عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ اَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى الله عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ قَالَ: مَنْ يُرِدِ اللهُ بِهِ خَيْرًا يُفَقّْهْهُ فِى الدِّينِ.
Abdullah ibn Abbas (ra)’ın rivâyetine göre Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Allah, hayrını dilediği kulunu dinde derin bir kavrayış sahibi kılar.”[1]
Tefakkuh
Hadisimizin anlaşılmasında anahtar kelime tefakkuhtur. Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şeriflerdeki ifadesiyle tefakkuh, ince ve tam bir anlayış ve kavrayış melekesi demektir. Bu sebeple de hadisimizi sadece fıkıh ilmine vâkıf olmakla –ki bu, kelimenin terim anlamıdır- sınırlandırmamak gerekmektedir. Yani Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin, hayr murad ettiği kuluna nasip ettiği, fıkıh bilgisinin ötesinde bütün dinî konularda tam bir kavrama yeteneğidir.
Kavrayış ve mes’elelere nüfuz kabiliyetinin oluşması ve tecellisi için, işin temelinde usulüne uygun yeterli ve başarılı bir öğrenim dönemi gerekmektedir. Zira her nimet bir külfet karşılığıdır.
Öğrenim çağında usulünce ve yeterince başarılı bir eğitim ve öğretim görmemiş kişilerde tefakkuh aranamayacağı gibi, her öğrenim görmüş hatta devrine göre yüksek akademik unvanlarla anılan herkeste de tabiî olarak tefakkuh melekesi gelişmiş değildir. Bu seviye, bir kere daha tekrar edelim ki, hadisimizin ifadesine göre, Allah Teâlâ’nın hayrını dilediği kuluna lütfettiği bir meziyettir. Durum, Efendimizin, “Nice bilgi taşıyıcıları vardır ki, taşıdıklarının özüne vâkıf değildirler.”, “Nice kendisine bilgi ulaştırılan kişi vardır ki, o bilgiyi ilk duyandan daha âlimdir.”hadislerinde de bütün açıklığıyla ortaya konulmuş bulunmaktadır. Ulemâmız da tefakkuh yeteneğinin kazanılabilmesi için iyi bir öğrenime ilave olarak sağlam bir niyet, haramlardan uzak kalmaya âzamî dikkat ve helâl gıdalarla beslenmek gibi hassasiyetlere işaret etmişlerdir.
Gurbet Ürünü
İslâm ilimler tarihinde isim yapmış, yaklaşım ve yorumlarıyla ince ve güncel konulara dinin temel esasları çerçevesinde pratik çözümler getirmeyi başarmış ve bu sebeple de çağlar boyu başvuru kaynağı olmuş bunca âlimin hayatları incelendiği zaman, kendi yöre ve zamanlarının imkân ve ilim geleneğine göre fevkalâde gayret göstermiş âdeta ilim için gecelerini gündüzlerine katmış oldukları görülür. Hiçbiri ilim yolunda aza kanaat etmek gibi tembel ya da rahat bir yolu tercih etmemiş, aksine her biri beşikten mezara kadar öğrenme görevini ve zevkini sürdürmüşlerdir.
Büyük çoğunlukla uzun yıllarını pek uzak mesafelere, ilim merkezlerine yolculuklarla geçirmiş, ilmi kaynağından, ilk elden alma yolunu tercih etmişler, ulaşabilecekleri kaynaklardan yararlanmak istemişler, elde ettikleri icazetlerle görüş beyanı ve talebe yetiştirmek için gerekli tekevvün şartlarını tamamlamışlardır. Rihle denen ilim yolculukları, ya da bir başka ifade ile ilim için yapılan hicretler onlardaki tefakkuh yeteneğinin gelişmesinde fevkalâde müessir olmuştur. Nitekim büyük sahâbî Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri –bildiği bir hadisi tahkik için Medine’den ta Mısır’a giden biri olarak– “İlminin artmasını, anlayışının derinleşmesini arzu eden, kendi kavim ve kabilesinden uzaklaşıp yabancılarla beraberliğe katlansın.”[2] sözüyle bu gerçeğe işaret ediyor ve âdeta “İlim gurbet ürünüdür.” diyordu.
