Hz. İbrahim (a.s) II - Tek Başına Bir Ümmet
İbrâhim aleyhisselâmın daveti Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Bunları dikkatlice incelersek, İslamî davetin nasıl yapılacağını, bu davette kullanılacak yöntem ve fikirlerin neler olması gerektiğini öğrenmiş oluruz. Öncelikle İslam davetine kimlerin muhatap olduğunu sırasıyla görelim:
İlk Muhatap: Nefsimiz
Bir İslam davetçisinin öncelikle kendi nefsine dönmesi ve onu, özelliklerini göz önünde bulundurarak hakka yönlendirmesi gerekir. Nefsin terbiyesini ihmal etmek davetçinin davet yolunda zaafa uğrayarak dökülmesine yol açar.
“…Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka yolunu yitirenlerden olurdum.” (En’âm Sûresi 6/77)
İslâm davetçisi, İbrâhim aleyhisselâm gibi tevhid ehli ve batıldan yüz çeviren bir kişiliğe sahip olmalıdır: “Doğrusu İbrâhim, Allah’a itaat eden, bütün batıl dinleri bırakıp sadece O’na boyun eğen TEK BAŞINA BİR ÜMMETTİ. O, hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” [1]
Davetçi her şeyden önce doğru bir inanca sahip olmalıdır: “Yalnız Allah’a kulluk ederek, bütün benliği ile yüzünü O’na dönen ve tek Allah’a inanarak hiçbir zaman O’na ortak koşmayan İbrâhim’in dinine uyandan daha güzel bir inanç sahibi kim var?”[2]
Hz. İbrâhim fıtratın yolunu tutmuş, yaratılışının gereğini yerine getirmiştir.
Kalbin İmanla Huzur Bulması
İbrâhim aleyhisselâm, etkili bir davet için öncelikle davetçinin davasına karşı kalbinin bütünüyle mutmain olması gerektiğinin farkındaydı. Kur’ân-ı Kerim, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellemin ve O’nun izinden giden mü’minlerin, Rablerinden kendilerine indirilenlere öncelikle kendilerinin iman ettiklerini önemle vurgulamıştır.[3] İbrâhim aleyhisselâm, iman esaslarından en çok karşı çıkılanı olan öldükten sonra diriltilme konusunda kalbinin tam bir huzura kavuşmasını istiyordu ve bu konuda içtenlikle Rabbine yöneldi:
“Bir zamanlar Hz. İbrâhim ‘Rabbim! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster!’ demişti. Allah ‘Yoksa inanmıyor musun?’ diye sorunca, ‘Elbette inanıyorum, fakat kalbim iyice kanaat getirip yatışsın diye bunu istiyorum’ dedi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: ‘Öyleyse dört tane kuş tut, onları kendine alıştır, sonra kesip parçala ve her parçayı bir dağın başına koy, sonra da onları çağır, koşarak sana geleceklerdir. Şunu iyi bil ki, Allah karşı konulmaz kudret sahibi ve her işi yerli yerince yapandır.”[4]
Hiç şüphesiz İbrâhim aleyhisselâm, Yüce Allah’ın ölüleri diriltmesinden şüphe etmiyordu. Sevgili Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, bunun bir şüphe olmadığını, kendine has üslûbu ve eşsiz tevazûsuyla şöyle ifade etmiştir: “Biz bu konuda hataya düşmeye İbrâhim aleyhisselâmdan daha layığız…”[5]
Hz. İbrâhim’in ölülerin nasıl diriltileceğini görmek istemesi, O’nun bu konuda şüphe taşıdığını göstermez. O sadece bunu gözleriyle görmek ve yakînine yakîn katmak istemiştir. Buradan çıkarılması gereken önemli dersler vardır.
