Yesrib, Medine olur olmaz, şehrin ismiyle beraber her şey değişmeye başlamıştı. Bu anlamlı değişim, sadece belli bir alanda olmuyordu. Dîni, siyasi, askeri, hukûki, sosyal, kültürel, ekonomik, eğitim-öğretim ve diğer bütün alanlarda çok büyük bir değişim başlamış, artan bir ivme ve kalitesiyle devam etmişti.
Yapılanma çok ciddiydi. Bir alanda yapılan çalışma, diğer alanı ihmal ettirmiyordu. Her bir oluşum, yeni bir oluşuma kapı aralıyordu. Aynı zamanda yapılan bütün değişiklikler hem birbirlerini tamamlıyor hem de bütünüyle destekliyordu. İşte bundan dolayı her şey bir başka güzel işliyordu.
Rasûlullah aleyhisselâm, Medine’ye hicret ettiğinde, tabiri yerindeyse ayağının tozuyla Hz. Berâ bin Ma’rûr adlı Sahâbe’nin cenaze namazını kıldı.
Hz. Berâ bin Ma’rûr (Ebû Bişr Berâ bin Ma’rûr bin Sahr el-Hazrecî r.a), İkinci Akabe Biatı’nda Hz. Peygamber’e ilk biat eden sahâbîlerden biriydi. Medineli Müslümanları temsil etmek üzere orada seçilen on iki nakib arasında yer almıştı.
Hazrec kabilesinden ve Ensâr’ın başkanlarından olan Hz. Berâ’ (r.a), Rasûlullah aleyhisselâm Medine’ye gelmeden bir ay önce Safer ayında, vefat etmişti.
Ölüm döşeğine düştüğü zaman, ailesine şöyle demişti…
- Ben ölünce kabrimde, beni Kâbe’ye doğru yöneltiniz! Çünkü ben hac mevsiminde Mekke’ye gideceğimi, Rasûlullah Aleyhisselâm’a vaad etmiştim!
- İnşallah iyileşir de gidersin!
- Hac mevsimine erişemeden ölüm döşeğine düştüm işte!
- Kimin ne zaman öleceğini ancak Allah bilir.
- Âmenna! Ama siz dediğimi dikkate alınız. Rasûlullah aleyhisselâm’a olan sözüm dolayısıyla, beni Kâbe’ye doğru çeviriniz! Çünkü ben, O’na gelmeyi vaad etmiştim! Sözümden dönmem ben!
Böyle ısrar eden Hz. Berâ’ (r.a), çok geçmeden öldü. Bu durumda sağ ve ölü olarak Kâbe’ye yönelenlerin ilki olmuştu.
Rasûlullah aleyhisselâm, Medine’ye gelince, Hz. Berâ’ bin Ma’rûr (r.a)’ın kabrine Ashâbı ile birlikte gitti. Kabrinin üzerinde saf bağlayıp cenaze namazını kıldı ve onun için dua etti.
- “Allah’ım! Onu yarlığa! Ona rahmet et, ondan hoşnut ol!” [1]
Hz. Berâ’ bin Ma’rûr (r.a), Akabe Biatı’nda bulunan Ensâr kabileleri temsilcilerinden ilk vefat eden ve kabri üzerinde cenaze namazı kılınan zât idi.
Kâbe’ye doğru defnedilmesi, onun en önemli vasiyeti idi. Bir diğer vasiyeti de mallarının üçe taksim edilerek birinin Hz. Peygamber’e verilmesi, birinin Allah yolunda harcanması, birinin de çocuklarına bırakılması idi. Hz. Peygamber Medine’ye hicret edip de Berâ’nın vefatını öğrenince, kabrine gidip cenaze namazını kıldı ve ona dua etti. Kendisine verilmesini vasiyet ettiği malları da Berâ’nın vârislerine iade etti. [2]
Daha önceki yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, Rasûlullah aleyhisselâm, hicret ile beraber, hiç zaman kaybetmeden köklü icraatlara başlamıştı.
Her şeyden önce, bu yeni şehir-devletin genel sınırlarını belirledi. Medine artık İslâm davetinin merkezi haline geliyordu.
