Hz. Abdullah b. Cahş radıyallahu anh

          Dayısı Hz. Hamza Gibi Bir Kahraman 


Medine’ye, Allah Rasûlünün şehrine gittiğimizde Uhud Dağı’nı ve o dağın yamacında şehit düşmüş kahraman mücahitleri ziyaret ederiz. Demir parmaklıkların ardından şehitlerin mezarlarına baktığımızda şehitlerin efendisi ve Allah Celle’nin aslanı Hz. Hamza’nın mütevazı mezarını zorlukla görebiliriz. O mezarda Hz. Hamza’nın yalnız olmadığını, yeğeni Abdullah b. Cahş’ın da onunla birlikte aynı mezarda olduğunu hatırlarız. Allah ve Rasûlünün yolunda cihad eden, savaş bittiğinde tıpkı dayısı Hz. Hamza gibi düşmanları tarafından cesedi parça parça edilen, kulakları ve burnu kesilerek bir ipe dizilen, parçalanmış vücudu dallarda sallandırılan bu yüce sahâbiyi ve onun fedakâr arkadaşlarını hayırla ve minnetle yâd ederiz.

Abdullah b. Cahş radıyallahu anh, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in halası Ümeyme binti Abdülmuttalib’in oğludur. Kız kardeşi Zeynep binti Cahş, Efendimizin hanımı, müminlerin annesidir. Bir diğer kız kardeşi Hamne binti Cahş ise yüce davetçi Mus'ab b. Umeyr’in hanımıdır.[1] 

Abdullah b. Cahş, Rasûl-i Ekrem henüz Daru’l-Erkam’a girmeden evvel İslâmî tebliğin ilk günlerinde Müslüman oldu.[2]O,Müslüman olduğunda yirmi beş yaşlarındaydı.

 

 Derin Bir Acı 


Mekke müşrikleri, zulüm ve baskılarını iyice artırıp müminlere dayanılmaz işkenceler yaptıklarında Abdullah ve kardeşleri Habeşistan’a hicret etmişlerdi.[3] Allah yolunda evini-ocağını terk eden, vatan hasreti çeken Cahş ailesi Habeşistan’da çok derin bir acı yaşadı. Zira Abdullah’ın kardeşi olup İslâm’dan önce Haniflerden sayılan, İslâm’ın gelişiyle de hemen Müslüman olan Ubeydullah b. Cahş, dinini terk etmiş ve Hristiyan olmuştu. Gerek kardeşlerinin ve gerekse hanımı Ümmü Habibe’nin bütün çabalarına rağmen hidayete yüz çeviren Ubeydullah, kendini içkiye vermiş,  bir süre sonra da bu hâl üzere vefat etmişti.[4] O, Müslümanların ilklerinden, Allah yolunda yıllarca işkence görmüş, imanı uğruna bedel ödemiş, vatanından vazgeçmiş fedakâr bir kimseydi. Böyle birisi nasıl olur da dininden döner, ahlakî güzelliklerini, üstün niteliklerini terk edip perişan bir şekilde can verirdi? Ubeydullah’ın sonu müminler için büyük bir ders oldu. Müslümanlar güzel bir hayatın ancak güzel bir ölümle değer taşıyacağını, nimete kavuşmak kadar o nimete sahip çıkmanın da lüzumunu öğrendi. Her namazdan sonra iman dolu güzel bir ölüm için, son nefeste “Allah” diyebilmek için dualar edildi. Rabbimiz bizlere de sırât-ı müstakim üzere yaşamayı ve ölmeyi  nasip eylesin.

