“Andolsun, Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak) güzel bir örnek vardır.” (33 Ahzab 21)
“Üsve”, iyilikte de kötülükte de, darlıkta da bollukta da başkası için örnek olmaktır.[1] Âyette Allah Resûlü (sas)’nün örnekliği, hasene ( iyi-güzel) sıfatı ile nitelendirilmiştir. Çünkü Peygamberler dinin sadece teorik kısmını tebliğ ile memur olmadığından, Allah peygamberliğe, yüce ahlak sahibi olan kulunu seçmiştir. (68 Kalem 4) Tıpkı atası Hz. İbrahim (as) gibi:
“İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda, sizin için güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi(n taptıklarınızı) tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir’ demişlerdi.” (60 Mümtehine 4)
Resûlullah (sas)’ın örnek alınışı, O’nun taklit edilmesi demek değildir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, atalar dinini tefekkür etmeksizin taklit eden müşriklerin bu tavrının yanlışlığını sürekli vurgulamak suretiyle, âdeta müminlere, taklitten kaçınmaları gerektiğini ima etmiştir. Allah Resûlü (sas), o güzîde ashâbına bu imani ilkeyi öyle güçlü aşılamıştı ki, Siyer-i Nebi okuyucuları, Resûlullah (sas)’ın, “Bu ilahi emir mi yoksa kendi tasarrufunuz mu?” şeklindeki soruya defalarca muhatab olduğunu bilirler. Hatta öyle hâdiseler anlatılır ki karşımızda, günümüz Müslümanlarının sünnet anlayışını sergileyen ashâbını eleştiren Resûlullah’ı buluruz:
Bir gün Resûlullah, cemaat ile namaz kılarken terliklerini çıkarmış. Cemaatin de terliklerini çıkardığını fark edince namazın sonunda “neden çıkardıklarını” sormuş. Cemaat, Resûlü Ekrem’e “sen çıkardığın için” cevabını verince Peygamberimiz (sas) kendisinin terliğini, bulaşan bir pislikten dolayı çıkardığını ifade ederek, ashâbının kendisini körü körüne taklit etmelerini kınamıştır.[2]
Gazâli, örnek almakla alâkalı olarak şunları ifade eder: “Biz O’na benzemekle değil, örnek edinmekle emrolunduk. Bu da ona saygı göstermekle mümkün olur. Bir hükümdara saygı göstermek onun oturup kalktığı gibi hareket etmek değil, onun buyruk ve ilkelerine uymaktır.”[3]
Peygamberimizin asıl örnekliği, hayatı algılaması, eşyayı okuyuşu, varlığa yaklaşımı, insani ilişkileri üzerine oturttuğu davranış kodlarıdır.[4]
Resûl’ün örnek alınışının boyutu da Haşr sûresinin 7. âyeti ile belirlenmiş:
“Elçi size neyi verdiyse onu alın; neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.” (59 Haşr 7)
Beşikten mezara, ilimden irfana, maddeden manaya, varlıktan gayba, helalden harama, hukuktan ekonomiye hayatın her alanında O’nu rehber edinmek; hayatımızın mihenk taşı kılmak. O’nun, Rabbinin emirlerine teslim olduğu gibi. Nitekim Hz. Âişe’ye “O’nun ahlakı nasıldı?” diye sorulduğunda “Siz Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun ahlakı Kur’ân idi.”[5] buyurmuştur. Resûlullah’ın ikrarı da aynı doğrultuda: “Ben yeryüzünde bulunan güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
İnsanoğlunun bilinçli veya bilinçsiz örnek aldığı birisi mutlaka vardır. Güzeli örnek almak ve bu örnekleri tanıtmak insanlığa yapılabilecek, en büyük hizmettir. İslâm’ı doğru algılayarak pratiğe aktaramayışımızın en büyük sebeplerinden birisi de okuduklarımız ile gördüklerimizin, şahit olduklarımızın birbirini tutmayışı. İslâm ümmetinin, özellikle gençliğin acilen teoriyi pratiğe aktaran örneklere ihtiyacı vardır. Örnek alınacak kimselerin başında şüphesiz ki Hz. Muhammed (sas) gelir.
