Medine’nin İlk Müslümanları
Bütün dünya korkunç bir cehalet içinde yüzüyordu. Özellikle de Arabistan’da puta tapıcılık almış başını yürümüştü. Her tarafı zulmet kaplamış, cahiliyet ve şirk bütün dimağları ve vicdanları karartmıştı.
İşte böylesi bir zamanda fıtratlarını koruyarak putperestlikten sıyrılıp Hanîfliğe yönelmiş çok az kişi vardı. Bunlar Allah’ıbir tanıyorlar ve putları reddediyorlardı. Bunlardan biri de Medineli Es’ad bin Zürâre idi…
Es’ad bin Zürâre, gerek ticarî işler ve gerekse başka işleri için Hacc mevsiminde Medineli altı arkadaşı ile birlikte Mekke’ye vardı. İşi gereği, ara sıra Mekke’ye gider-gelirdi.[1] Yine böyle bir sefer esnasında, Hacc vazifesini eda ediyordu.
Akabe mevkiinde, güneşin alevden okları ortalığı kasıp kavurduğu en sıcak bir saatte, altı arkadaşı ile beraber çadırlarında dinleniyorlardı. Sıcağın verdiği rehavet ile uyumak üzere idiler ki, dışarıdan birinin seslendiğini duydular:
- “Müsaitseniz ve izin verirseniz biraz görüşebilir miyiz?”
- Müsaidiz içeri gel!
Seslenen, içeri girmedi. Yine dışarıdan yumuşak ve oldukça tatlı bir eda ile seslendi. İçerden de aynı cevap geldi. Üçüncü defa seslendiğinde Es’ad hışımla “Gel dedik ya be!” diye bağırarak, kalkıp dışarı çıktı.
Çadır kapısının önünde şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı biriyle karşılaştı. Bir anda dili tutuldu sanki! Bir güneşe baktı, bir de çadır kapısı önünde duran zâta baktı. Ortalığı kasıp kavuran güneş, bu mübarek zâtın yanında sönük kalıyordu.[2]
- “Sizi rahatsız etmek istemezdim, ama müsaitseniz biraz görüşmek istemiştim!”
- Tabi, tabi; buyurun!
Çok iyi bir hatip olan Es’ad, kekeleyerek zoraki cevap vermişti. Bir yandan görür görmez hayran kaldığı bu mübarek zâtı içeri davet ediyor, bir yandan da çadırdaki arkadaşlarına “Toparlanın” işareti yapıyordu.
Nurdan bir âbide gibi içeri süzülen mübarek zât, karanlık çadırı o eşsiz nuruyla bir anda aydınlatıverdi. İçerdekiler de gelen zâtın herhangi biri olmadığını anlayıp, yerlerinden fırlamışlar; gelene yer gösteriyorlardı.
- “Önce bir tanışalım, sizler buraya nereden geldiniz?”
- Yesrib’den geldik (Medine’nin eski adı).
- “Kimlerdensiniz?”
- Hazrec kabilesindeniz.
- “İsimlerinizle beraber tanışsak?”
- Tanışalım tabi. Ben Es’ad bin Zürâre, şu Avf bin Hâris, şu Râfi’ bin Mâlik, şu Kutbe bin Âmir, şu Ukbe bin Âmir, şu da Câbir bin Abdullah.[3]
- “Sizinle biraz konuşalım istiyorum!”
Çadırdakilerin her biri, henüz tam olarak tanımadıkları, sadece şu an bir dakika bile olmayan beraberlikleri ile bu mübarek zâta hayran kalmışlardı. Bu mübarek zâtın hâlinden akıp gelen ve içlerine/ruhlarına işleyen farklı ve doyumsuz bir duygu anaforu içine girmişlerdi.
Konuştukça bir hoş oluyorlar, her cümlesini ve hatta her kelimesini büyük bir muhabbetle sindiriyorlardı. Hayranlıkları da gittikçe artıyordu. Fakat hâlâ kendini tanıtmamıştı. Es’ad bin Zürâre, toparlanarak büyük bir edeplesordu.
- Ey mübarek zât! Biz de seni tanısak?