 

Sahipleri İçin Ağlayan Evler


Habeşistan’dan Mekke’ye dönen Abdullah b. Cahş kısa bir süre sonra yeniden yollara düştü. Allah’ın dininin yeryüzüne hâkim olması için  yerini yurdunu terk ederek Medine’ye hicret etti. Abdullah, Medine’ye göç ederken bütün sülalesini de beraberinde götürdü. Onlar Medine’ye vardıklarında Mübeşşir b. Abdülmünzir’in evine misafir oldular.[5]

Efendimiz aleyhisselâm Medine’ye hicret ettikten sonra Abdullah b. Cahş ile ensardan Âsım b. Sâbit’i kardeş ilan etti.[6] Abdullah ve Âsım Allah yolunun fedaisi, yürekleri cihad aşkı ve şehadet özlemiyle dolu cesur kimselerdi. Allah Rasûlü idealleri, dertleri bir olan iki mücahidi birbirine kardeş etmişti.[7]

Mekkeli müminlerin Medine’ye göç etmeleri üzerine evleri barkları sahipsiz kalmış, Mekke’deki pek çok sokak ve mahalle kimsesiz, âdeta ölü bir hâle gelmişti.

Sahâbilerin hicret etmeye başlamasının henüz ilk günlerinde Mekke sokaklarını teftiş eden müşrik liderler, Cahşoğullarının yaşadığı bölgeye geldiklerinde hiç kimsenin olmadığı, bütünüyle terk edilmiş bir mahalle ile karşılaştılar. Utbe b. Rebîa yerden kalkan tozları, gıcırdayan kapıları ve hiçbir neşesi kalmamış hüzün dolu evleri gördüğünde derin bir üzüntü duydu ve şöyle demekten kendini alamadı:

- Cahşoğullarının ıssız kalmış evleri sahiplerinin ardından gözyaşı döküyor.

Bu sözden rahatsız olan Ebû Cehil, Utbe’ye şu cevabı verdi:

- Onlar kim oluyorlarmış ki evleri onların peşinden gözyaşı dökecek.[8]

Mekke’nin önde gelenleri, müminlerin geride bıraktıkları evlerine ve eşyalarına el koydular. Ebû Süfyân b. Harb da Abdullah b. Cahş’ın evini ele geçirerek evi ve eşyaları dilediği gibi kullanmaya başladı. Zira  Abdullah’ın evi diğer evlerden daha güzel ve daha bakımlı idi. Fakat güzel ve ferah evler, iştahları kabartan dünyevî nimetler,  hayatın vazgeçilmezi saydığımız,  kavgaya, savaşa sebep olan şeyler Rasûlün sevgili dostları için ayak bağı olmadı. Onlar kendilerini bekleyen tüm zorlukların üzerine gülümseyerek yürüdüler.

 

 Cennette Bir Ev


Mekke’deki evinin başına gelenler ve müşriklerin küstah tavırları Abdullah b. Cahş’ı çok rahatsız etti. Abdullah üzüntüsünü Efendimiz aleyhisselâm’a anlatınca, Rasûl-i Ekrem Hazretleri şöyle buyurdu:

- Ey Abdullah! Allah’ın, Mekke’deki evine karşılık sana cennette ondan daha hayırlı bir ev vermesine razı olmaz mısın? Abdullah:

- Elbette razı olurum, ya Rasûlallah, deyince, Efendimiz:

- O halde o ev senindir, buyurdu.[9]

Bu müjde evini, eşyalarını terk etmek zorunda kalan Abdullah b. Cahş’ı ve bütün muhacirleri çok memnun etti. Cennette bir eve sahip olmak, cennete nail olmak demekti. Rasûlün ağzından cennet müjdesi almış bir kul fani dünyanın derdine düşer miydi?

 

Kureyş’in Tehdidi


Allah Rasûlü ve arkadaşları Medine’ye hicret ettiklerinde Mekkeli müşrikler, Medine halkına tehdit dolu mektuplar yazdılar. Bu mektuplarda Efendimiz aleyhisselâm’ı ve arkadaşlarını derhâl kendilerine teslim etmelerini, aksi takdirde Medine’ye saldıracaklarını ve eli silah tutan herkesi öldürüp, kadınları esir alacaklarını ifade ettiler.

Medine’de bulunan üç Yahudi kabilesi, şehirde yaşayan müşrik Araplar ve onlarla iş birliği hâlinde olan Mekkeli müşrikler İslâm toplumunu tehdit ediyor, Müslümanlar ise sürekli endişe içinde yaşıyorlardı.