Öncelikle bütün yaratılmışları yoktan var eden Allah’ın ölüleri tekrar diriltmeye güç yetireceğinden asla şüphe etmemeliyiz. Ayrıca bilmeliyiz ki, Kalbin gelgitleri bitmez. Vehim şeklinde de olsa bir şeyin aksini düşünme son bulmaz. Çoğu kez inkar, imanın hemen ardında gölge gibi onu takip eder. En küçük rüzgarda yön değiştirebilen tüyler misâli, kalpler de hâlden hâle dönebilir. Kalplerin imanda karar kılması ancak Allah’ın yardımıyladır. Sevgili Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem çokça yaptığı bir duasında bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: “Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allahım! Kalbimi Senin dinin üzere sabit kıl!”[6]
Çağımızda, kalbi yönelmesi gereken asıl yönünden başka yönlere çeviren batıl fikir ve ideoloji rüzgarları alabildiğine artmışken bize düşen, ilme ve tefekküre sarılarak yüreğimizde yanan iman ateşini adeta cam bir fanus içinde korumaya çalışmak; fanusun kırılıp ateşin sönmemesi için de Yüce Rabbimize sığınmaktır. Bunun için öncelikle fiilî dua gerekir. İnsan hem kendi nefsindeki, hem de ufuklardaki Allah’ın ayetlerini düşünüp araştırdıkça, kevnî ayetlerle birlikte Kur’ân ayetlerini de inceleyip öğrendikçe kalbi huzura kavuşacak ve Allah’a olan teslimiyeti artacaktır. İşte ancak bu şekilde karanlıklar aydınlanacaktır. Günümüz davetçileri de ilmî konularda ciddi bir bilgi birikimine sahip olmalı ve davetlerini huzurlu bir kalp ile yapmalıdır.
2-Hz. İbrâhim Aleyhisselâm En Yakınlarını Davet Ediyor
Hz. İbrâhim, davetine en yakını olan babası ile başlamıştır. “Hani o babasına: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası dokunmayan şeylere niçin tapıyorsun? (demişti)”[7] O, babasını tevhid dinine davet etmekten asla bıkmamıştır. Defalarca onu en güzel şekilde akla ve mantığa uygun bir biçimde hakka çağırmıştır. Babası ise oğlunu ilahlarından yüz çevirdiği için taşlamakla tehdit etmiş ve kendisini uzunca bir zaman için terk etmesini istemiştir.[8]
Bir davetçi güzel üsluptan asla vazgeçmemelidir. İbrâhim aleyhisselâm putperest bir babaya sürekli “babacığım” şeklinde hitap ediyor; davetin tehdit ve uzaklaştırmayla engellendiği bir durumda bile: “Sana selam olsun! Rabbimden seni bağışlamasını dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır. ”[9] diyordu.
Davetçi, akrabası ve yakınları konusunda ümitvar olacak, öyle ki onların küfrü kesin olarak ortaya çıkana kadar Allah’tan onlar için af ve mağfiret dilemeye devam edecektir. İbrâhim aleyhisselâm, babası için mağfiret dileyeceğini vaat etmiş[10], fakat küfrü apaçık ortaya çıkınca ona mağfiret dilemekten vazgeçmişti.[11] Yüce Kur’ân bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ne Peygamber’in ne de mü’minler’in; yakın akrabaları bile olsa cehennemlik oldukları açığa çıktıktan sonra, müşriklerin bağışlanmalarını Allah’tan dilemeleri uygun değildir. İbrâhim’in babası için Allah’tan af dilemesi ise sırf daha önce ona verdiği bir sözden dolayıdır. Ancak onun bir Allah düşmanı olduğu açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhim çok içli, yumuşak tabiatlı biriydi.”[12]
Davette ısrar ve tekrar çok önemlidir. Bizler İbrâhim aleyhisselâmın güzel örnekliğinden hareketle babalarımıza ve yakın akrabalarımıza daveti ulaştırmakta ısrarcı olmalıyız. Onlara olan muhabbetimiz hitabımızın yumuşaklığına yansımalı. “Ey babacığım!” ifadesiyle müşrik bir baba, dün hidayete çağırılıyorsa, bugün de yarın da çağırılmalıdır. Kalbinde imanı olan bir davetçi sürekli yakınlarının hidayetine gayret göstermeli ve bunu onların küfrü alenen ortaya çıkıp ayrışma gerçekleşinceye kadar sürdürmelidir.