Günümüzde de “bilgi ve görgüsünü artırmak” maksadıyla yurt dışındaki ilim merkezlerine gezi, tahsil, ihtisas için elemanların gönderildiği ve bu uygulamanın bütün dünya milletleri tarafından yapıldığı bilinmektedir. Özellikle eskilerin “ilmin ayağına gidilir” sözü de ilim ve anlayış sahibi olmak için peşin peşin yolculuğa ve gurbete hazır olmak gerektiğini vurgulamaktadır.
Haddini Bilme Fazileti
Öğrenmenin kendine has zevki ve güçlükleri yanında riâyeti gerekli edep ve kuralları da bulunmaktadır. Geçmişte ulema bunlara riâyet nezaketini, haddini bilme faziletini, gereken yerde susma disiplinini daima göstermişler; muhalif kanaat ve görüştekileri asla karalama yoluna gitmemişler onları daima saygı ile anmışlar; kendilerinin hatasızlığını asla iddia etmemişlerdir. Bilgi kaynak ve belgelerini ümmete ait emanet olarak itina ile kullanmışlar, onlara düşman elinin uzanmaması için gerekli ilmî hassasiyeti göstermişler, bilgi aktarımını en kutlu görev bilmişlerdir. Dinî konulardaki derin anlayış ve kavrayışlarını ümmetin bütünlüğü ve işlerin Sünnet’e uygun tarzda yürütülmesi noktasında göstermiş, kendi anlayışlarını ölçü almak ve içe dönük münakaşaları başlatmak ve sürdürmek gibi bir olumsuzluktan uzak kalmaya dikkat etmişlerdir. Ancak din ve ilim söz konusu olunca da hakikatin savunulması açısından kılı kırk yararcasına araştırma yapmaktan ve bulgularını eğip-bükmeden açıklamaktan da çekinmemişler, hatta bazı ayrıcalıklar talep eden yöneticilere karşı ilmin haysiyet ve şerefini korumak için karşı çıkmışlar ve bu sebeple sıkıntılara düşmüşlerdir. Bütün bunlar, onların dindeki tefakkuh seviyeleri ile mütenasip olarak gelişmiş gerçeklerdir.
İslâmî kaynakları hiçbir sınır tanımaksızın insafsızca eleştirmek onların anlaşılması uğrunda asırlardır verilen çabaları ve telif edilen eserleri “eski kültürün kalıntıları” gibi atılacak eşya olarak değerlendirmeye kalkmak, ne adına ve hangi gerekçe ile yapılırsa yapılsın, itiraf edilmeyen bir İslâm düşmanlığının ve aşağılık duygusunun elem verici tezahürü, kavrayış noksanlığının bilimsel belgesidir. Gelenekleşmiş bilgilenme standartlarına riâyet etmeksizin her şeyi rastgele ve çok rahat bir şekilde sorgulamaya kalkışmak bir anlamda da haddini bilmemek, kendini dev aynasında görmek ya da bilimsel devrimciliğe yeltenmektir. Bu, hiçbir zaman “geçmiş eleştirilemez” demek değildir. Eleştirmek, değerlendirmek liyakat ve edebine sahip olanlarca yapılırsa –ki mutlaka yapılmalıdır- yeni ilmî inkişaflar, gelişmeler olur. Aksi halde fitne doğar. Herhalde bu da bir tefakkuh ve kavrayış meselesidir. Nitekim Hz. Ömer “İlim ve kavrayışı yerinde olan kişiyi, milleti önder edinirse hem o kişi hem de milleti için dirlik olur. Böyle bir meziyetten uzak birini milleti başa geçirirse hem o kişi hem de o millet için felakettir, helâke vesiledir.”[3] demiş, işin ferdî ve sosyal boyutunu gözler önüne sermiştir. Hz. Peygamberin bir hadisinde, ümmeti için büyük ölçüde endişe duyduğunu belirttiği “sapıtıcı önderler” de hiç şüphesiz dinî kavrayışları yerinde olmayan liderlerdir.