Mekkeli müşrikler, Müslümanların Mekke’de bıraktıkları evlerine el koymuş, eşyalarını satışa çıkarmış, elde edecekleri gelirle Müslümanlara karşı savaşmaya ve İslâm devletini ortadan kaldırmaya karar vermişlerdi.

 

Cihada İzin Verilmesi


Allah Teâlâ, Medine içerisinde gerekli düzenlemeleri yapan ve kısa sürede birbirine kenetlenmiş bir İslâm toplumu oluşturan Peygamberimize, hicretin ikinci yılının başında  İslâm
düşmanlarına karşı cihad izni verdi:

“Zulme uğrayan müminlere savaşma izni verildi. Elbette ki Allah müminlere yardım etmeye kadirdir. O müminler, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmışlardır.”[10]

Peygamberimiz bu âyet-i kerimelerin verdiği izin sonrasında İslâm’ı ortadan kaldırmaya çalışan düşmanlara fırsat vermemek, onların her türlü faaliyetlerini önceden öğrenmek, Kureyş müşriklerinin saldırılarına karşı tedbir almak ve Mekkelilerin Suriye ticaret yolunu kontrol altında tutmak amacıyla birçok askerî harekât düzenledi.

 

Batn-ı Nahle Seriyyesi


Rasûl-i Ekrem bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra, Abdullah bin Cahş’ı yanına çağırarak sabah namazına silahlarını kuşanmış bir şekilde gelmesini söyledi. Sabah olduğunda muhacirlerden oluşan sekiz kişilik bir müfreze hazırladı ve başlarına Abdullah bin Cahş’ı komutan tayin etti.[11] Allah Rasûlü, Übeyy bin Ka’b’a bir mektup yazdırarak zarfını kapattı ve mektubu Abdullah’a verdi. Efendimiz, Abdullah’a  Medine’nin doğu istikametindeki Necid yolunda ilerlemesini, iki gece sonra mektubu açmasını ve içindeki emre göre hareket etmesini söyledi.[12] Daha sonra müfrezeyi oluşturan ashabına dönerek şöyle buyurdu:

“İçinizden açlığa ve susuzluğa en dayanıklı olanınızı emir olarak tayin ediyorum.” Böylece sahâbiler arasında “müminlerin emiri/emiru’l-müminîn” unvanı ilk kez Abdullah bin Cahş’a verilmiş oldu.[13]

 

Efendimizden Liderlik Dersleri


Allah Rasûlünün tehlikeli gördüğü vazifeleri en yakın akrabalarına vermesi oldukça önemlidir. Daha önce düzenlenen seriyyelere amcası Hz. Hamza ve yakın akrabası Ubeyde bin Hâris’i komutan olarak tayin etmiş, şimdi ise bu görevi halasının oğlu Abdullah bin Cahş’a vermiştir. Yine dikkat edilirse müfrezede bulunan bütün sahâbiler Mekkeli muhacirlerin arasından seçilmiştir.[14] Sahip oldukları makam ve mevkiler sayesinde eş, dost ve akrabalarını âbâd edenler, diğer insanları ise ancak fedakârlık gerektiğinde hatırlayanlar, Efendimizin bu tavrına özellikle dikkat etmelidir.

Sefere çıkan Müslümanların, nereye ve hangi amaçla gittiklerini dahi bilmemeleri ve iki gün sonra mektubun açılmasıyla birlikte görevlerini öğrenmiş olmaları çok manidardır. Efendimiz aleyhisselâm harekâtın hedefine ulaşması için her türlü tedbiri almış, sahâbiler de emri sorgulamayarak lidere nasıl itaat edilmesi gerektiğini göstermişlerdir.

Peygamberimizin açlık ve susuzluğa en dayanıklı olan kimseyi emir tayin etmesi, bir görevin verilmesi sırasında liyakatin dikkate alınması gerektiğini, kişinin diğer özelliklerinden ziyade, vazife ile ilgili aranan  şartlara ne kadar uygun olduğuna bakılmasının daha önemli olduğunu göstermektedir.

