Tarihi için öncesi ve sonrası belli olan belge hüviyeti taşırlar…” (1)

O kabirler ki ölümü yâd ettirmesi yanında, hayatı ve var oluş gayesini de hatırlatırlar. Mezar taşlarıyla işlenen kabristanlar çisil çisil yağan yağmur gibi, gürül gürül akan akarsu gibi ruhumuzu okşayarak derin manalarla bizi donatırlar… Kabirleri ziyaret, ölümü ve ahireti hatırlatması sebebiyle Peygamberimizin bir tavsiyesidir. Kabirleri ziyaret insana kendi özünü keşfettirir. Bu hâlet-i rûhiye içerisinde farkına varmadan Fatiha’yı okumuş oluruz. Kabristandaki ibretâmiz yazılar, dünya hayatının geçiciliğini anlattığı gibi, bizi kem düşüncelerden, bencillikten ve kibirden uzaklaştırır. İşte bu yazılardan bir örnek;

“Ziyaretten murad duadır,
        Bugün bana ise yarın sanadır.”(2)

İstanbul lâle şehri… Lâleler yalnızca bahçelere değil mezar taşlarına da ayrı bir güzellik katar. Doç. Dr. Fevzi Günüç, Hüseyin Kutlu’nun “Kaybolan Medeniyetimiz” adlı eserindeki “Takdim” yazısında: “Lâle’nin Kur’an harfleri ile yazıldığı zaman tersinden “hilâl” okunduğu, elif’le lâm yer değiştirdiğinde ise “Allah” okunduğu ve lâlenin tasavvuf edebiyatımızda tevhidi temsil ettiği; ayrıca Peygamberimizi temsil eden gül ile birleştiği zaman ise Kelime-i Tevhid demek olduğunu, ifade eder.

Bütün bunların yapılmasında elbette ki bir gaye var. “Taşa ruh veren hakikat: HÜVE’l-BÂKÎ… Dantel dantel işlenmiş mezar taşlarının, daha doğrusu bizim mezar taşlarımızın yüreklerimize bir gül yaprağı yumuşaklığıyla dokunuşunu hissetmemiz -Allahü a’lem- bu hakikat cümlesinin bereketi olsa gerek… Hüve’l-Bâkî… “Bâkî olan O…”Nedense ben, bizim medeniyetimizin en derin, en belirleyici işaretleri olarak mezar taşlarını görürüm, daha doğrusu öyle hissederim. Her bir mezar taşı bana, bizim insanımızın etten, kemikten ayrılan ruhunun kendisine seçtiği yeni bir beden gibi gelir. Baksanıza, birbirinin tıpa tıp aynı olan iki mezar taşı var mı?.. Tıpkı insanlar gibi…

Mezar taşları… Bazen mabedlerle kucak kucağa, bazen Eyüp’te olduğu gibi evlerle, dükkânlarla iç içe… İnsan orada dolaşırken dünya ile ukbâyı aynı anda yaşadığını, “öbür taraf”ın bir adım ötede olduğunu hissediyor…

Mezar taşları ölenlerin, onları toprağa verenlerin, taş ustalarının, hattatların imanlarını gösteren şehâdet parmakları gibi… Yalnız mezar taşları bile bizim medeniyetimizin, hayat felsefemizin, edep ve ahlâkımızın bütün manalarına işaret etmektedir.”(3)

İstanbul öyle bir şehir ki; dünü bugünü, dünya ve ahireti bütün güzelliğiyle özünde barındırır. “Peygamberimiz (sas)’in, ‘Ölüm vaiz olarak yeter.’ hadisinin ışığında ecdadımız, mezar taşları ile ölümü hatırlatıp, çarşı, medrese, tekke, cami ve türlü içtimai müesseselerin yanında en güzel ifadeler, en dikkatli ve en sanatlı çalışmalar ile dünya için duyulan hırsı dizginlemeye çalışmışlardır.”(4)

Mezar taşları ile kitâbeler, ecdadımızın insan sevgisi ve manevi değerlere yaklaşımını göstermesi açısından da önem arz etmektedir. Tefekkür hazinemizin, kültür ve sanat sevdamızın müstesna numuneleridir onlar.

“Ölüm ve faniliğin sembolü olarak kullanılan “servi ağacı” da mezar taşlarında en çok rastlanan motiflerdendir. Kendine has bir kokusu olan ve yaz-kış yeşil kalan servi, vahdeti, yani birliği sembolize eder. Allah lafzının ilk harfi olan ‘Elif’e de benzetilen servinin rüzgârda sallanırken çıkardığı “Hû” sesiyle Allah’ı zikrettiğine inanılır. Servinin dalları başka cins ağaçlardaki gibi, rüzgârda kolay kolay sallanmaz. Bu hâli ile servi, sabrın ve temkinin de sembolüdür. Dik duruşu ile doğruluğu ve dürüstlüğü simgelerken şairlere ilham verir. 17. yy. şairlerinden Tebrizli Saîb:

“Sen fakirin bir yerine batmış olan dikeni çıkartırsan, o diken bir gün senin medfeninin servisi olur…” derken, Mevlâna da Mesnevi’sinde: “Cömertlik ‘cennet servi’sinden bir daldır.” diyerek servinin kutsallığından bahseder.”(5)

 

Fetih müjdesine nail olan güzel şehir İstanbul, şairlere de konu olmuştur. Şairlerin mısralarında İstanbul sevdası, bir başka güzel anlatılır. Binlerce farklı çiçeğin özünden binbir emekle elde edilen bal gibidir İstanbul’u anlatan şiirler.

Fetih ve İstanbul; büyülü, efsunkâr iki kelime… Hz. Muhammed (sas)’in fetih müjdesiyle övündüğümüz kadar, fethin manevi ruhuna uygun sorumluluklarımızı da yerine getirmeliyiz. Özellikle sahabe kabirlerini ve ecdâd mezarlarını gezdiğimizde kıyama kalkmış gibi elif elif duran mezar taşları, bu toprakların birer manevi bekçileridir aynı zamanda. Camiler gibi, ezan gibi, bu topraklar için toprağa düşen Mehmetler gibi, bir hilal uğruna batan güneşler gibi. Osmanlı kültürü ve ecdâdımızın tarihi; bu kutsal vatanı sadece yaşayanlarla değil, ölüleriyle de koruyor.

Hz. Peygamber’in kutlu müjdesi İstanbul’un Süleymaniye, Sultanahmet, Ayasofya, Fatih, Eyüp Sultan ve diğer camilerinde yükselen ezan sesleri, bu fetih müjdesini, günde beş kere, seven gönüllere yeniden yaşatıyor.

 

 

 

 

1) Doç. Dr. Fevzi Günüç; Kaybolan Medeniyetimiz isimli Hüseyin Kutlu’ya ait esere yazdığı “Takdim” yazısı.

2) Hekimoğlu Ali Paşa Câmii hazîresindeki bir mezar taşındaki yazı, Hüseyin Kutlu-Kaybolan Medeniyetimiz.

3) Prof. Dr. Çağrıcı, Mustafa. “Kaybolan Medeniyetimiz” isimli Hüseyin Kutlu’ya ait eserdeki “Takriz” yazısı.

4) Açıkgözoğlu, A.Sacid; Hüseyin Kutlu’nun “Kaybolan Medeniyetimiz” adlı eserdeki; “Hekimoğlu Ali Paşa Câmii Haziresi” isimli yazısı.

5)Özcan, Ali Rıza, adı geçen eserdeki “Mezar taşları ve üzerindeki sembolik ifadeler” isimli yazısı.

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.