Hz. Adem Aleyhisselâm
İlk İnsan / İlk Peygamber
Kur’ân-ı Kerim'de “Âdem” kelimesi, tek başına on yedi, isim tamlaması olarak da sekiz kez olmak üzere yirmi beş ayette geçmektedir.[1] Hz. Âdem’in (a.s.) kıssası; Kur’ân-ı Kerim’de Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf, Tâhâ, Hicr ve Sa’d sûrelerinde, kısmen farklı üslûp ve ifadelerle anlatılmaktadır. Ancak bu farklı üslûp ve ifadeler arasında öylesine bir uyum vardır ki, hepsi birbirini tamamlar, güzelleştirir; ayrıntıları netleştirir, tekrarlarla kıssayı insanın zihninde tam bir açıklığa kavuşturur. Âdem, insanlığın atası ve babası anlamında Ebû’l-Beşer olarak isimlendirilirken, insanlık da Benî Âdem (Âdem’in çocukları) olarak adlandırılır.
Hz. Âdem’in (A.S) Yaratılışı
“Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) Îsâ'nın durumu, Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.”[2] Kur’ân-ı Kerim’e göre Hz. Âdem aleyhisselâmın yaratılışı diğer insanların yaratılışı gibi değildir. O, anne babası olmadan ve Allah’ın sonsuz kudretinin mûcizevî bir tecellisi olarak topraktan yaratılmıştır.
Hz. Âdem’in yaratılış merhaleleri Kur'ân-ı Kerim'de bildirilmiştir. Yüce Allah büyük evreni çeşitli merhalelerden geçirerek yarattığı gibi küçük evren olan insanı da değişik evrelerden geçirerek yaratmıştır. Şöyle ki, Hz. Âdem ilk aşamada topraktan[3] sonra toprak su karışımı süzme balçıktan[4], üçüncü aşamada cıvık ve yapışkan çamurdan[5], dördüncü aşamada çamurdan süzülen bir özden[6], beşinci aşamada ise “salsâl” olarak nitelenen kuru çamurdan ve şekillenmiş balçıktan[7] yaratılmıştır. Bu olayın uzun bir zamana yayıldığı Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:
"İnsan henüz anılır bir şey değilken üzerinden uzunca bir zaman geçti."[8]
Hz. Âdem’in yaratılış evrelerine bakarak canlıların kendi kendine ve değişik canlı türlerinden gelişerek var olduğunu savunan bir teoriyi; evrim teorisini çıkarmak mümkün değildir. Öncelikle bütün bu merhaleler boyunca henüz canlı bir organizma oluşmamıştır ve her bir aşama insanın oluşumunu hedefleyen bilinçli bir tercihi yansıtmaktadır. Bütün bu merhalelerin sonunda “ol” diyerek “olduran” ilâhî bir güç vardır. Her şeyi var eden O'dur. Çamurun kendi kendine bir insana dönüşmüş olduğunu düşünmek bile akla ihanettir.
Hz. Âdem topraktan yaratılmış müstakil bir canlı türünün ilk atasıdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s), “Allah, Âdem’i onun kendi suretinde (yani başka bir varlıktan evrimleştirerek değil, kendi insânî yapısında) yarattı”[9] buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir. Hz. Âdem diğer varlıkların aksine, sorumlu ve mükellef tutulan ve bunun için gerekli manevi, ahlâki, zihni ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış olarak yaratılmıştır.
Hadis kaynaklarında da Hz. Âdem’in yaratılmasıyla ilgili çeşitli bilgiler vardır. Buna göre,"İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdem ise topraktandır"[10] “Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir tutam topraktan yaratmıştır. Bu sebeple âdemoğullarının, o toprakların özellikleri sebebiyle, bir kısmı kızıl, bir kısmı beyaz, bir kısmı siyah, bir kısmı da bu renklerin karışımındaki tonlarda; bir kısmı yumuşak, bir kısmı sert, bir kısmı iyi huylu, bir kısmı kötü huylu olarak (çeşitli kabiliyet ve karakterlerde) dünyaya gelmiştir.” [11]
Hadislerde Hz. Âdem aleyhisselâmın Cuma günü yaratıldığı ve o günde Cennet’e konulduğu, yine bir Cuma günü Cennet’ten çıkarıldığı, tevbesinin o gün kabul edildiği ve aynı gün vefat ettiği haber verilmektedir.[12] Böylece Cuma günü, insanoğlunun varoluş serüveninde ve ilâhî rahmete nâil oluşunda çok önemli bir dönüm noktası olarak tebarüz etmektedir.
Âdem Kelimesi
Âdem kelimesinin, yeryüzünden süzülmüş toprak ürünü[13] [أديمالأرض] anlamına gelen İbranice bir kelimeden türediğini savunanlar olduğu gibi aslen Arapça bir kelime olduğunu söyleyenler de vardır. Bazı âlimlere göre, değişik unsurların karışımından meydana geldiği için ilk insana Âdem ismi verilmiştir. Âdem kelimesinin özel bir isim olduğu görüşü de mevcuttur.