Yine ilk icraatlardan biri, Müslüman nüfus sayımı oldu. Küçücük bebeklerden, yaşlılara varıncaya kadar Muhâcir-Ensâr toplam 1500 olarak sayıldı…
Medine’de üç büyük Yahudi kabilesi vardı. Hıristiyanlar vardı. Müşrikler vardı. Medine o günlerde toplam 10.000 nüfusa sahipti. Bunun 1.500’ü Müslüman olduğuna göre, 8.500’ünü de diğerleri oluşturuyordu. Yani ne yandan bakılırsa bakılsın, oldukça karmaşık bir yapı vardı.
Rasûlullah aleyhisselâm, Medine’ye gelir gelmez hiç zaman kaybetmeden başladığı icraatlar, çok ciddi bir şekilde yürüyordu. Bütün Müslümanlar gönül ve el birliği ile hummalı bir çalışma içine girmişlerdi.
İcraatların birini bitirip diğerine başlama gibi bir rahatlıkları yoktu. Tabir yerindeyse, her iş bir diğerini tamamlayıp destekliyordu.
Mescid-i Nebî inşaatı da bunlardan biriydi…
Mescid-i Nebi inşaatı için seçilen arsa, Sehl ve Süheyl adında iki yetime aitti. Bu yetimleri Hz. Es’ad bin Zürâre (r.a) yetiştirmişti. Üzerlerinde titremiş, güzel yetişmeleri için elinden geleni yapmıştı…
Bu güzide gençler, arsalarını satmak değil, hediye etmek istediler. Ne kadar ısrar ettilerse de Rasûlullah aleyhisselâm, bunu hediye olarak kabul etmedi. Neticede, yetimlerin de rızasıyla arsanın parası verilerek, orası istimlâk edildi. [3]
Bu durumda yine boş durmayan Hz. Es’ad (r.a), her zamanki gibi yine büyüklüğünü gösterdi. Bu iki yetim için, Benî Beyada tarafından büyükçe bir arazi satın aldı. Ve bu araziyi Sehl ve Süheyl kardeşlere hediye etti. Bu güzel davranışı duyan Rasûlullah aleyhisselâm, bu güzide Sahâbîsi için özel duâ buyurdular. [4]
Her şeyde olduğu gibi, Mescid-i Nebi inşaatında da Rasûlullah aleyhisselâm başta olmak üzere, bütün Ashâb büyük bir gayretle çalıştılar. Öyle ki, inşaat alanı şenlik alanı gibiydi. Herkes büyük bir aşk ve şevk ile gayret ediyordu.
Sahâbîlerin her biri, Rasûlullah aleyhisselâm yorulmasın diye O’na iş bırakmamaya çalıyorlardı. Hatta o kadar ki O’nun işlerini de yapma gayretine girmişlerdi.
Mescid-i Nebi inşaatı yürürken, diğer işler de aynı hızla yürüyordu. Bu arada çok güzel şeyler de yaşanıyordu. Bunlardan birini Hz. Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd el-Ensârî (r.a), gözleri ve gönlü dolarak şöyle anlatıyor…
- Bir gün, Rasûlullah Aleyhisselâm’a ve Ebû Bekir’e yetecek kadar yemek yapıp yanına götürdüm. Yemeği ikram edince, yemeğe bakıp bir lokma bile almadan şöyle buyurdu…
- “Git, bana Ensâr’ın eşrafından 30 kişi çağır!”
Bir an durakladım. Hazırlamış olduğumuz bu yemeğe ekleyecek bir şey yoktu. Yani o an için böyle bir şey bulamayacaktım. Yemek iki kişiye bile zor yeterdi. Bunun için bu bana çok ağır geldi. Biraz ağırdan aldım. Rasûlullah Aleyhisselâm, tekrar seslendi…
- “Ey Ebû Eyyûb!”
- Lebbeyk (buyur) ey Allah’ın Rasûlü!
- “Git, bana Ensâr’ın eşrafından 30 kişi çağır!”
Yapılacak başka bir şey yoktu. Ben de mecburen gidip Ensâr’ın önde gelenlerinden 30 kişiyi çağırdım. Onlar da davetime icabet edip geldiler. Rasûlullah Aleyhisselâm yemeği gösterip şöyle buyurdu…
- “Yemeğinizi yiyiniz!”