Allah Resûlü’nün hayatına baktığımızda O’nun en büyük örnekliğinin, parçalara bölünmeden, hayatın her alanını aynı anda kuşatmış olmasını görürüz. O, en küçük ihmalinde dahi uyarılarak terbiye edilmiştir. Siyer-i Nebi’de hangi konuyu ele alırsanız alın, olayın derinliklerine indikçe, hadiseleri dikkatli bir şekilde inceledikçe Allah Resûlü’nün bu tavrını net bir şekilde gözlemleyebiliriz.
Mesela Bedir Savaşı…
Savaş zor bir mücadele. Savaş hazırlığı sırasında, karşımızda kendinden geçmiş, pejmürde bir halde, dalgın, bunalan bir Peygamber değil de coşkulu, mütevekkil, Rabbinden emin, değerlerine sımsıkı bağlı, görev ve sorumluluğunun her daim bilincinde bir Peygamber var. Bedir’de yaşanan birkaç hadiseyi gözden geçirecek olursak:
Bedir’e doğru ilerlerken yolda Ebû Ümame’nin annesinin hasta olduğunu öğrenen Resûlullah, Ebû Ümame’nin Medine’ye dönmesini emretmiştir.[6]
Bir başka hadise: Huzeyfe b. Yeman ile babası, İslâm ordusunda yer almak üzere Hz. Peygamberin yanına gelirken müşrikler tarafından yakalanmışlar. Ancak “İslâm ordusuna katılmayacaklarına” dair söz vermeleri üzerine serbest bırakılmışlar. Daha sonra Hz. Peygamber (sas)’in yanına gelerek başlarından geçenleri anlattıklarında, Peygamberimiz verdikleri sözde durmalarını; savaşa katılmamalarını buyurarak onları Medine’ye göndermiştir.[7]
Bu arada Bedir Savaşı’nda, Müslümanların sayısının müşriklerin 1/3’inden az ve her iki taraf için de bu savaşın ölüm kalım savaşı olduğu unutulmamalıdır. Bir asker dahi bu kadar önemli iken Peygamberimiz (sas), değerlerine sımsıkı bağlı. Her bir sahabenin haklarını, duygularını ayrı ayrı gözeten bir tavır içerisinde Müslümanlara nezaket dersi veriyor.
Bedir’e giderken bineğin az olması sebebiyle yaklaşık üç kişiye bir deve düşüyordu. Peygamberimiz de Hz. Ali ve Hz. Mersed b. Ebî Mersed ile nöbetleşe bir deveye biniyorlardı. Yürüme sırası Resûlullah’a geldiğinde “Ya Resûlallah! Ne olur sen bin, biz yürürüz.” teklifini kabul etmiyordu. “Siz yürümekte benden daha kuvvetli değilsiniz. Sevap ve mükâfat konusunda da ben ihtiyaç sahibi olmayan biri değilim. Ben de sizin gibiyim.” diyerek deveye sırayla binme konusundaki hassasiyetini dile getiriyordu.[8]
Peygamberimiz (sas) Bedir’e vardıklarında müşrikleri beklerken boş durmuyordu. Bölge kabilelerinden Damre, Müdlic, Zür’a, Rab’a kabileleriyle görüşüp tebliğde bulunarak dostane ilişkilerin temellerini atıyordu.
Düşmanın üstüne saldırma emri verirken “Ey Allah’ın kulları! Allah’ın cennetine koşun” diyerek ashâbını yüreklendiriyordu. Öyle ki Hz. Umeyr b. Humam el-Ensari o sırada hurma yiyordu: “Şu hurmaları yiyecek kadar beklemek bile geç olur.” diyerek kılıcına sarıldı. Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas ve Hz. Mabed b. Vehb iki eline kılıç alarak savaşıyorlardı.[9]
Savaş sonunda, esirler arasında damadı Ebû’l As b. Rebi’ de vardı. Allah’ın Resûlü (sas), kızı Zeyneb’in, eşi için kurtuluş akçesi olarak gönderdiği gerdanlığı görünce hüzünlendi: “Bu Hatice’nin gerdanlığıydı. Onu Zeyneb’e vermişti. Onu görünce Hatice’yi hatırladım. Bu beni üzdü. Eğer münasip görürseniz esiri serbest bırakalım ve gerdanlığı da sahibine iade edelim.”[10] diyen Resûlullah (sas)’ı, hatıralarına sımsıkı bağlı bir şekilde buluyoruz.