- “Abdullah oğlu Muhammed’im ben!” (sas)[4]
Mübarek zât kendisini böyle tanıtınca çadırdakiler birbirlerine baktılar. Bu ismi duymuşlardı. Daha doğrusu Mekke müşrikleri, bu isimli kişiden sakındırmışlardı onları. Aleyhinde çok ağır bir şekilde ileri-geri konuşmuşlar, sonra da iftiranın en büyüğünü atarak, korkutmuşlardı…
Birbirlerine bakan Es’ad ve arkadaşları, müşriklerin ikazlarını hatırladılar. Fakat karşılarındaki mübarek zât, müşriklerin anlattığı gibi birine benzemiyordu. Buna rağmen Es’ad bin Zürâre sormadan edemedi:
- Sakın sen müşriklerin bizi uyardığı kişi olmayasın?
- “Müşrikler nasıl uyardılar sizi?”
- Ağız birliği etmişçesine, idareciler başta olmak üzere hepsi aynı şeyleri söyledi: “Aman dikkat edin! Aramızda bulunan Muhammedü’l-Emîn (sas), 40 yaşına kadar içimizdeki en iyimiz idi. Fakat kırkından sonra cinler çarptı O’nu, şeytanlar aklını çeldi. Aramıza ikilik soktu, kardeşi kardeşe düşürdü! O’ndan sakının. O’nunla oturup konuşmayın. Çünkü her kim O’nunla ciddi bir şekilde konuşsa ya da O’nu ciddi bir şekilde dinlese hemen O’nun fikirlerine kapılıp yoldan çıkıyor! O’nu görürseniz sakın konuşmayın, konuşturmayın!” Sadece bu kadar değil, çok çirkin şeyler de söylediler. Ama onları senin gibi birinin yanında ifade edemiyorum. Sakın onların dediği kişi olmayasın sen?
- “Hayır! Ben sadece Allah’ın Rasûlü’yüm!”[5]
Yine birbirine bakan Hazrecli arkadaşlar, bu sefer de “Allah’ın Rasûlü” ifadesine takıldılar. Ne demekti bu? Bu o muydu, yoksa o bu muydu? Mekke müşriklerinin tanıttığı gibi olmayan bu zât, şimdi de “Ben sadece Allah’ın Rasûlü’yüm!” diyordu…
Es’ad bin Zürâre, kabile reisi olarak bu yolculuktaki arkadaşlarının sorumluluğunu da taşıyordu. Bundan dolayı çok dikkatli olması gerekiyordu. Mekke müşrikleri ne derlerse desinler, bu mübarek zâta kanı kaynamıştı artık. Bu yüzden işi kökünden halledip her türlü şüpheyi izale edecekti:
- Anlayabildiğimiz kadarıyla Mekkelilerin bizi uyardığı kişisin! Ancak onların seni tanımlamaları doğru bir tanımlama olmasa gerek. Seni suçladıkları şey, nasıl desem bilmem ki; gökten gelen şeyler, Âyet mi neyse, ondan var mı yanında? Varsa bize de okur musun?
Peygamberler ve Gönüller Sultanı Efendimiz (sas), İbrahim Sûresi’nin 35-52. Âyet-i Kerîme’lerini okudu.[6]
İki Cihan Güneşi (sas) okudukça, çadırın içi daha bir aydınlanıyordu. Hazrecli arkadaşların da yüzleri, özlerive gönülleri öyle bir arınma ve aydınlanma sürecine girmişti ki, buna kendileri bile şaşırıp kalmışlardı. Es’ad bin Zürâre başta olmak üzere, her biri bir başka âleme girmiş, yerinde duramaz olmuşlardı.