Gelen 30 kişi, hep beraber iki kişilik yemeği yemeğe başladılar. Tıka basa doydukları halde, ancak az bir kısmını yiyebildiler!
Bu mucize karşısında, büyük bir coşkuyla Rasûlullah aleyhisselâm’ın Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ettiler. Bunun ardından da hemen orada Rasûlullah aleyhisselâm’a biat da ettiler. Rasûlullah aleyhisselâm, onlar gidince yine bana döndü.
- “Ey Ebû Eyyûb!”
- Lebbeyk (buyur) ey Allah’ın Rasûlü!
- “Git, bana Ensâr’ın eşrafından 60 kişi çağır!”
İki kişilik yemek, 30 kişiye yettiği gibi, büyük bir kısmı da artmıştı. Bunu görüp yaşadığım halde, şimdi 60 kişiyi çağırmamı isteyince, bu beni daha çok korkuttu! Fakat itiraz edemezdim. Mecburen gidip çağırdım. Onlar da davetime icabet edip geldiler. Rasûlullah Aleyhisselâm yemeği gösterip şöyle buyurdu…
- “Yemeğinizi yiyiniz!”
Tıpkı önceki seferde olduğu gibi, iki kişilik yemek, 60 kişiye yettiği gibi, yine büyük bir kısmı artmıştı.
Bu mucize karşısında, büyük bir coşkuyla Rasûlullah aleyhisselâm’ın Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ettiler. Bunun ardından da hemen orada Rasûlullah aleyhisselâm’a biat da ettiler. Rasûlullah aleyhisselâm, onlar gidince yine bana döndü.
- “Ey Ebû Eyyûb!”
- Lebbeyk (buyur) ey Allah’ın Rasûlü!
- “Git, bana Ensâr’ın eşrafından 90 kişi çağır!”
İki defa üst üste bu mucizeyi görüp yaşadığım halde, bu sefer 90 kişi deyince korkum daha da arttı. Fakat ne olursa olsun itiraz edemezdim. Mecburen gidip çağırdım. Onlar da davetime icabet edip geldiler. Rasûlullah aleyhisselâm yemeği gösterip şöyle buyurdu…
- “Yemeğinizi yiyiniz!”
İki sefer üst üste olduğu gibi, iki kişilik yemek, 90 kişiye yettiği gibi, yine büyük bir kısmı artmıştı.
Bu mucize karşısında, büyük bir coşkuyla Rasûlullah aleyhisselâm’ın Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ettiler. Bunun ardından da hemen orada Rasûlullah aleyhisselâm’a biat da ettiler. İşte o zaman bu yemekten 180 zât yedi ki, hepsi de Ensâr’ın önde gelenlerinden idiler. [5]
Yukarıda belirttiğimiz gibi, icraatlar birbirini takip ederken, iç yapılanma da ihmal edilmiyordu. Ensâr hanımlarından Hz. Ümmü Atiyye şöyle anlatıyor…
Rasûlullah Aleyhisselâm, Medine’ye gelince, Ensâr hanımlarını bir eve topladı. Onlara Hz. Ömer'i gönderdi. Hz. Ömer evin kapısına dikilip selâm verdi. Rasûlullah aleyhisselâm’ın selamını onlara söyledi ve ardından şöyle bir konuşma ile biat gerçekleşti…
- Ben size Rasûlullah aleyhisselâm’ın gönderdiği elçiyim!
- Rasûlullah’a ve Rasûlullah’ın elçisine merhaba!
- Rasûlullah aleyhisselâm, belli şartlarda sizden biat almamı istedi.
- İste istediğini, biz biata hazırız!
- Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, ellerinizle ayaklarınız arasından bir iftira düzüp getirmeyeceğinize, mârufta (meşru olan hususlarda) Rasûlullah’a karşı gelmeyeceğinize dair, bana biat ediniz!
- Olur, bu şartlarda Rasûlullah aleyhisselâm adına sana biat ederiz!
- Allah’ım, şahit ol!
- Evet ey Ömer, Allah şahit olsun!