Âdem (a.s)’a, insanlığın atası olması sebebiyle “Ebû’l-Beşer”, yeryüzünde halife kılındığı için de“Halifetullah” ismi verilmiştir. Kur’ân’da seçkin kullar arasında zikredildiğinden dolayı “Safiyyullah” olarak da isimlendirilir:
“Şüphesiz Yüce Allah Âdem’i, Nûh’u ve İbrahim ailesini zamanlarındaki diğer insanlara tercih edip seçmiştir. Onlar bizim katımızda seçkin ve hayırlı kullardandı.”[14]
Hz. Âdem’e Halifelik Verilmesi
Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce Yüce Allah'ın iradesi melekler arasında yankılandı: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım."[15]
Âdem aleyhisselâm, kendisine özel olarak bahşedilen aklını, iradesini ve ilmini kullanarak yeryüzünde, yaratılmışların üzerinde birtakım tasarruflarda bulunabilecekti. Orayı imar edecek, kâinatın hikmetini araştıracak, toprağa bürünmüş olan enerji kaynaklarını ve madenleri çıkaracak, onları işleyip yeni maddeler icat edecekti. Hz. Âdem’in şahsında temsil edilen insan, yeryüzünde bütün bu işleri ve asıl olarak da Allah’ın iradesinin hâkim kılınması görevini Allah'ın izniyle ortaya koyarak O'nun hilafetini gerçekleştirecekti.
Hz. Âdem’in halife oluşu Allah'ın -hâşâ- ona muhtaç oluşundan kaynaklanan bir sorumluluk verme işi değil, bilakis yüce kudreti ve engin rahmetiyle ona bahşettiği bir şeref ve lütûftur. Bu şeref Hz. Âdem’in şahsında halifelik görevini kabul eden kadın-erkek bütün Âdem nesline şâmildir. Şerefi sonsuz, güç ve kudreti nihayetsiz olan Allah'ın, Hz. Âdem’i daha çamur bile değilken halifelikle onurlandırması, onun değerini öylesine arttırmıştır ki, melekler şaşkınlığa düşmüştür.
Fesat Çıkaracak Bir Varlık Mı?
Melekler, en şerefli varlık olarak yaratılan Âdem aleyhisselâm’ın yaratılış hikmetine tam olarak vakıf olamadı. Bu yüzden de Allah'ın “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” fermanını fıtratları gereği anlamayarak: "'Ya Rabbi! Biz Seni hamd ile tesbih edip dururken, orada kan dökecek, fesat çıkaracak bir varlık mı yaratacaksın?' dediler.”[16]
Hz. Âdem ile neslinin, yeryüzünde halife olarak yaratılması meleklerde merak uyandırmış ve onlar insanın olumsuz yönüne dikkat çekerek Rabbimize hayretlerini bildirmişlerdir. Onlarınki itiraz değil, öğrenme çabasıdır. Yüce Allah, bütün isimleri Âdem’e öğretmiş sonra da meleklere: "Eğer sözünüzde doğru iseniz bunların isimlerini bana bildirin" demiştir.[17] Bunun üzerine melekler, "Ey Rabbimiz! Biz Seni tenzih ederiz ki bizim bildiğimiz Senin bize öğrettiklerinden ibarettir. Biz ancak Senin öğrettiklerini bilebiliriz. Şüphesiz ki her şeyi en iyi bilen, her şeyi yerli yerince yapan Sensin’ dediler.”[18]
Melekler insan türü hakkında Yüce Allah’tan öğrendikleri bilgilerle hayrete düştüklerinden böyle konuşmuşlardır. Rabbimiz ise bu türün olumsuz potansiyeline karşılık bundan daha ağır basan olumlu yönlerini onlara göstermiştir. Bu imtihan sonucunda itiraz gibi görünen kelamlarının ardındaki teslimiyetleri apaçık meydana çıkmıştır.
Hz. Âdem İlk İnsan’dır
Yeryüzünde halife kılınan Hz. Âdem’den önce başka insanlar gelip geçmiş midir? Bu soruya bazıları şöyle cevap vermiştir: “Hz. Âdem halife kılındığına göre daha önce yaşamış birtakım insanlar olmalı ki onların arkasından o halife kılınsın. Çünkü “halife” tabiri, “halef olma, birisinin ardından gelme” gibi manalara da sahiptir. Ayrıca melekler henüz yaratılmayan insanı, kan dökücü ve fesat çıkarıcı özelliğiyle nasıl tanısınlar? Demek ki bunlar daha önce yaşadılar, kan döktüler, fesat çıkardılar ve bu yüzden helak edildiler. Onların yerine de Hz. Âdem ve zürriyeti gönderildi...
Biz, Hz. Âdem’den önce başka insanların yaşadığına dair Kur'ân’da ve sünnette bir bilgi bulamıyoruz. Ayrıca Hz. Âdem daha önceki varlıkların değil, Allah'ın halifesidir. Hem halifeliğe seçilip bunu başaramadığı için toptan helâk edilen bir canlı türünden sonra aynı canlı türünün halife kılınması sünnetullaha uygun görünmemektedir. İbn Haldûn bu konu ile ilgili bilgilerin çoğunun İsrailiyât ve eski İran efsaneleri olduğunu, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilenlerin dışında güvenilir bir bilginin mevcut olmadığını belirtir.[19]
Hz. Âdem’e Secde Edilmesi
"Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.’ Meleklerin hepsi hemen secde ettiler."[20]
“Secde” kelimesinin dildeki aslî anlamı “eğilmek” ve“baş eğmek”tir. Nitekim Araplar, fazla meyveden dolayı eğilen hurma ağacını, “nahlesâcide” diye nitelendirmişlerdir. Bu kelimenin sözlükteki bir diğer anlamı da “itaat etmek” ve “saygı göstermek”tir. Rahmân Sûresi 55/6. ve Nahl Sûresi 16/48-49. âyetlerde bu manada kullanılan kelime, ayrıca “selam vermek” ve “alnı yere koymak” gibi anlamlarda içermektedir. Bakara Sûresi 2/34. âyette geçen, “Âdem’e secde edin!” ifadesindeki secde hakkında, “Bütün Müslümanlar bu secdenin Hz. Âdem’e ibadet secdesi olmadığında hemfikirdirler. Çünkü "ibadet maksadıyla Allah’tan başkasına secde etmek küfürdür” diyen Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210), buradaki secdenin Âdem’e saygı göstermek ve onu selamlamak anlamına geldiğini belirtir.[21]
Bu secde Hz. Âdem’in şahsında bütün insanlığı kapsayan bir saygı ve üstün görme secdesiydi. Allah Teâlâ bu emriyle meleklerin ve bütün varlıkların nezdinde Âdem aleyhisselâmın ve zürriyetinin şeref ve üstünlüğünü tescillemiş oluyordu. İlâhî kelâm yeryüzünün en şerefli varlığını şöyle takdim etmektedir:
"Şüphesiz ki biz, Âdemoğullarını mükerrem (şerefli ve saygın) kıldık. Karada ve denizde onları taşıttık. Helal ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.”[22]
İnsan bu şeref ve üstünlüğe ancak Allah’ın emirlerine uyduğu, yasaklarından kaçındığı ve yeryüzünde Allah’ın kanunlarının hâkimiyeti için var gücüyle çalıştığı; yani gerçekten Allah’ın halifesi olduğu takdirde ulaşabilir. Böyle bir durumda olan insanın meleklerden bile üstün olması umulur.
