Bizim Hiramız Neresi?
Mekke’nin kuzeydoğusunda, Kâbe’ye yaklaşık 5 km uzaklıkta bulunan Nur Dağı (Cebel-i Nur), kendisini kuşatan tepelerden daha dik ve yüksek olup sivri kütle kayalardan oluşan yükseltisiyle çok uzaklardan fark edilmektedir. Hacıların geçtiği Mekke’den Mina düzlüğüne gidilen yolun yakınındadır.
Muhammed Hamidullah, o dönemde yaygın bir uygulamaya göre, geceleyin bu yoldan geçenlere kılavuzluk etmesi için tepenin üzerinde ateş yakıldığı ve bundan dolayı bu dağın “yollarını kaybedenlere doğru yolu gösteren” anlamında Cebel-i Nur ismi ile anıldığı ihtimalini ileri sürmektedir. Ayrıca vahiy nurunun, ilk bu dağda inmiş olması sebebiyle bu ismin yakıştırıldığını söyleyenler çoğunluktadır.
Uzaktan bakıldığında heybetli görünüşü ile ürperten dağ, yanına yaklaştıkça sizi içine çekmeye başlar. Etekleri bugün bir yerleşim merkezi hâlini almış olan dağa çıkmaya başladığınızda görürsünüz ki susuzluktan tek bir yeşil bitki yetişmemiş, bitki örtüsü yer yer dikenli çalılardan ibaret kalmıştır. Oldukça zor katedilen dik ve kaygan kayalardan oluşan yamacı aştığınızda yerden 300 m. yükseklikteki zirveye ulaşırsınız. Burada Osmanlı zamanında yaptırılmış su sarnıcının kalıntılarına rastlarsınız.
Nur Dağı zirvesinin yaklaşık 20 m. kadar aşağısındaki Hira Mağarası’na, doğal kayalardan oluşan basamakları ve dar bir düzlüğü geçtikten sonra ulaşırsınız. Hira Mağarası, aslında üst üste yığılan kaya blokları arasında kalmış üç yanı kapalı, sivri tonozlu tünele benzer şekilde gayri muntazam bir boşluktan ibarettir. İçerisi, bir insanın başı tavana değmeyecek biçimde ayakta durabileceği yükseklikte ve uzanıp yatacağı uzunluk ve genişliktedir. Zemin gayet düz olup son dönemlerde beyaz karo döşenmiştir. İnsanın mağara içinde uzandığında yönünün Kâbe’ye doğru olması da güzel bir tevafuktur. Ziyaretçiler burada teberrüken iki rekât namaz kılabilmektedir.
Çevreye baktığınızda gördüğünüz manzara içler acısıdır: etrafa saçılmış çer çöp, çalılıklara bağlanmış çaputlar, kayalara yazılmış isimler, kendisine orada yer edinmiş işportacı ve dilenciler… Müslümanlar için İslam Tarihi’nin önemli mekânlarından biri olan, vahyin geldiği ilk yeri bu şekilde bakımsız ve sahipsiz görmek kalbinizi üzüntüyle dolduracaktır. Ama tepeden hâlâ bozulmamış coğrafyaya, Hz. Peygamber (sas)’in gözlerinin değdiği yerlerdir, diyerek bakmak, onunla o havayı solumak ve hislerini anlamaya çalışmak bütün bu olumsuzlukları silip götürecektir. Yine zirveden Harem-i Şerif’in revakları ve minarelerini görüp Hz. Peygamber (sas)’in -o zaman daha net görülen- Kâbe’yi buradan izlediğini ve tefekkür ettiğini düşlemek tarifsiz bir huzurla dolmanızı sağlayacaktır.
Hira Mağarası’nın, Hz. Peygamber (sas)’in yaşadığı Mekke şehrine hâkim bir manzaraya sahip olması en önemli özelliğidir. Zira Hz. Peygamber (sas)’in kavminden uzaklaşması, onlara sırtını dönme şeklinde değil; kalabalıklardan uzak ama onlara yüzü dönük ve onlardan haberdar olacak şekildedir.