Muhammedî Risâlet adlı eserinde Allâme Seyyid Süleyman en-Nedvî bu hususu şu güzel cümleleri ile ifade eder:“…eğer zengin ve varlıklı bir insan isen, Resûlullah’ın Hicaz’la Şam arasında eşya taşıdığı ve Bahreyn’in hazinelerine sahip olduğu zamanı hatırla! Ve sen de O’nun gibi hareket et. Eğer fakir ve yoksul isen Resûl-i Ekrem’in Ebû Talib mahallesinde mahsur kaldığı, vatanını ve bütün mülkünü terk ederek Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zamanı düşün. Eğer hükümdar isen O’nun Arapların idaresini ele geçirdiği, her tarafa hâkim olduğu, ileri gelenlerin, şan ve şeref sahiplerinin O’na itaat ettiği zamanı hatırla. Eğer zayıf ve kimsesiz isen Resûlullah’ın Mekke’de yaşadıklarını hatırla! O’nda senin için güzel bir örnek vardır… Eğer fatih ve muzaffer bir hükümdar isen Bedir’de, Huneyn ve Mekke’de düşmana galip geldiği günlere bakarak Peygamber Efendimizin hayatından ibret al. Eğer mağlup olmuşsan Uhud harbinde Resûlullah’ın şehid ve ağır yaralı ashâbı arasındaki halini düşün. Eğer öğretmen isen mescidin sofasında ashâbına nasıl öğretmenlik yaptığını hatırla! Eğer öğrenci isen Cebrail’in huzurunda nasıl diz çöküp hidayet istediğini düşün. Eğer nasihat eden bir vaiz, emin bir mürşit isen Mescid-i Nebevi’de bir kütük üzerinde vaaz eden Resûlullah’a kulak ver. Eğer hiçbir yardımcın olmadığı halde hakkı ayakta tutmak, iyiliği haykırmak istiyorsan Mekke’deki zayıf haline rağmen Peygamber Efendimizin hakkı açıkça ilan ettiği zamanı hatırla. Eğer düşmanını yenersen, Resûlullah’ın Mekke’yi fethettiği günü hatırla. Hakem ya da hâkim isen, İslâm güneşi doğmadan önce, Kureyş reisleri birbirine girmek üzereyken Resûlullah’ın Hacer-i Esved’i yerine koymak için verdiği hükme bir göz at. Sonra gözünü çevir ve bir daha bak: Resûlullah’ın Medine mescidinin avlusunda insanlar arasında adaletle hüküm verdiği zamanı düşün… Hülasa her ne olursan ol, ne işle uğraşırsan uğraş yaşadığın müddetçe, günün her saatinde Resûlullah’ın hayatında senin için güzel bir hidayet, hayat karanlıklarını aydınlatan güzel bir misal vardır. Böylece işlerin düzelir, sıkıntıların sona erer… O’nun hayatı bütün insanlık için hayatın her safhasında örnekti. O’nun hayatı aydınlanmak isteyenler için bir nur, hidayete ermek isteyenler için bir kandil, doğru yolu bulmak isteyenler için de bir rehberdi.”
Bir medeniyet de ancak böyle oluşturulur. Hayatın her alanında söz söylemek suretiyle insanın beden, akıl ve ruhuna, parçalamadan bütün olarak hitap edebilmekle.
Allah Resûlü (sas) ve güzîde ashâbı gibi, günümüzde bir medeniyet oluşturamayışımızın en büyük sebebi bu bütünlüğü idrak edemeyişimiz. Bizler, savaşa giderken sadece galibiyeti düşünürüz. Haramları helal kılar, azimetleri bırakıp ruhsatlara sarılır, insanları kolayca harcayabiliriz. Bırakın savaş gibi zorlu bir imtihanı, İslâm’ın kolaylık dini olduğunu söyleyerek karşılaştığımız en küçük bir zorlukta kolaylık adına, Allah Resûlü’nün ve ashâbının o sağlam duruşuna benzer bir tavır sergilemekten aciziz. İsrailoğulları gibi, hükümleri kendi isteklerimiz doğrultusunda kırpmaya, alanını genişletmeye veya değiştirmeye başlıyoruz. Beraber yürüdüğümüz insanları bir hata yaptıklarında, bozuk parayı harcarken düşündüğümüzden daha az düşünerek harcıyoruz. Allah bağışlarken, biz Allah’ın bile üstüne çıkıp, ilkelerimize bağlılık adına affedemiyoruz. Çünkü ilişkilerimize emek harcamıyoruz. Emek harcanmayan ilişkiler de en küçük bir sarsıntıda yıkılabiliyor. Kurtarmak için kılımızı kıpırdatmak, onurlu duruşumuza leke sürmek olarak telakki ediliyor. Oysa Peygamberimiz (sas) amcası Hz. Hamza’yı öldüren Vahşi’yi, kızı Hz. Zeyneb’in yaralanıp ölmesine sebep olan Habbar b.Esved’i affederken “acaba”ları bile olmamıştı. “En zor günümdü.” dediği Tâif’te kendisini taşlayanlar için elini açıp dua etmişti.