 

Efendimizin Mektubu


Abdullah bin Cahş iki günlük yolculuktan sonra İbn Dümeyra  Kuyusu’na vardığında, Efendimizin mektubunu açtı ve arkadaşlarına okumaya başladı:

“Bu mektubumu okuduğunda Mekke ile Taif arasındaki Nahle Vadisi’ne ininceye kadar yürü. Orada Kureyşlileri ve Kureyş kervanını gözetle. Bize onlar hakkında bilgi getir. Arkadaşlarından hiç birini seninle birlikte gitmeye zorlama.”

Abdullah mektubu okuduktan sonra “İşittim ve itaat ettim.” diyerek Allah Rasûlünün verdiği görevi yerine getireceğini belirtti. Yanındaki sahâbilerin tamamı da onu yalnız bırakmayacaklarını söylediler.[15] Abdullah ve arkadaşları yönlerini değiştirerek Nahle’yedoğru hareket etti. Her iki sahâbiye bir deve düşüyordu. Buhran denilen yere geldiklerinde Sa’d b. Ebî Vakkas ve Utbe b. Gazvan develerini kaybettiler.[16]

 

Kureyş Kervanı


Batn-ı Nahle mevkiine gelen Müslümanlar burada kuru üzüm, deri ve şarap taşıyan[17]bir Kureyş kervanıyla karşılaştı.[18] Kervanda bulunan müşrikler Müslümanları görmüşlerdi.[19]Müslümanlar beklenmedik bu durum karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Recep ayının son günüydü.[20] Recep ayı ise kan dökmenin kesinlikle yasak olduğu haram aylardan biriydi. Bu ayda savaşmak, cahiliye devri Araplarınca da büyük bir günah kabul ediliyordu. Ancak Müslümanlar o günün, Recep ayının son günü olduğunda tereddüt ettiler.[21] Ayrıca bir gün daha beklenilecek olursa hem kervan Mekke haremine girecek, hem de bütün Kureyş halkı Müslümanların, Mekke’ye  kadar gelmiş olduğunu anlayacaktı.[22]

 

İlklerin Seriyyesi


Mücahidler nihayet kervana saldırmaya karar verdi.[23]Vâkıd bin Abdullah radıyallahu anh’ın attığı ok kervanın yöneticisi Amr bin Hadramî’nin ölümüne yol açtı.[24] Kervandakilerden Osman bin Abdullah ve Hakem bin Keysân da esir alındı.[25]

Abdullah bin Cahş kervanda ele geçirilen ganimeti beşe bölerek beşte birini Allah Rasûlüne ayırdı. Efendimiz aleyhisselâm ilk kez bu seriyyede gizli bir emirname yazdırmış, Müslümanlar bu seriyye sırasında bir müşriği öldürmüş ve ilk defa müşrikleri esir ederek onlardan ganimet almışlardı.[26]

Abdullah ve arkadaşları, ele geçirdikleri ganimetler ve esirlerle birlikte Medine’ye geliyordu.[27] Ancak onların bu seriyyesi sadece Medine’yi değil bütün Arap Yarımadası’nı ayağa kaldırdı. Bu hadise iki taraf arasında yıllarca sürecek olan savaşın ilk kıvılcımı oldu.

 

Nahle Seriyyesi’nin Yankıları


Abdullah b. Cahş kumandasındaki mücahidler Medine’ye gelip olanları Efendimize anlattıklarında, Allah Rasûlü çok üzüldü ve şöyle buyurdu:

“Ben size haram aylarda savaşmanızı emretmedim.”[28]  

Gerçekten de Rasûl-i Ekrem onlara müşriklerle savaşmalarını değil, Kureyş kabilesi ve kervanıyla ilgili bilgi toplamalarını emretmişti. Efendimiz alınan esirlere ya da getirilen ganimetlere dönüp bakmadı. Abdullah ve arkadaşları bu duruma çok üzüldü. Müminler, Abdullah ve arkadaşlarına öfkeyle bakıyor, kendilerine emredilmeyen bir şeyi yaptıkları için onları kınıyorlardı.[29] Ancak daha da üzücü olanı, İslâm düşmanlarının bu olayı bahane göstererek Allah Rasûlünü eleştirmeleri ve Ona insafsızca saldırmalarıydı.    

