عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ رضى الله عنه قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم : مَا مِنْ مَوْلُودٍ إِلاَّ يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ ، فَأَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ أَوْ يُنَصِّرَانِهِ أَوْ يُمَجِّسَانِهِ
Ebû Hureyre radıyallahu anh, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu.” demiştir:
“Her doğan çocuk, mutlaka İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak anasıyla babası onu Yahudi veya Hristiyan ya da Mecusi yaparlar.“[1]
Nesiller üzerinde önceki kuşağın ya da yakın ve hâkim çevrenin etkisini, ulaşabileceği en acı boyutuyla gözler önüne seren hadisimiz, geleceğin neslini yoğurma ve dolayısıyla nesli koruma görevinin ciddiyetine dikkat çekmektedir. Bu arada insan fıtratının temizliğini, sadeliğini ve İslâm’ın bu fıtrata hitap ettiğini ve uyum gösterdiğini belirlemektedir.
Hatta hadisin buraya almadığımız kısmında fıtratın temizliği, bütün organları tam olarak doğan hayvan yavrularına teşbih edilmekte, insanların bu tam yaratılışlara müdahale ile kulaklarını, kuyruklarını kestikleri örnek verilmekte, İslâm telkini dışındaki telkinlerin bu dış müdahalelere benzediği, temiz ve mükemmel yaratılışı bozduğu belirlenmektedir.
Bu arada hadisin ortaya koyduğu bir önemli gerçek de din duygusu ve hakikat aşkının insanın fıtratında, mayasında mevcut olduğudur. Nitekim Allah Teâlâ Rum Sûresi’nin 30. ayetinde bu gerçeği şöylece bildirmektedir: “Sen yüzünü dosdoğru dine, tam bir ihlas ile çevir. (Bu din) Allah’ın o fıtratıdır ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yarattığı değiştirilmez. En doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
Demektir ki Müslümanlık, insan fıtratının doğruluğuna şehâdet ettiği bir dindir. Peki ya fıtrat nedir?
Fıtrat
Fıtrat, aslî yaratılış (hilkat-i asliyye) demektir. Fıtrat, hakkı kabul ve idrak kabiliyetidir. Mealini verdiğimiz âyet-i kerimede fıtrat, her ferde has olan özel fıtrat değil, bütün insanlığın insan olarak yaratılışlarına esas olan ve hepsinde müştereken bulunan fıtrat-ı külliye, fıtrat-ı ûla ve fıtrat-ı asliyye anlamındadır.
Fıtrattaki hakka temayül yeteneği, kulakların işitilebilecekleri işitmeye, gözlerin görülebilecekleri görmeye kabiliyetli olarak yaratılmış olması gibidir. Yani dış müdahalelerden, şartlandırmalardan uzak fıtrat-ı selîme sahibinin, yaratanını tanımaması mümkün değildir.
Ne var ki böylesine fıtrat-ı selime sahibi olan çocuğun gelişme ve kâinatı algılama çağında, yakın çevresi başına üşüşür ve onu kendi iç dünyaları doğrultusunda etkilemeye çalışırlar. Bunda da genellikle başarılı olurlar. Yakın çevrenin temel elemanları ise, anne ve babadır. Hadisimiz, anne ve babanın tertemiz bir fıtrata sahip olan yavrularına, elbise giydirir gibi dinî kişilik kazandırdıklarını işaret etmekte ve tabii dolayısıyla onlara sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Dinî şekillenmede tesirleri açık ve inkâr edilemez olan ebeveynin geleceğin neslini yoğurmada ve yetiştirmede en büyük pay sahibi olduğu da böylece belirlenmiş olmaktadır.
Ailenin sorumluluğu
Hadisimizde, insan özüne uygun olan İslâm’a yönelebilecek çocukların Yahudi, Hristiyan veya Mecusî yapılmasından söz edilmesi, hiç şüphesiz o günkü Müslümanların çevrelerinde bu inanç gruplarının bulunmasından dolayıdır. Hadisimizin bazı rivayetlerinde “ya da müşrik yaparlar”[2] kaydına da rastlamaktayız. Bugün dinsizlik dâhil, İslâm dışı bütün inanç sistemlerini düşünebiliriz. Yine bugün anaokullarını, mürebbiyeleri, okulları ve radyo-televizyon, video, internet gibi iletişim ve haberleşme araçlarını da çocukları etkilemekte anne-babaya ilhak edebiliriz. Zira anne-baba fonksiyonunu ya doğrudan doğruya ya da tercih ettikleri etkilenme ortamları vasıtasıyla gerçekleştirirler. Sonuçtan sorumlu olan daima anne-baba yani ailedir.