Ayrıca Peygamberimiz (sas), karşısındakine ne kadar kıymetli olduğunu öyle bir hissettirirdi ki ashâbı, kendisinin Resûl’ün en sevdiği kişilerin başında geldiğini düşünürdü. Bu düşüncede olan Amr b. As (ra) anlatıyor:
Bir gazveden döndüğümüzde Resûlullah’ın huzuruna geldim: “İnsanların hangisi Sana en sevimlidir?” diye sordum. Resûlullah: “Âişe’dir” buyurdu. Ben: “Erkeklerden en sevimli olan kimdir?” dedim. Resûlullah: “Âişe’nin babası Ebû Bekir’dir.” buyurdu. Ben: “Sonra kimdir?” dedim. Resûlullah: “Sonra Ömer b. Hattab’dır.” buyurdu. Bir takım adamların adını saydı. Ben, Resûlullah beni onların en sonunda söyler düşüncesi ile sustum.[11]
Bizim peygamber olarak görevlendirilmeyişimiz, üzerimizdeki sorumluluğu hafifletmez. Kıyamete kadar bâkî olan dinin tebliğini, Hz. Muhammed (sas)’in ardından, O’na vekâleten ümmeti üstlenmelidir. Peygamberimizin örnekliği bu açıdan önemlidir. Allah Teâlâ, Resûlullah’ı numûne-i imtisal olarak göstermiş. Vekil olan ümmetinin asıl ile bağını koparması, vekâletin ortadan kalkması demektir. “Ama O peygamberdi” diyerek mutlak manada örnek almamak, nefsimizi temize çıkarmak için ürettiğimiz mazeretten başka bir şey değildir.
Ahzab sûresi 21. âyetine baktığımızda, Allah Resûlü’nü örnek alanlar ancak Allah’tan ümidini kesmeyen, sonunun ilkinden daha iyi olacağını düşünen, (93 Duha 4) Allah’ın dünyada Rahman isminin tecelliyâtına şahit olduğu gibi, eğer Resûlü’nü örnek alırsa ahirette de Rahim isminin tecelliyâtına şahit olacağına inananlar olacaktır. Ayrıca Resûl (sas), Allah’ı sadece sıkıntılı anlarında değil de her daim ananlara örnek olacaktır.
Eğer Resûlullah’ı örnek alırsak, kıyamete kadar müminlerin getirdiği salâttan bizler de nasipleneceğiz. Aksi halde Allah’ı ve elçisini incitenler arasında yer alarak hem dünyada hem de ahirette lânet edilmişlerden olacağız. Tercih bizim… Ya nur ya zulümât… Ya dua edilmek ya lânet edilmek… Ya şifa ya hastalık… Ya cennet ya da cehennem…
“Allah ve melekleri, peygambere salât etmektedir. Ey inananlar siz de O’na salât edin, içtenlikle selam edin. Allah’ı ve elçisini incitenler var ya, işte Allah onlara dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için alçaltıcı bir azab hazırlamıştır.” (33 Ahzab 56-57)
[1] Ragıb el-İsfehâni, Müfredât, s. 64, terc. Mehmet Yolcu, Abdulbâki Güneş.
[2] İbn Huzeyme, Sahih, 2/4.
[3] Gazâli, el-Mustasfâ, 2/218.
[4] Mustafa İslâmoğlu, Üç Muhammed, 237.
[5] İbn Hanbel, Müsned, 6/91.
[6] İbn Hacer, Tehzibu’t –Tehzib, Künyeler bölümü, 5.
[7] İbn Hanbel, Müsned, 5/ 395.
[8] İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 2/21.
[9] Taberi, Tarihu’r-Rusûl ve’l-Mülûk, 2/281.
[10] Taberî, Tarihu’r-Rusûl ve’l Mülûk, 2/290-291.
[11] Sahih-i Buhâri, Kitabu Fedâili Ashâbu’n–Nebi, 14.
Add new comment