Peygamber Efendimiz’in okuduğu Âyet-i Kerîmeler, dinleyenlerin her birinin zihninde âdeta şimşekler çaktırmıştı. Kur’ân ile ilk defa karşılaşıyorlardı çünkü. Allah’ın mesajını ilk defa duyuyorlardı. Üstelik ilk ve en mükemmelağızdan…
Her biri bir başka âleme gitmişti sanki… Hele Es’ad bin Zürâre… Âyetlerin o kadar tesiri altında kalmıştı ki, ne Buas Savaşı, ne Kureyş’in şerli ve hain ittifakı ve ne de Yahudilerin rekabeti onu ilgilendiriyordu artık…
Değişen duygular altında kafileye ağırlığını koydu ve hemen Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu. Böylece herhangi bir Es’ad olmaktan çıkıp Hz. Es’ad bin Zürâre (ra) oluverdi.[7] Belli ki, davet edildikleri bu yeni yolda eşsiz bir saadet vardı ve daha ilk dakikalarda bu saadetin sıcaklığını kalplerinde duymaya başlamışlardı. Kur’ân onların ruhlarına işlemişti… Kur’ân ruhlara işlemeliydi öyle ya…
Hz. Peygamber (sas), bu seçkin insanlara İslâm’ın şefkatli elini uzatıp, onları Allah’ın birliğine îmâna, kendisinin de Peygamberliğini tasdike davet etti. Peygamberimiz onlara İslâm esaslarını anlatıp Kur’ân okuyunca, her biri büyük bir coşkuyla İslâm’a girdiler. Böylece Medine’nin ilk Müslümanları bu altı kişi oldu:[8] Es’ad ve arkadaşları…
Bu seçkin altı Medineli, Müslüman olur olmaz büyük bir şevkle atıldılar:
- Ey Allah’ın Rasûlü! Milletimiz, yıllarca süren iç savaş sebebiyle çok kötü bir durumdadır. Buas Harbi’nin izleri daha silinmiş değil. Cenâb-ı Hakk, belki senin sayende milletimizi böyle bir iç savaştan ve dağınıklıktan kurtarır. Biz hepimiz, yeni inancımız istikametinde çalışacağız. Şu anda kabul ettiklerimize, biz de milletimizi davet edeceğiz. Allah Teâlâ onları, bu din üzere toplar ve birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz.
Peygamber Efendimiz (sas) de, onların bu sözlerinden çok memnun oldu. Sonra da önemli bir konuyu daha dile getirdi:
-“Rabbimin elçilik vazifesini halka tebliğ edinceye, yerine getirinceye kadar beni destekleyecek misiniz? Sizinle beraber ben de gelsem, beni her türlü tehlikeden koruyacak ve İslâm’ı anlatmak için, bana yardımcı olacak mısınız?”[9]
Medine’nin bu ilk altı Müslüman’ı çok güzel bir cevap verdiler:
- Ey Allah’ın Rasûlü! Sen de biliyorsun ki, Evs ve Hazrec kabileleri arasında çok uzun yıllara dayanan büyük bir düşmanlık var ve çokça da kan dökülmüştür. Allah’ın, onu, Senin İslâmiyet işinle doğru yola çıkaracağını çok umuyoruz. Yâ Rasûlallah! Biz, Allah ve Rasûlü için son derece gayret göstereceğiz. Fakat biz, bugün birbirlerine karşı kızgın, birbirlerinden uzaklaşmış, önceki yıl Buas’ta birbirlerimizle çarpışmış bulunuyoruz. Biz bu durumda iken, eğer Sen bugün yanımıza gelirsen, bizim için Senin üzerinde toplanma, birleşme hâsıl olmaz. Biz Sana görüşümüzü sunuyoruz. Sen Allah’ın ismiyle biraz daha bekle. Biz kavim ve kabilemizin yanına dönelim. Onlara Senin işini haber verelim. Kendilerini Allah’a ve Rasûlü’ne, Senin davet ettiğin şeylere davet edelim. Belki Allah aramızı düzeltir, işimizi birleştirir. Allah’ın bizleri Seninle birleştirmesi umulur. Eğer onlar Senin üzerinde söz birliği eder, Sana tabi olurlarsa, Senden daha aziz bir kimse olmaz. Biz, Sana, gelecek yıl Hacc mevsiminde gelmeye söz veriyoruz.[10]
Onların bu, yerindeki görüş ve tekliflerini kabul eden Peygamberimiz, çok memnun kalarak her birine dua edip, onları birer Müslüman olarak memleketlerine yolcu etti…
Es’ad ve arkadaşları, Peygamber Efendimizi bir defa görmüşlerdi. O’nu bir defa dinlemişlerdi. O’nu öyle sevmişlerdi ki, nefes alışlarına kadar O’nu hissediyorlardı artık. Çok kısa süren, fakat ölümden sonra bile devam edecek olan bir beraberliğin sırrına ermişlerdi. Böylesine derin bir muhabbetle bağlanıp sevdikleri Peygamberimizden ayrılmak çok zor gelmişti onlara. İlk buluşma ve ilk ayrılık; gerçekten apayrı bir şey olmuştu…
Medine’ye, kavim ve kabilelerinin yanına vardıkları zaman, Peygamber Efendimizi anlatmaya ve onları İslâm’adavet etmeye başladılar. Öyle ki, kısa zamanda Medine’de Peygamber Efendimizin adının anılmadığı, İslâm’ın mesajının girmediği hiçbir ev kalmadı. Mükellefler mükellefiyetlerini mükellef bir şekilde yerine getiriyorlardı. Îmân nasip meselesiydi. Ama güzel örnek olarak ve yaşayarak anlatmak, Müslümanların en başta gelen görev ve sorumluluklarından biriydi.