Kendilerini ve aile fertlerini, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden korumak ve kollamakla görevli bulunan günümüz Müslümanları,[3] nesillerini kendi inançları üzerinde yaşama azim ve iradesine sahip kılmanın, onlara bu bilgi ve iman donanımını temin etmenin büyük önem kazandığı bir zamanda yaşamaktadırlar. Haberleşme ve iletişim vasıtaları çağımızda, tüm kesimleriyle dünyalıların âdeta annesi-babası haline gelmiştir. Bu güçlü tesir odaklarına karşı yeterli tedbir alınmaz, onların olumsuz etkilerinden çocuklar uzak tutulamazsa, hadisimizin ifadesiyle nesillerin Yahudileşmesi, Hristiyanlaşması ya da Mecusîleşmesi veya müşrikleşmesi, dinsizleşmesi beklenmeyen değil, önceden bilinen acı sonuç olacaktır.
Gerek İslâm’a gerek millî kültüre yabancı bu yıkım ve şartlandırmayı, daha önce böyle bir beyin yıkama ameliyesine tabi tutulmuş, gönülleri işgal edilmiş, böyle yapılmasının çağdaşlık, ilerilik ve fazilet olduğuna inandırılmış bizden kişilerin yürüttüğü düşünülecek olursa, mücadele ve mukavemetin ne derece zor ve fakatgerekli olduğu anlaşılacaktır.
Eğitim-öğretim yoluyla kültür yapısı ve gönül dünyası bulandırılmış ya da tabii zemininden uzaklaştırılmış nesillerin ne tür kabullere yöneleceklerini ve hangi davranışları sergileyeceklerini kestirmek artık meçhul değildir.
Hem Hak Hem Görev
Her milletin, her ümmetin kendi insanını yetiştirmesi hem en tabii hakkı hem de nesil ve değerlerini yaşatabilmek için en temel görevidir. Bu konuda İslâm ümmetine fıtrat en büyük yardımcıdır. O halde bu büyük yardımcıya rağmen Müslümanlar, Müslüman nesiller yetiştiremezlerse beyan edecekleri herhangi bir mazeretleri kalmamış demektir. Zira hadisimiz açıkça, İslâm’ın en büyük gücünün ve gelişme imkânının, insan özüne uygun olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bunun için de “İslâm, tabii ve fıtrî bir din” “sıbğatullah (Allah boyası)” olarak tarif edile gelmiştir.[4]
Hicret’ten sonra Medine’de ilk doğan muhacir çocuğu Abdullah b. ez-Zübeyr’in o günkü Müslümanlar arasında sebep olduğu büyük sevinç, şirk ve küfre bulaşmadan yetişecek ilk Müslüman neslin ufukta belirmiş olmasının sevinci olsa gerektir. Müslümanların, Müslüman nesiller yetiştiğini gördükçe sevinmesi pek tabiidir. Necip milletimizin, kendi inançlarını paylaşan İmam-Hatip nesline gösterdiği rağbetin kaynağı ve anlamı işte budur. İmanlı, faziletli, başarılı, yerli ve seviyeli nesillerden rahatsız olanlar milletle aynı duygu ve değerleri paylaşamayanlardır.
Unutmayalım ki, çocuklarımızı iyi birer Müslüman olarak yetiştirmek, geleceğin neslini yoğurmak demektir. Müslüman olmadıktan sonra nesiller, nerde nasıl yetişirlerse yetişsinler, ne fark eder? Hepsi yanlış, bütün emekler heder…
Rabbim, bize dinine hizmet edecek nesiller ver!.
***
*Bu yazı hocamızın izniyle Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır.
[1] Buharî, Cenâiz 80, 93; Sünne 17; Kader 3; Müslim, Kader 22, 23, 24, 25; Ebû Davud, Sünnet 17; Muvatta, Cenaiz 52; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 233, 275, 315, 346, 393, 410, 481; III, 353.
[2] Bk. Müslim, Kader 24; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 410, 481.
[3] Bk. et-Tahrîm 66/ 6.
[4] Bk. A.H.Akseki, İslâm, 355-357 (İstanbul-1966).
Yeni yorum ekle