O anda orada Rasûlullah aleyhisselâm’a bey'at eden Evs ve Hazrec kabilesi hanımlarının sayısı 343 kadardı. [6]
Bu güzel çalışma ve hizmetler arasında, bir de çocuk örneği verelim…
Hicret esnasında Rasûlullah’ı karşılayanlar arasında her yaştan insan vardı. Bunlardan biri de henüz 11 yaşına yeni giren Ebû Saîd el-Hudrî idi. Coşkulu kalabalık, Rasûlullah’ın gelişiyle daha bir coşmuş, her biri birbirinden güzel sözlerle karşılarken, Ebû Saîd de “Hoş geldin yâ Rasûlallah!” diye haykırmıştı.
Sesi duyan Rasûlullah aleyhisselâm da Ebû Saîd’e dönmüştü. Rasûlullah’ın nurlu bakışları ile bir anda iliklerine kadar irkilen Ebû Saîd, büyük bir sevgi ve tebessümle bakan Rasûlullah’a ne diyeceğini bilememişti. O’nun o anlamlı bakışları ile tepeden tırnağa sevgi ve muhabbetle dolmuştu!
Hz. Mus’ab Hoca’dan öğrendiği kadarı ile Peygamber’i tanımış ve sevmişti. O’nu görmeden sevmişti. Şimdi de O’nu bu kadar yakından ve kim olduğunu bilerek görünce, sevgi ve muhabbeti bütün bedenini sarıp sarmaladı…
Ah o nurlu yüz, âdeta içleri bile gülerek tebessüm buketleri sunan nurlu gözler…
Rasûlullah aleyhisselâm, sadece Ebû Saîd’e değil, bütün herkese büyük bir sevgi ve tebessümle bakmıştı. Çok kalabalık olduğu için, iyice yaklaşamamıştı O’na. Ama görmüştü ya O’nu; görülmüştü ya O’nun tarafından, bu da ona yeterdi. Nasıl olsa artık burada, Medine’de kalacaktı. Sürekli görme fırsatını bulurdu o zaman. Ama bir an önce iyice yanına sokulmak, hatta dokunmak istiyordu O’na…
Peygamber Efendimiz’in Medine’ye Hicreti ise, başlı başına bir destan olmuştu. Ebû Saîd de bu destanın en önemli kahramanlarından biri olarak çıkıyor yine önümüze. O da diğerleri gibi coşkulu kalabalığa karışmış, Peygamberi yakından görme aşkına düşmüştü.
Rasûlullah aleyhisselâm’ı görmeden îmân etmiş, Müslüman olmuştu. Şimdi de o îmân ile görünce, Sahâbe de oldu. Anne babası da Sahâbe olmuşlardı. Böylece Ebû Saîd, Sahâbe oğlu Sahâbe olmuştu…
Rasûlullah aleyhisselâm’ın, akın akın ziyaretçileri geliyordu. Ebû Saîd de, her ziyaretçi grubu ile içeri girmeye çalışıyor, en küçük bir fırsatı bile en iyi bir şekilde değerlendiriyordu. Çünkü bu kadarcık bir görmeyle doyamamıştı O’na.
Doyulur muydu ki? Bir kerecik görmeyle doyulur muydu? Bundan dolayı, her grup ile içeri girmek ve O’nu daha yakından görmek istiyordu.
Mescid-i Nebi inşaatında diğer bütün Sahâbîler gibi, Ebû Saîd de canla başla çalışıyordu. Duruma göre taş ve kerpiç taşıyordu o da. Her taş veya kerpiç getirişinde, Rasûlullah’ın yanından geçiyor, O’nun mübarek yüzüne daha yakından bakıyordu. Rasûlullah Aleyhisselâm da ona tebessüm edince, sevincinden ayakları yerden kesilmiş gibi, âdeta uçarak dönüyordu geri. Çabucak yeni bir kerpiç daha alarak götürüyor, O Can Efendimiz’in gül tebessümü ile mest oluyordu. Ve bu böyle sürüp gidiyordu.
O’nun bir tebessümü için canını bile verirdi Ebû Saîd. O Can ile çalışmak da büyük bir şerefti tabii. Severek, isteyerek, neyi niçin yaptığını bilerek çalışıyordu o.
Bütün mesele Peygamberimiz’i sevmekten geçiyordu. Peygamber Efendimiz’i seven, her işinde O’nu örnek alır. Peygamber Efendimiz en güzel örnektir çünkü…
Sallallahu aleyhi ve sellem…
Yeni yorum ekle