Ateşin Bağrındaki Su Serinliği


Hira’da çatlayan tohum, Hz. Hatice’nin bahçesinde neşvünema bulmuş ve artık dallarını uzatacağı, meyvelerini vereceği komşu bahçeler aramaktaydı. Efendimiz, hakikate susamış gönülleri bulmak ve çoğaltmak için uygun bir mekân arıyordu. Etrafındakilerle beraber İslam’ın ilk medresesi olan mekânı belirlemişlerdi. Asırlar sonra buranın seçilmesindeki isabet anlaşılmış ve Dâru’l-Erkâm İslam tarihinde kendine haklı ve sağlam bir yer edinmişti.

Dâru’l-Erkâm’da toplanan insanların her biri, coşkun bir ırmak gibi hayat kaynağı haline gelmek için önce içlerine inmişler, cahiliye ile kokuşmuş hayatın aktığı sokakları yuyup yıkamışlar ve arınmak isteyeni arındırmışlardı.

Karanlık Mekke sokaklarını bir melek eli yumuşaklığıyla merhametli bir aydınlığa boyayan ay, o günlerde başka bir heyecanla dönüyordu yörüngesinde. Heyecandan yerinde duramayan yaramaz bir çocuk gibi semada sürekli yer değiştiriyordu. İçi nur dışı nur olan bu ev, Âdem’in cennetten indirilmesinin hikmetini barındırıyordu. Sonsuz bir karanlığa yuvarlananlardan olmamak, ayak direyerek kendini ateşlere bırakmamak için, ağızlarından öfke, ellerinden işkence dökülmesin diye buradaydılar. Bu evdeki seçilmişler, insanlık tarihini aydınlatmak için içlerindeki enerjiyi ışığa çeviriyorlardı.

Maceraları aslında “su” ile “ateş”in macerasıydı. Ateş yakmak, tüketmek; su ise yeşillendirmek, çoğaltmak için var edilmişti. Toprak suyla buluştuğunda yeryüzü nasıl içindeki zenginlikleri insanla cömertçe paylaşıyorsa; vahiyle buluşan nasır bağlamamış vicdanlar da merhamet ve kardeşlik nağmeleriyle ellerini diğerlerine uzatıyorlardı. Vahiy, gün geçtikçe içi dışı bir, billûrlaşmış, ufacık dokunuşlara bile nazenin tınılarla cevap veren vicdanlar inşa ediyordu. Ateşin kaderi ise yakmak ve dahi tüketmekti. Bu zaman ve mekânda içindeki ateşi söndüremeyenler, ateşleriyle sonsuza kadar yanmayı göze alanlardı; ancak bu ateş içlerindeki “yok olmak” ateşiyle birleşince yaktıkça yakacaktı. Zaman kum gibi ağır ağır akarken ve çöldeki kum dağları gibi usul usul şekilden şekle girerken kalpler de Rahman’ın kudretiyle hâlden hâle çevrilmekteydi.

Hakkı ve hakikati söylemekten daha üstün ne olabilirdi ki? Bataklıktan çıkıp selamete ve nimete ermenin yollarını bulmak ve önlerindeki engelleri kaldırmak içindi bütün gayretleri. Batan güneşle beraber hükmünü yürüten gece onlar için buluşma zamanıydı. İnsanın ve mekânın itminana kavuşmasıydı bu. Dirilmek ve diri kalabilmek için Peygamber’i dinliyor, ayetleri ezberliyor ve öğrendiklerini uyguluyorlardı. Elbet bir gün gelecekti sel olup Mekke sokaklarına taşacakları gün. Ve tarih bir kez daha şahit olacaktı küçük bir topluluğun -Allah’ın izniyle- büyük bir topluluğa galip geldiğine. İçlerindeki mücahedeyi tamamlayan insanların mücadele zorluğu çekmeyeceklerine. Bu sebeple onlardan hiçbiri geri adım atmıyordu. Çünkü onlar bir tatlı huzur almaya gelmişlerdi buradan. Huzur ki cennet günlerinden dimağlarında kalan bir şeydi. Vahyin aydınlığıyla ışıyınca içlerindeki bütün dehlizler, insanlık semasında birer yıldıza dönüşüverdiler.

Onlar ölmeden önce nasıl ölündüğünün dolayısıyla da nasıl diri kalınacağının sırrına vakıf olmuşlardı. Ölümü ve ölüm ötesini ışıklar kısılarak yapılan derslerden, seherlerde edilmiş dualardan, gecenin sessizliğini bölen âh’lardan, geceler ve günler süren çilelerden öğrenmişlerdi. Böylece “âdem” olmanın “adam” olmaya evrildiği o zor geçidi başarıyla geçmişlerdi. Korkularını öldürmüşler ve ölmemek üzre dirilmişlerdi. Yürekleri kan ter içinde bırakan gecelerin, gözleri yaşlı sabahların mükâfatını Allah onlara huzur olarak geri vermişti. Çünkü Allah, almış olmak için almaz; daha hayırlısını vermek için alırdı.

Huzur nasıl bir şeydi öyleyse? Ruhların, içinde sonsuzluğun kokusunu aldığı latif bir bahçe mi? Araya araya bulma ümidini kaybederek insanın kendi köşesinde sükûnetle beklemesi mi? Hazır olan mı yoksa hazırlanan mı? Galiba huzur, her şeyin cevabının burada bulunmasının mümkün olmayacağını daha doğrusu olamayacağını gönlün bilmesiydi. Kazaya razı olmak, cevaplardan geçip sorulara teslim olmaktı. Bakışları “başkalar”dan çevirip içine kaydırmaktı. İşte dünyada ve ahirette yıldız olmak bu kadar kolay; bu kadar zordu.

Yazar: 

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.