Peki, Hz. Peygamber (sas) neden kavminden uzaklaşmış ve kendisini ana kucağı gibi saran bu mağarayı mekân edinmişti? Derdi, hissiyatı, düşünceleri neydi? İşte Nur Dağı’nın sert kayalıkları üzerinde bir kenara ilişip gözlerinizi Mekke’ye çevirdiğinizde bunları düşünmeye başlar, o döneme yolculuğa çıkarsınız.
***
Mekke… Üç kıtanın kavşağında yer alan Arabistan Yarımadası’nın kalbi. Pek çok medeniyete şahitlik etmiş, çeşitli din mensuplarını görmüş, gerek ticaret gerek kutsal Kâbe vasıtasıyla dönemin insanlarını konuk etmiş şehir. İnsan, toprağına çeker; şehrinin özelliklerini barındırır kendinde. Mekke halkı da şehri gibi çeşitli medeniyetlere ve dinlere şahit olmuş hatta bu dinlerden etkilenmiştir. Haneler içerisinde çoğunlukla putperestler olmakla birlikte Hıristiyan’ı da, Yahudi’si de, Mecusi’si de, Hanif olanı da bulunmaktadır. Arayış içerisinde olanlar da vardır, bunu büsbütün bırakıp dünyaya dalanlar da. Cahiliyenin ahlaksızlık, haksızlık, bağnazlık… çukurlarında kaybolan halkının yanında, bunlardan kaçmaya çalışan henüz kalbi katılaşmamış, o kire bulaşmamışlar da mevcuttur.
Zeyd b. Amr b. Nufeyl onlardan sadece birisidir. O, putlara sunulan kurbanların etinden yemezdi ve aradığı şeyi hiçbir dinde bulamadığı için “Ey Allahım! Eğer hangi ibadet etme biçiminin senin hoşuna gideceğini bilseydim ona uyardım, ama bunu bilmiyorum.” der, sonra da secdeye kapanırdı. Halkın taşlardan daha da katılaşmış kalplerinde yer bulamaz, Nur Dağı’nın eteklerine sığınır, burada çadır kurarak inzivaya çekilirdi.
Esasen Mekkeliler arasında özellikle Recep ve Ramazan aylarında inzivaya çekilen başka Hanifler de bulunmaktaydı. Hz. Peygamber (sas)’in dedesi Abdulmuttalib de Hira Mağarası’nı tercih eder, Ramazan aylarında burada ibadet ederdi.
Hz. Muhammed (sas) otuz beş yaşlarındayken kavminden uzaklaşmaya, dedesinin inzivaya çekildiği Hira Mağarası’nda tefekkürle meşgul olmaya başlamıştı. Bazen günlerce yanına aldığı süt, kurutulmuş et veya zeytinyağı ile kuru ekmekle geçinir, tükenince evinden yenisini tedarik edip tekrar mağaraya dönerdi. Yoldaşı, desteği, adını ömrü boyunca hasret ve sevgiyle andığı biricik eşi Hz. Hatice (ra) O’nun bu durumunu anlayışla karşılar; zaman zaman azığını kendisi getirir ya da gönderirdi.
***
Hira’da, yalnızlığı sevdi Nebi. Yalnızlık, insanın kendi kendisiyle baş başa kaldığı, tüm dış seslerin sustuğu, kişinin kendi ayetini dinlediği tahttır. Tek başınalığın o engin sessizliğinde, duyulan tek ses kalp atışlarıdır. Bu ses, kişiye, taşa- toprağa kulluk etmemeyi öğretir ve insanlığa hürriyetini terennüm eder.