3-İbrâhim Aleyhisselâmın Kavmini Daveti
İbrâhim aleyhisselâm, yakın akrabalarından sonra kavmini İslam’a davet etti. Önce insanları inançlarını sorgulamaya çağırdı. Bu davetin başarısı için oldukça önemliydi. Zira insanlar yanlış fikirleri sorgulamadan benimser ve sonra onu içselleştirip din olarak kabul etmeye başlarlar. Bir toplum tabularını ve inançlarını oluşturduktan sonra liderleri tarafından şartlandırılır. Buna bir takım ritüel ve ibadetler de eklenerek o inancın pratik hayatta da yaşanması sağlanır. Sonunda hiç kimse bu inancı sorgulayamaz hale gelir.
Kaybolanları Sevmem!
“Karanlık basınca İbrâhim bir yıldız gördü, ‘İşte Rabbim!’ dedi. Yıldız batınca da, ‘ Ben batıp kaybolanları sevmem.’ dedi. Sonra doğmakta olan ayı görünce ‘İşte Rabbim!’ dedi. O da batıp kaybolunca, ‘Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka yolunu yitirenlerden olurdum’ dedi. Güneş’i doğarken görünce: ‘İşte Rabbim! Bu hepsinden de büyük’ dedi. O da batınca şunları söyledi: ‘Ey kavmim! Sizin ilahlık yakıştırdığınız şeylerle benim hiçbir ilgim yok.’”[13]
İbrâhim aleyhisselâm hanif (tertemiz, dosdoğru) bir peygamberdi. Bütün Peygamberler gibi O’nun da, hayatının herhangi bir bölümünde Allah’tan başka bir varlığa tapmış olması düşünülemezdi. Hz. İbrâhim yıldızdan, aydan ve güneşten “Rabbim” diye bahsederek aslında kavminin dikkatini çekmeyi ve onları düşünmeye sevk etmeyi hedeflemiştir. Muhtemelen kavminin topluca bulunduğu bir ortamda gerçekleşen bu olayda O, doğmak ve batmak gibi belirli kurallara mahkum olan bu varlıkların ilah ve rab olamayacağını göstermek istemişti. Bu durum âyetin son bölümünde kavmine hitabından da anlaşılmaktadır.
Aslında İbrâhim aleyhisselâm kavmini, düşünmeye ve kendi öz fıtratlarına dönmeye davet ediyordu. Kurân-ı Kerim’de Yüce Allah’ın Sevgili Peygamberimize ve bütün insanlığa daveti de zaten buydu: “Bütün batıl inançlardan uzak şekilde, yüzünü ve özünü hak dine çevir; o fıtrat dinine ki, Allah insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yarattığını değiştirme imkanı yoktur. İşte dosdoğru din budur; lakin insanların çoğu bilmiyor.”[14]
İbrâhim aleyhisselâm babasının ve tüm kavminin hidayeti için onları uyarmaya devam ediyor, ısrarla akıllarını kullanmaya çağırıyordu: “Hani o babasına ve kavmine: ‘Sizler nelere tapıyorsunuz?’ demişti. Onlar da : ‘Birtakım putlara tapıyoruz, onlara tapmaya da devam edeceğiz.’ demişlerdi. İbrâhim: ‘Peki, ama’ dedi ‘Siz kendilerine dua ettiğinizde, onlar sizi duyuyor mu? Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı?’”[15]
Kavmi uyarılarını dikkate almayınca İbrâhim aleyhisselâm, inançlarını sorgulatmayan kavmini sarsmak istedi. Onların mabetlerindeki putları kırıp, baltayı en büyüklerinin omzuna astı. Gördükleri manzarayla şok olan kavmi: “Onu getirdiklerinde: ‘İbrâhim! İlahlarımıza bunu yapan sen misin?’ diye sordular. İbrâhim: ‘Hayır! Bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa kendilerine sorun!’ dedi. Vicdanlarının sesini dinlediklerinde, birbirlerine: ‘Asıl zalim bunlara tapan sizlersiniz.’ dediler.”[16]
Bu âyet, vicdanlarının sesini taklit, alışkanlık ve korkularla bastıranların, önyargılardan sıyrılarak kendi iç seslerine kulak verdiklerinde hakikati bulacaklarını vecîz bir şekilde göstermektedir.