Hz. Es’ad (ra) başta olmak üzere, bu altı Medineli büyük bir çalışma yapmışlardı. Öncelikle kendileri ne ile mükellefseler onu zamanında yerine getiriyorlardı. Yani kişisel gelişme ve yetişmeleri için büyük bir titizlikle çalışıyorlardı. Önce güzel örnek oluyorlar, sonra da güzel tebliğ yapıyorlardı.
Hz. Es’ad (ra), Medine’yi İslâm ile ilk tanıştıranların başında geliyordu. Böylece bütün Medine’de İslâm konuşulmaya başlamıştı. Bir sene içinde çok kişi İslâm ile şereflenmişti. Bunlar arasında ailece Müslüman olanlar olduğu gibi, aile içinde bazı fertleri Müslüman olanlar da vardı. İşte çalışmanın semeresi…
Hz. Es’ad (ra) ve arkadaşları, Peygamberimizi görüp dinledikleri gibi, O’ndan aldıklarını bütün canlılık ve sıcaklığıyla yaşayıp anlattıkları için çok etkili oluyorlardı. Gönüllerinde ve dillerinde sadece İbrahim Sûresi’nin 35-52. Âyetleri vardı. Onları bir defa dinlemiş olmalarına rağmen, âdeta o âyetlerle şekillenmişlerdi.
Medine ve çevresinde kabileler arasındaki sonu gelmeyen ihtilaf ve iç kavgaların, ancak İslâm düşüncesiyle ve Hz. Muhammed (sas)’in çevresinde bütünleşmekle sona erebileceğini anlamış ve buna da inanmışlardı. Her çeşit reaksiyonu ve kınamaları, hatta tehlikeleri göze alarak Medine’de İslâm’ı büyük bir gayretle anlatıp tanıtmaları bunu göstermekteydi.
İslâm ile şereflenip Medine’ye dönen o altı seçkin insan, çok iyi bir çalışma yapmışlardı. O kadar ki, sadece evlerde değil, Medine’nin sokaklarında, hurmalıklarında, çarşılarında, dükkânlarında, her yerde sürekli İslâm konuşuluyordu artık…
Bir yıl böyle ciddi çalışmalarla geçmişti…
Çok ciddi sorumluluk üstlenip, çok ciddi çalışmalar yapacaklarına dair Peygamber Efendimize söz verenMedine’nin ilk Müslümanları, aynı zamanda “Gelecek yıl Hacc mevsiminde gelmeye söz veriyoruz.” diye de açıkça söz vermişlerdi. Ve bir sene geçmiş, yine Hacc mevsimi gelmişti.[11]
Hz. Es’ad bin Zürare (ra) ve arkadaşları, bir yıldır hasretiyle yanıp kavruldukları Peygamber Efendimiz ile buluşmaya gideceklerdi…
Sallallahu aleyhi ve sellem…
[1] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70.
[2] Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 298.
[3] Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 148.
[4] Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 234.
[5] İbn Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 156.
[6] Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 148, 433-434.
[7] İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 217-219.
[8] Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm, s. 290.
[9] Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 306.
[10] Ya’kubî, Târîhu’l-Ya’kubî, c. 2, s. 38.
[11] İbn Hazm, Cemheretü Ansâbi’l-Arab, s. 71.