Dini Sünnetle Kavramak
“Peygamberler ne altın ne de gümüş miras bırakırlar. Onların mirası sadece ilimdir. Kim bu ilimden nasibini alırsa nübüvvet mirasından oldukça büyük bir pay almış demektir.”[4] hadisi ilmin peygamberler mirası olduğunu;“Âlimler, Peygamberlerin varisleridir.” hadisi de nübüvvet bilgisinin peygamberlerden sonraki taşıyıcılarının âlimler olduğunu ortaya koymaktadır. Ömer b. Abdilazîz’in Ebû Bekr b. Hazm’a gönderdiği resmî talimatta “Resûlullah (sas)’ın hadislerini araştır, yaz. Zira ben ilmin kaybolmasından ve ulemânın yok olmasından endişe ediyorum.” demesi de Hz. Peygamber’in mirasının ilim olduğunu ve bunun belgelerinin de O’nun şerefli hadislerinden oluştuğunu ortaya koymaktadır.
“Kime bildiği bir bilgi sorulur da cevap vermezse, kıyamet günü ağzına ateşten bir gem vurulur.” hadis-i şerifindeki “bilgi”yi Süfyan es-Sevrî “sünnet bilgisi” olarak yorumlamakta ve şöyle demektedir: “Hadis ile meşgul olanlar şayet bana gelmezlerse, ben kalkar onlara giderim. Halis bir niyetle Hadis öğrenmek istediğini bildiğim birinin evine, ona hadis rivâyet etmek için gitmekten asla çekinmem.”[5]
Ayrıca birçok sahâbînin de Hz. Peygamber’den öğrendikleri azı müjde dozu yüksek bilgileri, ömürlerinin sonuna kadar sakladıkları ve fakat ölmeden önce bir gerçeği, ümmete yönelik bir bilgiyi gizlemiş olma günahından çekinerek açıkladıkları bilinmektedir. Onların bu davranışları dinî kavrayışlarının ve sünnet kültürünün ümmete intikali gereğine olan inançlarının bir sonucudur.
“İlmin yok olup cehaletin artması kıyamet alametlerindendir.”[6] Hadis-i Şerifi de, sünnet kültürünün yok olması, geriye bid’at ve hurafelerden oluşan malumat yığınlarının kalması anlamında olsa gerektir. Çünkü sünnetin kâmil zıddı bid’attır. Sünnete karşı çıkanlar, bid’atlara yandaş olanlardır. Zira tefakkuf melekesi en üst seviyede olan hiç şüphesiz Hz. Peygamber’dir. Dinî kavrayışı tam olan nesil de onun irşadlarıyla yetişen Ashâb-ı Kirâm’dır. Böyle olunca dini ancak, sünnetteki yorumuyla kavrayanın dinî kavrayışı tam ve yerinde demektir. Böyle bir seviyeye ulaşabilmek için de her şeyden önce Sünnet’e tam vakıf olmaya çalışmak gerekmektedir. Bize göre bilgilenmenin anlamı işte budur.
Öte yandan hadisimiz, ilahiyat öğretimine yan bakan devrin anlayışının yozluğunu ortaya koyan bir mesajı da ihtiva etmektedir. Zira dinî meselelere, kendine has nezaket sınırları içinde vâkıf olmanın, Allah’ın hayr muradının bir göstergesi olduğunu belirtmektedir. Bundan daha büyük bir mazhariyet düşünülebilir mi?
[1] Buhârî, İlim 10, Humus 7, İ’tisam 10; Müslim, İmare 175, Zekât 98,100; Tirmizî, İlim 4; İbn Mâce, Mukaddime 17; Dârimî, Mukaddime 24, Rikak 1; Muvatta’, Kader 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 306; II, 234; IV, 92, 93, 95, 96, 97, 98, 99, 101; İbn Hibban, Sahih, I 152.
[2] Hadisin kaynak ve geniş yorumu için bkz. Çakan, Eyüp Sultan Hazretleri’nden Kırk Hadis, s. 145-147.
[3] Bkz. Beğâvî, Şerhu’s-sünne, I, 317
[4] Bkz. Beğâvî, Şerhu’s-sünne, I, 276.
[5] Beğâvî, Sehu’s-sünne, I, 302.
[6] Beğâvî, Şerhu’s-sünne, I, 315.
*Bu yazı hocamızın Hadislerle Gerçekler adlı eserinden alınmıştır.
Yeni yorum ekle