Hz. Âdem’e secde esnasında meleklerle beraber bulunan İblîs'in gurur, kibir ve kıskançlığı yüzünden, Allah'ın emrine rağmen secde edenlerden olmadığını ve direndiğini görüyoruz. Melekler ise yeryüzünde Allah’ın halifesi olacak insan türüyle ilgili endişelerini belirtip yaratılmasındaki hikmeti anlamaya çalışmışlar, Rabbimizin onlara doğruyu göstermesinden sonra ise verilen emre itaat ederek secdeye kapanmışlardır. Ancak İblîs, Allah’ın emrine rağmen kibir ve gururuna yenik düşerek Hz. Âdem’in hilafetine karşı çıkmış ve Rabbine âsi olmuştur.
O Cinlerdendi!
İblîs, meleklerden farklı bir yaratılışa sahiptir. O,nurdan yaratılmış bir melek değil; ateşten yaratılmış bir cindir. Onun cinsiyeti ve zürriyeti vardır; meleklerin ise zürriyeti ve cinsiyetleri yoktur. Öyleyse, İblîs neden meleklere verilen secde emrine muhatap olmuştur?
İblîs, meleklerle beraber olacak bir ilme ve Allah’a yakınlık getirecek bir kulluk derecesine sahipti. İlahi emir yalnızca meleklere değil; onlarla beraber bulunan herkese verilmişti:
"Hani Biz meleklere, ‘Âdem’e secde edin,’ demiştik. İblîs'ten başka hepsi secde etti. O cinlerdendi; Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, Beni bırakıp da onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zâlimler için bu ne kötü bir tercihtir.”[23] Bu âyet-i kerimede bahsedilen olaydan itibaren İblîs, kovulmuş ve taşlanmış anlamına gelen şeytan ismiyle anıldı.
Allah Teâlâ İblîs’e, meleklerle beraber niçin secde etmediğini sorunca o,yaratılmışların tarihindeki ilk ırkçı düşünceyi ortaya koyarak şöyle cevap verdi: “Ben ondan üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!”[24] Bunun üzerine“(Allah) şöyle buyurdu: Öyle ise oradan çık, artık kovuldun! Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!” İblîs: “Rabbim! Öyle ise onların tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” dedi.[25] Rabbimiz, "Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin"[26] buyurdu. Böylece o, insanların imtihanı için bir sebep kılınmış oldu.
İblîs istediği izni alınca, kendi özgür iradesiyle yaptığı isyanın suçunu kadere bağlayan ilk mahlûk olarak, “Rabbim, madem beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun yeryüzünde (dünya hayatını ve günahları) onlara çok güzel gösterecek ve onların hepsini azdırıp saptıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna, dedi”[27] ve insanoğluna olan kin ve düşmanlığını açığa vurdu.
İblîs’in gurura kapılarak Rabbine asi olması ve ilahi huzurdan kovulup lanetlenmesi onun için ne kadar acı bir durum ise; aynı şekilde meleklerin kendisine hürmet ettiği ve şerefi tescillenmiş insanın aşağıların aşağısına düşmüş şeytana uyması da o denli acı ve hazin bir durumdur.
Hz. Âdem’e secde emri şeytanın iç yüzünü ortaya koyan ve onu meleklerden ayıran bir imtihan olurken, onun insanları saptırmak hususundaki dileğinin kabul edilmesi ve kıyamete kadar kendisine süre verilmesi de Hz. Âdem ve soyu için bir imtihan vesilesi olmuştur.
Hz. Havvâ’nın Yaratılması
İnsanlığın annesi Hz. Havvâ’nın yaratılışı Kur’ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
“Allah, sizi bir tek nefisten yaratan ve kendisi ile huzur bulsun diye eşini de ondan var edendir.”[28]
“Ey İnsanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da eşi (Havvâ'yı) yaratarak yeryüzünde ikisinden birçok erkek ve kadın var eden Rabbinizden sakının!”[29]
Havvâ ismi hadisle sabittir.[30] Havvâ annemizin kaburga kemiğinden yaratıldığı anlayışı Peygamberimizden gelen bir hadise dayanır:
“Kadınlara iyilikle muamele edin. Zira kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri kısmı üst tarafıdır. Onu düzeltmeye çalışırsan kırılır, kendi haline terk edersen devamlı eğri kalır. O halde kadınlara iyi davranın.”[31]
Bazı âlimler, Sevgili Peygamberimizin (s.a.s) bu hadisiyle Hz. Havvâ’nın yaratılışına dair biyolojik bilgi vermekten ziyade, Hz Havvâ üzerinden kadınların genel psikolojilerini mecâzi bir benzetmeyle anlatarak onlarla iyi geçinme yolunu öğrettiğini düşünmüşlerdir. Yine de en doğrusunu Allah bilir.