Müşriklere göre, Hz. Muhammed aleyhisselâm ve arkadaşları haram ayın kutsiyetini ihlal etmişler, savunmasız insanları haksız bir şekilde öldürerek mallarını ele geçirmişlerdi.[30] Yahudiler de boş durmuyorlar, fitne kazanını iyiden iyiye kaynatarak Mekkeli müşrikler ile Müslümanlar arasında şiddetli bir savaş çıkması için ellerinden geleni yapıyorlardı.

 

Fitne Çıkarmak, İnsan Öldürmekten Daha Kötüdür


Allah’ın dininin yücelmesi için çaba gösteren, günler ve geceler boyu çöllerde yürüyen, ailesinden uzakta kalan, canını hiçe sayarak düşmana saldıran mücahidler; yaşanan bu olaylar sebebiyle derin bir ıstırap duyuyor, bütün bu olumsuzluklara kendilerinin sebep olduğunu düşündükçe âdeta kahroluyorlardı. Oysaki onlar Allah Rasûlüne muhalefet etmeyi ve Onu sıkıntıya sokacak bir duruma fırsat vermeyi akıllarına dahi getirmemişlerdi. Üstelik onlar haram ayda olup olmadıklarını bile tam olarak bilmiyorlardı. Kendilerini üzüntüden helak etmek üzere iken müminlere karşı sonsuz merhamet sahibi olan yüce Rabbimiz şöyle buyurdu:

“Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Fakat Allah’ın yolundan insanları alıkoymak, Onu inkâr etmek,Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan sürüp çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Eğer düşmanlarınızın gücü yeterse, dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler.Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.”[31]

Kendi canları yandığında kıyametler koparanlar, kıllarına zarar geldiğinde dünyanın altını üstüne getirenler, başkalarının hayatlarını zindana çevirirken, onları yuvalarından koparıp ocaklarını söndürürken neden hiç rahatsız olmazlar? İnsanları bir olan Allah’a iman ettikleri için acımasızca öldüren, onların Mescid-i Haram’da ibadet etmelerine izin vermeyen zalimler; kendi kervanları basıldığında, devranları ters döndüğünde hangi hakla ve hangi yüzle zulmettikleri insanları zalim olmakla suçlayabilirler? O mazlumları Mekke’den sürüp çıkaran, onlara Medine’de bile huzur vermeyen, hem onlara hem de onları koruyan Medineli Müslümanlara tehditler savuranlar, Mekke’nin zalim müşrikleri değil midir?

 Bu âyet-i kerimenin nazil olması ile Efendimiz ve Müslümanlar huzur bulmuş, seriyyeye katılan kahraman mücahidler sevinçle dolmuştu.[32] Allah Rasûlü ganimetin beşte birini beytü’l-mâl’e ayırmış, Abdullah b. Cahş’ın taksimi, ganimetlerle ile ilgili olarak daha sonra nazil olacak olanâyet-i kerimeye uygun düşmüştü.[33]

 

Allah Yolunda Cihad Edenler Var ya…


Bir süre sonra Abdullah ve arkadaşları Efendimiz aleyhisselâm’a giderek şu soruyu sordular:

“Ya Rasûlallah, katıldığımız bu seriyye sebebi ile bizler de mücahidlere verilecek olan ecir ve mükâfata nail olabilir miyiz?”