Korku ancak güçlü ve doğru bir inançla yenilebilir. Korkularını yenemeyenler, hakkı zalimlere söyleyemezler. Hâlbuki cihadın en üstünü zalim idareciye hakkı haykırmaktır.[17] Korkunun ecele faydası olmadığı gibi davete de çok büyük zararı vardır. İbrâhim aleyhisselâm putları kırarken hiç bir korku duymamıştır. Bugün bazı tehditler ya da çekincelerle davetten geri duranların hak namına söyleyecekleri hiç bir şeyleri olamaz.
Hz. İbrâhim’in, bir an için de olsa ön yargılarından sıyrılarak gerçeği itiraf eden kavmi ilk şoku atlatmıştı: “Sonra eski inançlarına dönerek: ‘İbrâhim! Bunların konuşamayacağını sen de biliyorsun.’ dediler. Bunun üzerine İbrâhim: ‘Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?’ Size de Allah’ı bırakıp taptığınız putlara da yuh olsun! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?’ dedi.”[18] “Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Ancak âlemlerin Rabbi olan Allah dostumdur.”[19]
Hz. İbrâhim’in kavminde korkular zihinler üzerinde öyle etkili olmuştu ki, Allah’tan korkmak yerine ikballerini ve menfaatlerini kaybetmekten; daha doğrusu ikbal ve menfaatlerinin kendisine bağlı olduğunu vehmettikleri Nemrud’dan korkmuşlardı. Böylesi toplumları şartlanmalar ve öğrenilmiş çaresizlikler kuşattığı için “Rabbim Allah” diyen nidalar onlarda yankı bulamaz. Nemrud ve yoldaşları için korkunun adı artık “İbrâhim” olmuştu.
Hz. İbrâhim Toplumun Önderlerini Davet Ediyor:
İbrâhim aleyhisselâmın cesaretle öne atılıp putları kötülemesi sonra onları kırmaya yönelmesi, onları lanetleyerek aşağılaması Nemrud’u çok korkutmuştu. Hz. İbrâhim derhal tutuklanarak zalim Nemrud’un huzuruna çıkarıldı.
Nemrud Hz. İbrâhimle Allah hakkında tartışmaya girişmiş ve O’nu mağlup ederek küçük düşürmek istemişti. Nemrud’un Hz. İbrâhim’le tartışması Yüce Kur’ân’da şöyle yer almaktadır:
“Allah’ın kendisine verdiği mülk ve saltanata dayanarak şımarıp da İbrâhim ile Rabbi hakkında tartışmaya giren kimseye bakmaz mısın? Hani İbrâhim: ‘Benim Rabbim can veren ve öldürendir.’ deyince, o: ‘Ben de can verir ve öldürürüm!’ demişti. İbrâhim: ‘Allah güneşi doğudan getirir, sen de batıdan getir bakalım.’ deyince o kâfir donup kalmıştı. Allah böyle zalimlere doğru yolu göstermez.”[20]
İbrâhim aleyhisselâmın karşısında uğradığı yenilgi ile panikleyen Nemrud “İlahlarınıza yardım ediniz.” sloganıyla halkını galeyana getirmiş ve Hz. İbrâhim’in ateşe atılmasını istemişti.
Peygamberler inançlarını savunmak ve insanları ikna etmek için zaman zaman tartışmalara girmiş ve “Cihadın en büyüğü zalim sultana karşı hak sözü söylemektir” hakikatinin en büyük örnekliğini sergilemişlerdir. Hakkın karşısında batılın hiçbir şansı olmadığından, fikir tartışmasında batıl hep mağlup olmuş; fakat hemen kaba kuvvet ve zorbalığa yönelmiştir.
Nemrud ve cahiliye düzeninin diğer bekçileri, insanların korkularına yeni korkular eklemek için Hz. İbrâhim’i ateşte yakarak cezalandırma yolunu tercih ettiler. Fakat Rabbimiz zalimlerin tuzaklarını boşa çıkaracaktı…