Kur’ân ayetlerinde Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili bulduğumuz teferruatı eşinin yaratılışıyla ilgili bulamayız. Hz. Havvâ’nın da Hz. Âdem gibi yaratılış evrelerinden geçmesi Allah’ın kudreti dâhilinde bir iştir. Bununla birlikte eğer Allah dilemişse, Hz. Havvâ’nın Hz. Âdem’in eğe kemiğinden yaratılması da mümkündür. Allah’ın her şeye kâdir olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu iki durumdan herhangi birinin kabulü sakınca doğurmaz. En doğrusunu Allah bilir.
Hz. Âdem Ve Hz. Havvâ'nın Cennete Konulmaları Ve Şeytanın Onları Kandırması
Allah Teâlâ, Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’yı bir cuma günü Cennete yerleştirip onları bir ağaç ile imtihan etmek istedi. Onlara: “Ey Âdem sen ve eşin birlikte Cennete yerleşin, Cennetin meyvelerinden istediğiniz yerden bol bol yiyin! Fakat şu ağaca yaklaşmayın! Yoksa her ikiniz de zalimlerden olursunuz! ”[32] diye ferman buyurdu.
Hz. Âdem ile Hz. Havvâ Cennette mesut bir hayat sürmeye başladılar. Sonsuz nimetlerle dolu olan Cennette yalnızca bir ağaca yaklaşmaları yasaklanmıştı. Allah Cennete yerleştirdiği Âdem ile eşine şeytana karşı uyanık olmalarını emretmiş ve şeytanın kendilerini rahatlık, huzur ve mutluluk yurdundan çıkarabilecek büyük bir düşman olduğunu bildirerek onları uyarmıştı:
“Ey Âdem! Bu (şeytan), sana ve eşine düşmandır. Sakın ola sizi Cennetten çıkarmasın! Sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz. Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır ne de çıplak kalmak. Yine burada sen susuzluk çekmeyecek, sıcaktan bunalmayacaksın.”[33]
Kur’ân-ı Kerim'de Allah’ın Cennette Âdem ile Havvâ’ya yasakladığı ağacın hangisi olduğuna dair bilgi verilmemiştir. Burada önemli olan Allah’ın emrinin yerine getirilmesidir. Neden ve niçin demeden Allah’ın emrine itaat etmek kulluktur. Bu kulluk burada şeklî ibadetler olmadan devam etmiştir. Tâ ki İblîs vesvese verinceye kadar…
Cennetten Çıkış
Şeytan, Hz. Âdem’i Cennetten çıkarmak için yalan söylemiş ve onları şöyle kandırmıştır: “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir hükümdarlığı göstereyim mi?”[34] “Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olmayasınız ya da Cennette ebedi kalmayasınız diye size şu ağacı yasakladı.”[35]
“(İblîs) yine onlara: "Şüphesiz ki ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim" diye yemin etti.”[36] Şeytan onların zayıf noktaları olan melek olma, sonsuza kadar mutlu ve hükümrân olarak Cennette kalma arzularının yasak meyveden yerlerse gerçekleşeceği hususunda onları ikna etmek için yeminler etmişti.
Âdem aleyhisselâm şeytanın kendilerine düşman olduğunu unuttu. Bir kimsenin Allah adına yemin ederek yalan söyleyebileceği aklının köşesinden bile geçmiyordu.
“Böylece onları aldattı. Ağacın meyvesini tattıkları anda ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve hemen üzerlerini Cennetteki ağaç yapraklarıyla örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle nidâ etti: “Ben ikinize, bu ağacın meyvesinden yemenizi yasak etmedim mi? Ve size şeytan, apaçık bir düşmandır demedim mi?” Böylece şeytan onların ayağını kaydırdı, onları içinde bulundukları (Cennetten) çıkardı. Biz de: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir vakte kadar bir yerleşim ve geçim vardır” dedik."[37]
Hz. Âdem’in şahsında insanoğlunun Cennetten çıkarılışı büsbütün bir kaybedişin ifadesi değildir. Bu olayda insanların, ataları Hz. Âdem’i suçlamaları da uygun olmaz. Çünkü insanoğlunun ilâhi kaderinde Cennet’ten sonra dünya gurbetini yaşamak vardır. Zaten insanoğlu Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılmıştır. Onun imtihanı buradadır. İnsanoğlunun Cennetin kıymetini anlaması ve onu hak etmesi için dünyaya gelmesi gerekiyordu. Yokuşu çıkmadan inişin, yorgunluğu yaşamadan rahatlığın ve üzüntüyü çekmeden sevincin kıymeti tam olarak anlaşılamazdı. Korku ve hüznün olmadığı Cennet’in değerini anlamak ve onu hak etmek için bu dünyada korku ve hüznü yaşamak, dahası bunları Allah yolunda seve seve yudumlamak gerekiyordu. Dolayısıyla Hz. Âdem atamızın yerinde hangi insan olsaydı onun düştüğü hataya düşecekti.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.s),Hz. Âdem ile Hz. Mûsâ arasında geçen bir konuşmayı bizlere şöyle aktarır:
"Hz. Âdem ve Hz. Mûsâ münakaşa ettiler. Mûsâ, Âdem'e:
-"İşlediğin günahla insanları Cennetten çıkaran ve onları şekâvete (bedbahtlığa) atan sen değil misin!" dedi. Âdem de Mûsâ'ya:
-"Sen, Allah'ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve husûsi kelamına mazhar kıldığı kimse ol ve sonra, yaratılmamdan [kırk yıl] önce Allah'ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!" diye cevap verdi.”