Onların bu sorusuna Allah Celle indirdiği şu âyetle cevap verdi:

“İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler var ya; işte ancak onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah sonsuz bir şekilde esirgeyen ve bağışlayandır.”[34]

Batn-ı Nahle Seriyyesi ile Müslümanlar, Mekkeli müşriklere, kendilerinin hafife alınmaması gereken bir güç olduklarını, Mekke’nin sadece kuzey değil güney ticaret yoluna da müdahale edebileceklerini ve Mekkelilerin burunlarının dibine kadar yaklaşarak onlara zarar verebileceklerini göstermiş oldular. Abdullah b. Cahş, bu seriyyeden iki ay sonra cereyan eden Bedir Savaşı’na da katılmış ve Mahzûmoğullarının önde gelenlerinden biri olan Velîd b. Velîd’i esir almıştır. Velîd, Kureyş’in lideri Velîd b. Muğîre’nin oğlu olup Halid b. Velîd’in de kardeşidir.[35]

Bedir Savaşı’nda müşriklerden yetmiş tanesi esir alınmıştı. Efendimiz aleyhisselâm bu esirlerin durumu ile ilgili olarak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in yanısıra Hz. Abdullah b. Cahş ile de istişare etmiştir ki bu durum bize Abdullah’ın Rasûl-i Ekrem’in nazarındaki kıymetini gösterir.[36] 

 

Uhud Savaşı


Bedir Savaşı’nda büyük bir hezimet yaşayan, liderlerinden pek çoğunu kaybeden Kureyşliler, ertesi yıl intikamlarını almak üzere üç bin kişilik büyük bir orduyla Müslümanların karşısına çıktılar. Medine’nin hemen yanı başında, Uhud Dağı’nın etrafında cereyan eden bu savaş oldukça kanlı geçmiş, Allah’ın dinini yüceltmek ve Efendimiz aleyhisselâmı korumak amacıyla sahâbiler canlarını feda etmiş, eşsiz kahramanlıklar göstermişlerdir.

 

Abdullah b. Cahş’ın Duası


Abdullah b. Cahş’ın Uhud Savaşı’ndaki fedakârlığı ve mücadelesi ise bambaşkadır. Ashâb-ı Kirâm’ın önde gelenlerinden Sa’d b. EbiVakkas radıyallahu anh şöyle anlatıyor:

Uhud Savaşı’nın başlamasından hemen önce Abdullah yanıma gelerek bana şöyle dedi:

Gel, bir köşeye gidelim de Allah’a dua edelim. Sen benim duama “âmin” de, ben de senin duana “âmin” diyeyim.

Ben “Olur.” deyince bir kayanın ardına gittik. Sonra ben dua etmeye başladım: “Allah’ım! Savaş sırasında karşıma güçlü kuvvetli bir düşman çıkar. Ben onu öldüreyim ve üzerindeki kıymetli eşyaları ganimet olarak alayım.”

Ben duamı bitirince Abdullah “Âmin” dedi ve kendi duasına başladı:

 

Ey Kulum, Burnun ve Kulakların Nerede


“Ya Rabbi!  Savaş meydanında karşıma güçlü, kuvvetli bir düşman çıkar. Ben onunla çarpışayım. O beni öldürsün. Burnumu ve kulaklarımı kessin. Yarın Senin huzuruna çıktığımda, Sen bana: ‘Ey kulum, burnun ve kulakların nerede,  burnun ve kulakların neden kesildi?’dediğinde, ben ‘Senin ve Rasûlünün rızası için kesildi.’ diyeyim.”[37]

 Abdullah’ın duası bittiğinde, söz verdiğim için “Âmin” demek zorunda kaldım.”[38]

 

Hurma Dalı Kılıca Dönüşüyor


Nihayet savaş başladı. İki taraf kıyasıya savaşıyor, tam bir can pazarı yaşanıyordu. Abdullah, düşman saflarının ortasına dalmış cihad ediyor, ölüme meydan okuyordu. Savaşın iyice kızıştığı bir sırada elindeki kılıcı kırılıverdi. Kılıcı olmadan nasıl savaşabilirdi? Hemen Allah Rasûlünün yanına gitti. Efendimiz, Abdullah’a bir hurma dalı vererek bununla savaşmasını emretti. Abdullah, hurma dalını eline aldığında dalın keskin bir kılıca dönüştüğünü hayranlıkla seyretti. Yeniden savaş meydanına döndüğünde elinde mucizevî bir kılıç tutuyordu.[39]