Gözleri ataları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in inşa ettikleri, ilk günkü asaletini koruyan Kâbe’de; kulağı kalbini dinlemekte ve kalbi arayışlardadır. Ne yapması gerektiğini, bozulan çarpık anlayış ve yaşayışlardan kendisini ve insanları nasıl koruyacağını, içerisinde bulunduğu buhran ve huzursuzluğu nasıl sona erdireceğini düşünmektedir.
Oysa Rabbi onun için takdir ettiğini gerçekleştirecektir. Vahiyle muhatap olmadan önce cahiliyeden uzaklaşıp aklı ve kalbini arındırmasına vesile olacak yalnızlık ile terbiye edilmektedir. Nebi, Hira’da hazırlanmaktadır.
***
Her Ramazan ayında yanına azığını alıp Hira’ya çıkan Nebi, bir aylık bir inziva süresinden sonra evine dönmeden Kâbe’yi yedi defa tavaf ederdi. Kırk yaşına bastığı sene, yine bir Ramazan ayında Hira’da inzivadayken –daha sonra Kadir Gecesi olarak anacağımız gece- pek tuhaf bir görüntüyle karşılaştı. Bu nurdan görüntü O’na, adının Cebrail olduğunu ve Allah’ın, son elçi olarak O’nu seçtiğini bildirmek için kendisini gönderdiğini söyledi. Ayrıca melek, Sevgili Peygamberimiz (sas)’e abdest almayı öğretip, vücudu tamamen arınmış hale gelince de O’ndan okumasını istedi. “Ben okuma bilmem.”diye cevap veren Peygamberimizi (sas), melek kuvvetle sıktı ve nihayet bırakıp bir kez daha, okumasını istedi. O yine okumayı bilmediğini söyledi. Bu kez onu daha kuvvetli sıkıp, sonra okumasını istedi ve yine aynı cevabı aldı: “Ben okuma bilmem.” Üçüncü kez öncekilerden daha şiddetli bir biçimde sıktıktan sonra, onu serbest bıraktı ve şöyle dedi:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir ‘alak’tan yarattı. Oku! Zira Senin Rabbin pek soylu ve cömerttir; kalemle öğreten O’dur. İnsana bilmediklerini öğreten O’dur.” (Alak Suresi, 1-5)
***
Peygamberimiz (sas), ilk vahiyle, cahiliye toplumundan uzaklaştıktan ve Rabbiyle baş başa kaldıktan sonra muhatap oldu. O halde diyebiliriz ki, gönlümüze ve zihnimize vahyin inmesi için, bizlerin de içinde bulunduğumuz cahiliyeden inanç, yaşayış tarzı ve dünya görüşü yönüyle uzaklaşmamız, manevî bir hicret içinde olmamız gerekmektedir.
Yine Peygamberimiz (sas), inzivayı sadece insanlardan uzaklaşmak için değil, aksine Rabbiyle yakınlaşmak için tercih etmiş ve sonunda aldığı ilahi emirle tekrar insanların içerisine girmiştir. Toplum içerisinde bir farkındalık kazanmış; toplumdan uzaklaşmış ve yükseğe çıkarak toplumunu gözlemlemiştir. Edindiği ilahi ilhamla da şehre, topluma geri dönmüştür. Sonra örtülerinden sıyrılıp kalkıp uyarmakla görevlendirilmiştir. Adeta Hira, onun için kelebeğin doğmasını sağlayan bir koza işlevi görmüştür ve Hz. Peygamber (sas), Hira’da bir kez daha doğmuştur.
Çağımızın cahiliyesinden sığınabileceğimiz, kalbimizi arındırabileceğimiz ve sonrasında yepyeni doğuşlara kanat çırpabileceğimiz ‘Hira’larımızı oluşturabilmek, ilahi vahiyle muhatap olabilmemiz için elzem görünmektedir. O halde kendimize soralım: “Bizim Hiramız neresi ?”
——————————————————————
Kaynaklar:
Fuat Günel, ”Hira”, DİA, XVIII, 122-124.
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, I, İstanbul.