Rasûlullah aleyhisselâm devamla dedi ki:
"Hz. Âdem Hz. Mûsâ'yı getirdiği delille mağlup etti. [38]
Keyfiyetini ve zamanını bilemediğimiz bu konuşma,Hz. Âdem’in başına geleceklerin önceden takdir edildiğini anlatmaktadır. Bu hadis-i şeriften de anlıyoruz ki, Hz. Âdem’in Cennetten çıkışı ve yeryüzüne gönderilişi ezelde ilâhî takdirle belirlenmiştir.
Böylece Hz. Âdem ile Hz. Havvâ Cennetten çıkarılmış ve yeryüzüne gönderilmiştir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir vakte kadar barınma ve nasibiniz var."[39] Bu âyet-i celîledeki “birbirinize düşmanlar olarak inin” ifadesiyle Âdemoğulları arasındaki potansiyel düşmanlık kastedilmiş olabileceği gibi Âdem ile şeytan arasındaki apaçık ve sürekli mücadele de kastedilmiş olabilir. En doğrusunu Allah bilir.
Bundan sonra Rabbimiz, peygamberler göndermek suretiyle insanlığa merhamet buyurmuş ve âhir zaman peygamberi olarak da Hz. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem ile Kur’ân-ı Kerim'i indirmiştir. Bu yüce kitap bizlere gurbetten ana vatana dönme yolunu şöylece göstermektedir:
“Hepiniz inin oradan. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için (Cennette) herhangi bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.”[40]
Bu Cennet Dünyada mıydı?
Âdem aleyhisselâm ile Havvâ validemizin içinde bir müddet kaldıkları Cennet hakkında farklı yaklaşımlar vardır. Buna göre, kimileri Cennet’e giren bir kimsenin oradan asla çıkmayacağı ve Cennet’in teklif (emir ve yasak) mahalli olmadığı görüşlerini ileri sürerek söz konusu Cennetin dünya hayatının sonrasında gideceğimiz Cennet olmayıp yeryüzünde bulunan bir bahçe olduğunu iddia etmektedirler.
Yeni bir görüş gibi savunulan bu düşünce aslında eski bir iddianın yeni bir ambalajla sunulmasından ibarettir. Bu görüşe itibar etmek mümkün değildir. Zira A’râf Sûresi 7/20.; Tâhâ Sûresi 20/117,118,119 ve 120. ayetlere bakıldığında böyle bir yerin yeryüzünde olma ihtimali düşünülemez. Çünkü bu âyetlerde bahis konusu olan Cennet, içinde yorgunluğun, sıkıntı ve mutsuzluğun; ayrıca açlığın, çıplak kalmanın, susuzluğun ve güneş sıcağında bunalmanın asla olmadığı bir Cennet’tir.[41] Yeryüzünde böyle bir Cennet tasavvur edilemez.
Arapça’da “Cennet” kelimesinin “bahçe” manasına gelmesi, bu Cennetin yeryüzünde bilinmeyen bir bahçe olmasını gerektirmez. Bilakis âyetlerde söz edilen Cennet, Arapça’da bilinen şeyleri ifadede kullanılan belirlilik takısıyla “el-Cenne” şeklinde kullanılmıştır. Bu keyfiyet söz konusu Cennet’in, İblîsin Hz Âdem’i kandırmak için öne sürdüğü meleklik, ebedilik ve zeval bulmaz saltanatın[42] mümkün olabileceği ahretin Cennet’i olduğunu gösterir.
Cennet’ten çıkmanın söz konusu olamayacağı ve Cennet’te yasaklama bulunmayacağı yönündeki iddialarla Cennet’i dünyaya indirebileceklerini zannedenler büyük yanılgı içindedirler. Cennet’le ilgili sözü edilen bu özellikler Cennet’in hesap gününden sonra, mükafat yurdu olarak kazandığı özelliklerdir. Cennet’in ilk yaratıldığında da böyle olduğu kesin olarak iddia edilemez. Kaldı ki Yüce Allah kendi kanunlarıyla -haşa- bağlı değildir ve dilerse her zaman onlardan istisna yapabilir. Nitekim dünya hayatı için belirlediği sünnetullâha göre ateşin yakma ve bıçağın kesme kanunlarını Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (aleyhimesselâm) için geçici olarak değiştirmiştir. Aynı şekilde Yüce Allah’ın Cennet’in şartlarını onu ilk yaratmasında farklı kılması her hâlükârda mümkündür. Hem Cennet yeryüzünde olsaydı, ondan çıkarılmanın ne hüznü olurdu? Yeryüzünün bir yerinden başka bir yerine gitme olayı üzerinde Kur’ân, bu kadar önemle durur muydu?
Hz. Âdem ile Hz. Havvâ, kaybettikleri nimetin büyüklüğünü hemen anladılar ve İblîs gibi kibirlenip suçu kadere atmak yerine kişisel sorumluluklarını kabul ederek pişmanlık ve tevazu içinde tevbeye sarıldılar.