 

Ağaç Dalına Asılan Burun ve Kulaklar


Uhud Savaşı Müslümanlar için oldukça sıkıntılı geçti. Bir ara tamamen dağılan İslâm ordusu, ölmeyi yaşamaya tercih etmiş mukaddes mücahidler sayesinde toparlanarak müşriklere kesin bir zafer kazanma fırsatı vermedi. Düşman savaş meydanını terk ettiğinde Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Cahş’ın paramparça edilen vücudu ile karşılaştı. Abdullah, Ebû’l-Hakem b. Ahnes b. Şerik tarafından şehid edilmiş[40], burnu ve kulakları kesilmişti. Etrafa baktığında bir ağacın dalına asılan bir ipin ucundaki burnu ve kulakları gördü. Müşrikler Nahle Seriyyesi’nin kahraman komutanının vücudunu, parmaklarını, burnunu ve kulaklarını doğrayarak intikam almışlardı. Abdullah’ın duası kabul olmuş, Allah yolunda şehid olmuştu.[41]Sa’d bu hadiseyi anlatırken, “Abdullah b. Cahş’ın duası, benim duamdan daha hayırlıydı.” derdi.[42]

İman edenler, imanlarını salih amelleriyle ispat edenler, hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, ölüme meydan okuyanlar… İşte onlar Abdullah ve arkadaşlarıdır. Onlar Allah’ın rahmetine, Rablerinin vaat ettiği Firdevs Cennetlerine layık mümin, muhacir ve mücahitlerdir. 

Allah Rasûlü Uhud şehidlerini, dünyadaki dostluklarına veya akrabalıklarına göre ikişer ikişer defnediyordu. Kırk yaşlarında[43]şehid olan Abdullah’ı da şehidlerin seyyidi dayısı Hamza ile aynı mezara defnetti.[44]

Bir defasında Efendimiz aleyhisselâm Abdullah’a dünyada en çok ne istediğini sormuştu da Abdullah şu cevabı vermişti:

Benim dünyada en büyük hedefim Allah ve Rasûlünün sevgisini kazanmaktır. Gözümde başka bir şey yoktur.[45]

Allah ve Rasûlünün sevgisi için yaşayan, bu sevgiyi elde etmek için canını feda eden Abdullah b. Cahş radıyallahu anh'a, kahraman dayısına ve bütün Uhud şehidlerine selam olsun. Onların şehid olduğu dava üzerinde yaşamayı ve ölmeyi Rabbim hepimize nasip eylesin. Âmin.

 

 



[1]İbn Hişâm,es-Sîre, I, 274; Ebû Nuaym, Mârifetu’s-sahâbe, IV, 1607; Mehmet Aykaç, “HamnebintiCahş”,DİA,XV,297.

[2]İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 89;İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 195; İbn Abdülber, el-İstî’âb, III,877; İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 57.

[3] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 274; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 89.Nevevî, Tehzîbu’l-esmâ, I, 262.

[4] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 238, 274; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 89;İbn Abdülber,el-İstî’âb,III,877; İbn Esîr,Üsdü’l-ğâbe, III, 195.

[5]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 115; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 90;İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 195.

[6]İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 90; İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 57; Beğavî, Mu’cemu’s-sahâbe, III, 524.

[7]Âsım b. Sâbit ve şehadeti hakkında bkz: İbn Hişâm, es-Sîre, III, 178-180; Beğavî, Mu’cemu’s-sahâbe, III, 524; Mücteba Uğur, “Âsım b. Sâbit”, DİA, III, 479.

[8]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 114-115; Semîra ez-Zâyed, Muhtasaru’l-câmi,I,257.

[9]İbn Hişâm,es-Sîre, II, 145; Semîra ez-Zâyed, Muhtasaru’l-câmi,I,257.

[10]HaccSûresi 22/39-40.

[11] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 252; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 90;İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 58; İbn Esir, el-Kâmil, II, 12.

