Yarenime Nâme 11: el-MÂLİKÜ'L-MÜLK
“Allah evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı…” (Nahl 16/80)
“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir.” (Fecr 89/27-30)
Huzurla sükûnun merkezi “evim”le özdeşleştirdiğim, sevgili yârenim…
Bedenimizden çok ruhumuzun ait olduğu sıcak mekânlar, bedenlerden çok ruhların anlam kattığı, sığınak yaptığı sevgili meskenler yani “evler” düştü bugün soru sepetimden önüme. Müsaadenle ve hoşgörünle, onu yuvarlayacağım senin önüne.
Uzun bir seyahatten döndüğümüzde, gidilen yer kendi büyüdüğümüz memleket, çıktığımız ana evimiz olsa da kapıdan içeri girer girmez hemen hepimizin “evcağızım evcağızım sen bilirsin hâlcağzım” itirafında bulunduğu o içinde yaşadığımız yeri, Allah (c.c) huzur ve sükûnun merkezi kılmış. Ayakkabımızı çıkarıp içeriye adım attığımız ilk dakikadan itibaren bütün yorgunlukların, sıkıntıların, hüzün ve zihni dağınıklıkların giderileceği bir dinlenme ve ferahlama zemini. Âlemin süt limana döneceği bir fırtına sonrası kucağı, sığınma bucağı.
İnsanın doğduğu yerde mi yoksa doyduğu yerde mi daha rahat edeceği, hangisinin daha vazgeçilmez olduğu mevzubahis edilir bazen meclislerde de doyduğu yerin-yani hâlihazırdaki evinin- bu yarışta öne geçtiği, o an zihne damlayan “yuva hatıratı” şahitliğinde ve derin iç geçirişlerle tespit edilir.
Mektubumun başında ruhların anlam kattığı derken işte bu iç geçirişlere sebep olan hissiyatı kastediyorum: Yaşanmışlıkların, bugüne yolculuğu sırasında, tadından zerrece taviz vermeyen yoğunluğu. Bu hatırat arasında, kimler sahiplenip yuvaya çevirdiyse o evi, yıllar sonra aynı duyguları yaşama ümidiyle yapılan bir ziyarette, henüz kapıdan girerken insanın yüzüne çarpar zamanın sillesi. Artık annesi yoktur evin, yıllar evvel seninle birlikte ilk tayin yerinde küçük ama şirin bir başka ev kurmuş sonra da doyduğu eve bir daha geri dönememiştir. Baba, felçli yattığı köşeden öpmen için uzattığı elini, yorganın üzerine itinayla bırakmanı beklerken birden “fena”yı idrak eder, yıllar önce seni havalara hoplatan aynı ellerin şu anki acziyetiyle yıkıma uğrarsın. Yeni yetme torunlar, yani yeğenler, dede yâdigarı deyip gururla karışık bir hüzünle misafirlerini kabul edecekleri evin hanımı-beyi olmuştur, seni aynı nezaketle ağırlamaya gayret ederler ama ne yediğin zeytinyağlıdan lezzet alırsın ne de “anneanne usulü” yapılmış tatlıdan.
Kaçar gibi çıktığın kapı, ardından kapanırken artık senin için “ev” olan başka bir mekânın kapısını düşler, orayı özlersin. Tek başına bile yaşasan, içinde şenlendiren başka ruhlar olmasa bile artık o ev sana daha sıcak gelir, doğduğun evden.
İçeri girer, dışarının tozunu kiri arındırmak için musluğa yönelirsin. Endişe, korku, hırs, tamah ne varsa dış dünyaya ait, suyla birlik, lavabo deliğinden akar gider. Eşin ya da annen ölmüş olabilir ama sen onun yıkayıp dolaba yerleştirdiği beyaz havluyla yüzünü kurularsın. Dolap başkadır aslında, havluları da belki kendin yıkayıp dizmişsindir ama havlu, eşin yahut annen gibi kokar. Orada bir müddet oyalanırsın. Ardından pijamalarını giyip, koltuğa yerleşirsin. Çayını yudumlarken gözlerini kapatıp bu evi neyin bu kadar özel yaptığını, bu dört duvara kimlerin ne kattığını düşünürsün.
Başka bir senaryo: “Anne” veya “baba” diyen cıvıl cıvıl bir ses karşılar seni. Kucağına sıçrayan iki kol bir baş, nerene dolanacağını, göğsüne mi yoksa boynuna mı sokulacağını bilemez. Eşin meşguldür ama işinden başını kaldırıp gülümser, için aydınlanır. Tüm sıkıntıların küçülür gözünde. Gerginlik yaşadığın bir günün ardından, mutfaktan gelen, hepsi de o evle özdeşleşmiş kokular, gevşetici tesirini gösterirken, çocukluğundaki benzer dakikaları anımsar, kucağındaki naif varlığın hatıratına o evin aynısını kazımaya yeminler ederek, sıcak yuvan için Allah’a şükredersin.
Evin insanı dinlendiren, sükûnet veren havası, yıllanmışlıkla da alakalı, öyle değil mi? Yeni eşya alındığında birden benimseyememek, tanıdık izler, lekeler hatta sökükler, yırtıklar, kırıklar aramak o eşyada, insanın “alışmaya” ne kadar bağımlı olduğunu göstermiyor mu? Evle ilgili pek başka bir şeyle kıyaslayamadığımız duygularımız pek çok deyim ve atasözüne de “ev sahipliği” yapmış: “Ev alma komşu al. Herkes kendi evinde ağadır. Evli evine köylü köyüne. Evdeki hesap çarşıya uymaz.” gibi.
Zor kısma geliyorum yârenim: Tanıdık sesler, kokular, simalar, evi ev yapan tüm bu unsurlar şimdi de var hayatımda. Ama bendeki ait olma duygusu, evrilmiş, tüm yuva atmosferlerinin, yoldaki küçük konaklamalar olduğu yönünde bir şuur menfezi açılmış, o menfezden akan görüntüler, asıl huzurun çok ötelerde bir yerlerde mekân tuttuğunu hissettiriyor. Belki manevi gelişim açısından istenen bir duyuş tarzı bu ama yolculuğun genelini ve tabi akıbeti görememek, cereyanda kalmış bir yaprak gibi titretiyor düşüncelerimi.
Sevgili yârenim, senin de ruhun, hayatının bu mevsiminde gerçek evini arıyor mu? Artık ne doğulan, ne doyulan evler aidiyet hissi vermiyor. Ölüm meleği “emaneti ver” dediğinde kapısı aralanacak yuvadaki huzur ve sükûn (Allah’ın izniyle) fikri hepsini alt ediyor. O yuvaya dönünce tamamlanacağız, değil mi?
Seni bu dünyada içinde huzur bulduğumuz bütün mekânları, kendi varlığına delil kılarak “ev”e çeviren ele, gerçek ev sahibine, tüm mülkün mâlikine, Mâlikü’l-Mülk’e emanet ediyorum.