Hz.Âdem’in Tevbesi
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın hataları Rabbimizin onları Cennetten çıkarmasına sebep olmuştur. Fakat Hz. Âdem, şeytan gibi kibirle Allah’a kafa tutmak yerine tevazuyla tevbeye yönelmiş, ağlamış ve bağışlanma dilemiştir. Peygamberimiz şöyle buyurur:
"Âdemoğlunun her biri hata eder, hata edenlerin en hayırlısı ise tevbe edenlerdir."[43]
Âdem aleyhisselâm ve eşi, bir olan Allah’a samimiyetle yönelerek şöyle dua ettiler: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz."[44] "Sonra Âdem Rabbinden öğrendiği sözlerle tevbe etti, Rabbi de onun tevbesini kabul etti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edendir."[45]
Sevgili Peygamberimiz bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Şeytan: “Ya Rabbi! İzzetine yemin ederim ki, kulların can taşıdığı sürece onları azdıracağım” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da: “İzzetim ve Celâlim hakkı için onlar benden bağışlanma diledikleri sürece, bende onları bağışlayacağım” buyurdu.”[46]
Bu ifadelerden, Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın Cennetten çıkarılmalarının temelli bir kovulma veya ilâhî rahmetin dışına çıkma anlamına gelmediğini anlıyoruz. Onlar sadece yaratılış amaçlarına uygun olarak geçici bir süreliğine dünyaya gönderilmişlerdir. Burada önemli olan, insanın dünya hayatını tecrübelerden ders çıkararak iyi değerlendirmesi ve ezeli düşmanının tuzaklarına düşmeden imtihanını başarıyla tamamlamasıdır.
Hz. Âdem ile Havvâ’nın Cennetten çıkarılmalarından sonraki dönem hakkında Kur’ân-ı Kerim’de fazla bilgi bulunmamaktadır. Onlarla ilgili bir kısım kitaplarda rivayet edilenler ise genellikle isrâiliyat kaynaklıdır. Böylesi bilgilerin Müslümanlara kazandıracağı pek bir şey yoktur. Yalnız biz, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın Rablerinden hayırlı evlat istediklerini ve “Eğer bize salih bir çocuk verirsen andolsun şükredenlerden olacağız”[47]diye yalvardıklarını görüyoruz. Allah Teâlâ, Âdem’e pek çok çocuk verdi. Hz. Âdem’in zürriyeti çoğaldı. Buna karşılık iblîs ve zürriyeti de boş durmadılar ve bütün güçleriyle Âdem’in çocuklarını yoldan çıkarmaya çalıştılar.
Hz. Âdem’in Peygamberliği
Hz. Âdem’in Peygamberliği konusunda açık ve kesin olarak ifade edilen âyet yoksa da Âdem’in Rabbinden bir takım kelimeler alması, âlemlere üstün kılındığının belirtilmesi, Allah’ın ona hitap ederek sorumluluk yüklemesi, dahası Sevgili Peygamberimizin onun ilk Peygamber olduğunu ifade buyurması[48]Hz. Âdem’in peygamberliğini ispatlayan kesin delillerdir.
“Allah, Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini seçerek âlemlere üstün kıldı. Allah her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir."[49]
Hz. Âdem’in ve neslinin halife kılınması, onların yeryüzünde istedikleri şekilde hükümran olmaları manasına gelmez. Halifelik görev ve yetkisi, onlara verilen bilgi, akıl, irade ve kabiliyetlerle Allah’ın adına, O’nun gösterdiği şekilde orayı idare edip düzene koymak ve adaletle hükmetmek içindir. İnsan yeryüzünde ibadet, itaat üzere bulunacak, Rabbinden aldığı vahiy çerçevesinde orayı imar edip düzene koyacaktır. Ekini ve nesli bozanlara karşı Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak mücadele edecek, çevreyi ve nesli koruyacaktır. Bu konuda sınırlı ve sorumlu bir varlık olarak özgür iradesiyle kendisine verilen emrin gereğini en titiz bir şekilde yerine getirecektir.
Âdem’in Çocukları
"Ve onlara gerçeği göstermek için Âdemin iki oğlunun kıssasını anlat."[50]
Şeytanın kendisine olan amansız düşmanlığı ,insanoğlunun asla unutmaması gereken bir hakikat iken Âdemoğlu her seferinde nasıl oluyor da şeytana kanabiliyor? Atası Âdem’i, melekleşme ve yok olmayacak saltanat içinde sonsuza kadar yaşama vaadiyle kandırmışken nasıl oluyor da hâlâ onun oyunlarına gelebiliyor? Bu sorunun cevabını, insanın nefsânî ihtiraslarının esiri olmasında aramak gerekiyor. Henüz Âdem’in Cennetteki acı hatırasının izleri kaybolmamışken şeytan, babasından sonra oğlunu da kandırmak için Kâbil’e yöneldi.
Hâbil ile Kâbil isimleri Kur'ân-ı Kerimde ve hadis-i şeriflerde geçmemektedir. Bu isimler Ehl-i Kitaptan nakledilen rivayetlerden bize ulaşmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de “Âdem'in iki oğlunun kıssası” şeklinde ifade edilen bu hikâye, müminlerin ders alması için anlatılmıştır. Bunlar Hz. Âdem’in farklı iki ahlaka sahip oğullarıdır. Birisi muttaki; Allah'a bağlı, ibadetinde samimi ve kardeşine karşı kötülük düşünmeyendir. Diğeri ise ibadetinde ciddiyetsiz, kıskanç, bencil, ihtiraslı ve Hakk’a isyan duygularıyla dolu birisidir. Bu kıssa Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmaktadır:
"Ve onlara gerçeği göstermek için Âdemin iki oğlunun kıssasını anlat. Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden) “Andolsun seni öldüreceğim.” dedi. Diğeri de “Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder.” dedi (ve ekledi) “Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan bile ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."[51]
Hâbil, kendisini öldürmek için üzerine yürüyen kardeşi Kâbil’e son öğüdünü verdi ve ona takvalı olmasını teklif etti. Ne var ki böylesi kıskançlık, kin, öfke ve düşmanlık taşıyan nefislerin ilacı olan takva, Kâbil'de yankı uyandırmamıştı. Bilakis Kâbil'in kardeşine olan öfkesi şeytanın vesveseleriyle daha da arttı. Hâbil ise Kâbile karşı asla hırsa kapılmıyor, kötülük düşünmüyordu.