[12]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 252; Vâkıdî, Meğâzî, I, 13; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 37, 42; İbn Esir, el-Kâmil, II, 12.

[13]Vâkıdî, Meğâzî, I, 19; İbn Kesîr, el-Bidâye, V,41; İbn Esîr,Üsdü’l-ğâbe, III, 195; İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 57.

[14] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 252; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 36.

[15]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253; Vâkıdî, Meğâzî, I, 13-14; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 37.

[16]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253;  Vâkıdî, Meğâzî, I, 17; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 37, 42; İbn Esir, el-Kâmil, II, 12.

[17]Vâkıdî, Meğâzî,I, 16; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 37.

[18] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 37.

[19]İbn Hişâm, es-Sîre, II,253;  Vâkıdî, Meğâzî, I, 14.

[20] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253; Vâkıdî, Meğâzî, I, 14; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 38; İbn Esir, el-Kâmil, II, 12.

[21]Vâkıdî,Meğâzî, I, 14; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 41.

[22]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253;  İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 38.

[23]Vâkıdî,Meğâzî, I, 14.

[24] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 254; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 39.

[25]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 254; Vâkıdî, Meğâzî, I, 15; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 40; İbn Esir, el-Kâmil, II, 12.

[26]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 254; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 10;İbn Esir, el-Kâmil, II, 12; Ebû Nuaym, Mârifetu’s-sahâbe,IV,1607.

[27] İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 38; İbn Esir, el-Kâmil, II, 12.

[28] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 254; Vâkıdî, Meğâzî, I, 16; İbn Kesîr, el-Bidâye, V,38.

[29] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 524; Vâkıdî, Meğâzî, I, 16; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 38.

[30]İbn Hişâm, es-Sîre, II, 256; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 38-42; Zehebî, Tarihu’l-İslam,Siyer,168.

[31]Bakara Sûresi 2/217; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 254-255; Vâkıdî, Meğâzî, I, 18; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 39, 41.

[32] İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 39.

[33]Enfal Sûresi 8/41.; İbn Kesîr, el-Bidâye, V,38.NahleSeriyyesi Hakkında Geniş Bilgi İçin Bkz: Vâkıdî, Meğâzî, I, 13-18; ElşadMahmudov, Hz. Peygamberin Savaşları, 69-75.; Mustafa Fayda, “Batn-ı NahleSeriyyesi”, DİA, V, 202-203.

[34]Bakara Sûresi 2/218; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 255; İbn Kesîr, el-Bidâye, V,40; Ebû Nuaym, Mârifetu’s-sahâbe, IV,1607

[35]Vâkıdî, Meğâzî, I, 140.

[36]Müslim, “Cihâd” 58; İbn Abdülber, el-İstîâb, III,879; İbn Hacer, el-İsâbe,VI,59-60.   

[37]Vâkıdî, Meğâzî,I, 291; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 90; Hâkim,el-Müstedrek, III,220.

[38]İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 195; İbn Abdülber, el-İstî’âb, III, 879.

[39]İbn Abdülber, el-İstî’âb, III, 879; İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 59; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 196.

[40]Vâkıdî, Meğâzî, I, 300; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 91; Hâkim,  el-Müstedrek, III, 220; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III,196.

[41]Vâkıdî,Meğâzî,I, 291; Zehebî,A’lâmu’n-nübelâ, I, 112; İbn Abdülber, el-İstî’âb, III, 878; Nevevî, Tehzîbu’l-esmâ, I, 263.

[42]İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 195; Beğâvî, Mu’cemu’s-sahâbe, III, 525; Heysemî, Mecmau’z-zevâid,IX,301.

[43]İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 91; Hâkim,  el-Müstedrek, III, 220; İbn Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 196; Nevevî, Tehzîbu’l-esmâ, I, 263.

[44]Vâkıdî,Meğâzî,I, 291; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 91;İsmail Lütfi Çakan, “Abdullah b. Cahş”, DİA, I, 89-90. 

[45]Adem Apak, Ashâb-ı Kirâm, 277.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.