Takva ile nefislerini kuşatanlar Allah’a kulluğu esas aldıkları için insanlara karşı asla kötülük düşünmezler. Öldürmeyi akıllarından bile geçirmezler. Kendilerini öldürmeye kast edenlere dahi hakkı tavsiye ederler. Fakat onlara karşı nefsi müdafaa haklarını da her zaman saklı tutarlar.
Kâbil’in düşmanca tavırlarına karşı Hz.Hâbil, onu bekleyen acıklı sonu hatırlatarak Kâbil’in vicdanını sarsmak ve onu kendine getirmek istedi. Fakat kıskançlık, kin ve öfke Kâbil’in vicdanını köreltmiş, onu şeytanın esiri hâline getirmişti. Hâbil kardeşini ikna edemeyeceğini anlayınca onu Cehennem azabıyla korkuttu:
“Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılanlardan olasın. Zalimlerin cezası işte budur. Nihayet Kâbil'i nefsi, kardeşini öldürmeye itti, onu öldürdü ve kaybedenlerden oldu."[52]
Böylece yeryüzünde ilk cinayet işlenmiş oluyordu. Artık Kâbil yeryüzünün ilk katili, Hz. Hâbil ise şehitlerin öncüsü olmuştu. Kâbil çok büyük bir vebal yüklenmişti. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de,“Başkalarının yoldan çıkmasına öncülük edip vesile olanların, onların da günahlarını yükleneceği” belirtilmektedir.[53]
Sevgili Peygamberimiz de Kâbil'in durumuna işaretle: "Haksız olarak öldürülen her kişinin kanından bir pay, Âdem'in kan döken ilk oğluna ayrılır. Çünkü o, cinayet çığırını açan ilk kişidir" buyurmaktadır.[54]
Kâbil, bu cinayetten sonra büyük bir pişmanlık duydu. Kardeşinin cesedini günlerce sırtında taşıdı.“Allah Teâlâ kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Kâbil, "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim" diyerek ettiğine yananlardan oldu.”[55]
İnsan, nefsine, kıskançlık duygusuna boyun eğerse kardeşini bile öldürebilir. Fakat bunun sonu dünyada insanı içten içe yakan vicdan azabı ve pişmanlık, ahirette ise yakıcı bir azaptır. Kıskanç insanların gözleri kör olur. Kendilerinde bulunan nimetleri ve güzellikleri görmezler. Sadece başkalarında bulunanları görür ve onlara kin beslerler. Bu hastalığın çaresi ise Allah'ın emirlerine ve en güzel örnek olan peygamberlerinin yoluna uymaktır. Nefisleri şeytanın vesveselerinden koruyarak sükûn ve huzura kavuşturup Allah'ın verdiğine razı olmaktır.
Hz. Âdem’in iki oğlunun Rablerine kurban sunmaları bir ibadettir. Fakat birisinin ibadeti kabul edilirken diğerinin ibadeti kabul edilmemiştir. Bunun için ibadetlerimizin kabulünde içimizdeki duygular çok önemlidir. İbadetlerimizi kabul ettiren tek şey samimiyetimizdir. İstemeyerek yapılan ve insanı din kardeşlerine karşı düşmanca tavırlardan alıkoymayan ibadetin içinde şeytanın eli var demektir.
İblîs kendisini Kâbil’in içinde gizleyebildiği kadar gizlemiş ve Allah’ın, ibadetini kabul ettiği Hâbil’e karşı Kâbil’i kin ve nefretle doldurmuştur. Bugün de kimileri ibadetlerini samimiyetle yaparken kimileri yaptığı ibadetlere rağmen kardeşlerine karşı yüreklerinde kin ve nefret taşıyor. Halbuki samimiyetle yapılan ibadetler insanın içindeki kin ve nefreti yok etmeli ve onları çirkinliklerden alıkoymalıdır.
“Namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.”[56]
Kıssadan Hisse
Allah insanları ve cinleri başıboş ve amaçsız olarak yaratmamıştır. Bu iki varlık yalnızca Allah’a kulluk etmek için yaratılmıştır.“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[57]
İnsana varlıkların isimlerini, Kur’ân-ı Kerim’i ve Beyân’ı ilk öğreten Allah’tır. Yeryüzünde kullara yakışan en güzel amel insanlara güzel şeyler öğretmektir. Nitekim Peygamber Efendimiz“Ben bir öğretmen olarak gönderildim“[58] buyurmuştur.
İnsanın topraktan yaratılmış olması onun maddî ve nefsânî eğilimlerinin, ona ilâhî ruhun üflenmesi ise manevî ve ahlâkî yönelişlerinin temel dinamiğidir. İnsana düşen maddî varlığını ve nefsini ihmâl etmeden ruhî yönünü ibadet ve salih amellerle besleyip yüceltmektir.
Allah’ın bildirdikleri dışında hiç kimse gaybı bilemez. Allah, gaybı ne meleklere ne de cinlere bildirmiştir. Fakat Peygamberlerden dilediğine gayb bilgisini ihsân buyurmuştur.[59] Gaybe iman takva sahibi mü’minlerin temel özelliğidir.[60]
İnsanın Allah Teâla’nın halifesi olarak yaratılması büyük bir sorumluluktur. Hayatın ve zamanın değeri işte bu sorumluluktan kaynaklanmaktadır. Hayatta takip edilecek iki yol vardır; kul ya Allah’a iman edip emirlerine itaat ile İslâm’ın yoluna girecek ve tekrar asli vatanı olan Cennete dönecektir ya da apaçık düşmanı olan şeytanın adımlarını takip edip onun vesvese ve telkinlerine uyarak cehennemi boylayacaktır.
İnsanın günahkâr olarak doğması söz konusu olmadığı gibi onu Cennetten çıkaranın kadın olduğu düşüncesi de yanlıştır. Hata ve kusur kişiseldir. Kişinin kendi arzu ve isteğiyle gerçekleşir, sorumluluğu da sadece kendisine aittir.
İblîs yüce makamdan kovulmasının sorumlusu olarak Allah'ı görmüş ve Rabbini suçlamıştır. Sebep olarak da Âdem’i göstermiştir. Ona düşman kesilmiş ve hayatını bu düşmanlığa adamıştır. Âdem ise suçu nefsinde bulmuş, Allah’a yönelmiş; “Bizi bağışlamaz ve affetmezsen kaybedenlerden oluruz” diyerek tevbe etmiş ve Allah’a kulluk yolunu seçmiştir. İblîs kibriyle aşağılık bir duruma düşerken, Hz. Âdem tevbesi ile yükselmeyi başarabilmiştir.
Allah’ın selâmı babamız Hz. Âdem'e, Sevgili Efendimiz Hz. Muhammed aleyhisselâma ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
[1] Bkz. M. FuâdAbdülbâkî, el-Mu‘cemü’l-MüfehresliElfâzi’l-Kur’ân, İstanbul, 1990, s. 24-25.
[2]Âl-İ İmran Sûresi 3/59
[3] Âl-İ İmran Sûresi 3/59
[4] A’râf Sûresi 7/12; İsrâ Sûresi 17/61; Secde Sûresi 32/7; Sa’d Sûresi 38/76
[5] Saffât Sûresi 37/11
[6] Mü’minûn Sûresi 23/12.
[7] Hicr Sûresi, 15/26, 33; Rahman, 55/14.
[8] İnsan Sûresi, 76/1.
[9] Buhârî, İsti’zan 1; Müslim, Bir 115.
[10] Ahmed b. Hanbel, III/261, 524; Ebu Davud, Edeb,111.
[11] Ebû Dâvûd, Sünnet, 16.
[12] Ebû Dâvûd, Salât 207; Tirmizî, Cum'a 1; İbn Mâce, İkametü's-Salât 79, Cenâiz 65.
[13] Rağıb el-İsfahanî, Müfredatu Elfâzi'l-Kur'an, 70.
[14] Âli İmrân Sûresi 3/33.
[15] Bakara Sûresi , 2/30.
[16] Bakara Sûresi 2/30.
[17] Bakara Sûresi 2/31.
[18] Bakara Sûresi 2/32.
[19]İbn Haldun, el-İber, II, 4.
[20] Hicr Sûresi 15/28-30.
[21] Mustafa Öztürk, Âdem, Cennet ve Düşüş, Milel ve Nihal Dergisi, yıl 1 sayı 2 Haziran 2004.
[22] İsrâ Sûresi 17/70.
[23] Kehf Sûresi 18/50.
[24] A’raf Sûresi 7/12; Sa’d Sûresi 38/76.
[25] Hicr Sûresi 15/36.
[26] Hicr Sûresi 15/37 - 38.
[27] Hicr Sûresi 15/39 – 40.
[28] A’raf Sûresi 7/189.
[29] Nisâ Sûresi 4/1.
[30] Tecrîd Tercemesi, IX, 81.
[31] Buhârî, Enbiyâ, 1.
[32] A’raf Sûresi 7/19; Bakara 2/35.
[33] Tahâ Sûresi 20/117-119.
[34] Tahâ Sûresi 20/120.
[35] A’raf Sûresi 7/20.
[36] A’raf Sûresi 7/21.
[37] Bakara Sûresi 2/36.
[38] Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).
[39] Bakara Sûresi, 2/36.
[40] Bakara Sûresi, 2/38.
[41] Bakara Sûresi, 2/38
[42] Bkz: Â’raf 7/20; Tâhâ 20/120.
[43] Tirmizî, Kıyâme, 49; İbn Mâce, Zühd, 30.
[44] A’râf Sûresi 7/23.
[45] Bakara, 2/37.
[46] Ahmed İbn Hanbel, III, 29, 41, 76; Ebu Ya’la, Müsned, II, 458, 530.
[47] A’râf Sûresi 7/189.
[48] Bkz. Ahmed İbn Hanbel, V, 178, 179.
[49] Âli-İmrân Sûresi 3/33-34.
[50] MâideSûresi 5/27.
[51] Mâide Sûresi 5/27-28.
[52] Maide Sûresi 5/29-30.
[53] Nahl Sûresi 16/25.
[54] Buhârî, Enbiya 1, Diyaat 2, İ'tisam 15; Müslim, Kasame27.
[55] Maide Sûresi 5/31.
[56] Ankebut Sûresi29/45.
[57] Zariyât Sûresi 51/56.
[58] Dârimî, Mukaddime 32; İbn Mâce, Mukaddime 17.
[59] Bkz.: Âl-i İmrân Sûresi 3/179.
[60] Bakara Sûresi 2/3.