Devrinin en katı putperest toplumuna merkezlik eden Mekke’de İslâm tebliğinin daha yeni başladığı yıllardaydı. Ayetler kesin gerçeği şöylece tespit ve ilan etti: “…Onlar, ‘biz birbirimize yardım için kenetlenmiş bir cemaatiz’ mı, diyorlar? Yakında o topluluk bozguna uğrayacak (ve onlar) arkalarını dönüp kaçacaklar. Asıl azabları ise, kıyamet günüdür. Kıyamet ne şiddetli ve ne acıklıdır.”[1]
Şirk düzeninin en güçlü olduğu günlerde, Hz. Peygamber ve bir avuç mü’minin bütün haklarının kısıtlandığı, olmadık işkencelere tabi tutuldukları bir ortamda inen bu ayetler, mevcut şartlara rağmen, “yakın ve mutlak bir bozgun”dan bahsediyordu. Ancak bu bozgun ne zaman gerçekleşecekti? Mevcut duruma bakıp “Bu toplum mu, nasıl ve ne zaman dağılacak” diye Hz. Ömer gibi ümitsizlik belirtenler de yok değildi. Çünkü o günün şirk toplumu, günümüzün baskı veya yasa duvarları arkasına sığınmış, bir çeşit demir perdeler gerisinde iktidarını perçinlemiş gözüken toplumları, liderleri ve sistemleri gibi sapasağlam gözükmekteydi. Üstelik o toplum, önleyemediği Müslümanlığı ve yıldıramadığı bir avuç Müslüman’ı bir kaç sene sonra, Hz. Peygamber dâhil olmak üzere Mekke’yi terke mecbur bırakacaktı. Evet, o toplum nasıl ve ne zaman dağılacak, Kâ’be'yi dolduran putlar ne zaman ve kimler eliyle devrilecekti?.. Doğrusu ümitsizliğe düşenler büsbütün haksız sayılmazlardı. Akıl ve tecrübe bu endişeyi mevcut şartlarda haklı bulmaktaydı. Rasyonel/aklî yaklaşım da bunu gerektirmekteydi.
Kaydedildiğine göre, yukarıdaki ayetlerin Mekke’de inzal buyurulmasından tam yedi sene sonra, Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber, karargâhından zırhını giymiş olarak çıkarken bu ayetleri okuyordu: “Yakında o topluluk hezimete uğrayacak, arkalarını dönüp kaçacaklar.” Duruma muttali olan Hz. Ömer ve öteki Müslüman mücâhitler, Mekkeliler için bozgun ve firar gününün geldiğini, kendilerine yıllar önce verilen müjdeli haberin tecelli anını yaşadıklarını anlamakta gecikmediler.
Mekke’nin putperest sistemi için kaçınılmaz sonun başlangıcı olan Bedir Savaşı’ndan tam yedi yıl sonra da Müslümanlar, Kâ’be’deki putların, “Hak geldi, bâtıl yok oldu.”[2] ayetini okuyan Hz. Peygamberin değneğinin darbeleriyle bir bir yıkıldığını gördüler. O gün bu gündür Müslümanlar, sarsılmaz sanılan nice sistemin yıkılışını sayısız misalleriyle seyrettiler, yaşadılar. Doksanlı yıllarda bütün dünyanın gözü önünde, vinçlerle sökülen komünist liderlerin heykelleri, çağdaş zulüm düzenlerinin dağılış ve yıkılışının en yeni misallerini oluşturdu. Halka ve hakka rağmen ayakta kalmaya çalışan tüm zulüm sistemlerinin sonu da -ama bugün ama yarın fakat mutlaka- aynı olacaktır.
Lat, Menat ve Uzza gibi putlar adına İslâm’a ve Müslümanlara en acımasız düşmanlıkları sergileyen dünün azgınları ile; tanrısızlık, Lenin, Mao vs. putları ya da çağdaşlık, demokrasi, batılılaşma gibi ithal malı kavramlar adına mukaddes değerlere saldıran günün putperestleri ve dogmatikleri arasında tam bir niyet ve eylem birliği bulunmaktadır. Aralarında akıbet birliğinin olması da pek tabiîdir. Ne var ki, bu iki zaman kesiminde yaşayanlar arasında bazı benzerlikler yanında, farklılıklar da yok değildir. Öyle sanıyorum ki, en büyük farklılık o günkü Müslümanlar ile günümüz Müslümanları arasındadır. Onlar birlikti, günümüzdekiler çok küçük hesaplar adına dağınıktırlar. Onlar sabırla mücadele etmesini biliyorlardı; günümüzdekiler aceleci, sabırsız ve biraz da kolaycı… Oysa zafer için gerekli olanlar bellidir, bildirilmiştir: “Ey iman edenler, sabredin, (güçlüklere ve düşmanlarınıza karşı) göğüs germekte yarışın, uyanık olun ve Allah’a karşı saygılı bulunun ki kurtuluşa eresiniz.”[3] “Ey iman edenler, eğer siz Allah(ın dinine)’a yardımcı olursanız, Allah da size yardım eder.”[4]
Devir devir, siyasal anlayış ve tercihler, İslâm dışına taşmış, onun inkârına veya hiç de hak etmediği şekilde suçlanmasına sebep olmuşsa da, İslâm, daima insan özüne olan uyumu sayesinde, bütün inkârcı cereyan ve baskılara rağmen muhataplarına kendisini hep aratmıştır. Çünkü hak olmak, haklı olmak en büyük güçtür. Hakka, haklıya sahip çıkmak en büyük meziyet ve şanstır. Yanlışın ve batılın ömrü ne kadar uzun gözükse de, pek kısadır. Zira zulüm payidar olmaz. Zülüm ve yalan kaidesi üzerinde heykel durmaz. Kan ve gözyaşı üzerine saray kurulmaz. Zulüm idarelerine karşı gösterilen halk tepkisini -sırf başka topraklarda olduğu için- “önemli” bulan, kendi siyasal tercihleri ve partileri adına yorumlayan, fakat üç Müslüman’ın bir araya gelmesinden, üç üniversiteli kızın başörtüsü takmasından son derece tedirginlik duyanlar, kendi yanlışlarını ve çelişkilerini ne zaman idrak edebilecekler? Gönüllerinde oluşturdukları utanç duvarlarının altında kaldıkları zaman mı? O zaman çok geç olmayacak mı?
Yalan ve yanlış üzerine kurulan iktidarların temelinde hep, “ya gerçek gelirse?” kuşkusu yatar. Aslında bu kuşku, başlı başına bir zulüm ve yıkım çizgisidir. Bu kuşku, “havadan nem kapma” psikolojisi oluşturur ve uzak-yakın çevredeki gelişmelerin sirayetinden alakalı olsun olmasın zalimleri korkutur.
İçerde veya çevrede oluşan olaylar vesile edilerek sürekli bir “İslâm gelirse?” kuşkusunu, toplumun İslâm’dan habersiz kesimlerine korku unsuru ve kaynağı olarak tanıtmaya çalışanlar bulunmaktadır. Oysa İslâm ve Müslümanlar hakkındaki birçok kanaat gibi bu da çok yanlış ve yersizdir. Zira Mekke’den hicrete zorlanan muhacirlerin gittikleri yerde yapacakları, kendilerinden sonrakilere de örnek olacak şekilde bir ayet-i kerimede şöylece belirlenmiştir: “Mü’minler (o kimselerdir ki), biz kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek (zorbalık yoluna sapmayıp) onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülüğü nehy ederler… İşlerin sonucu Allah’a aittir.”[5]
Aynı şekilde yersiz ve anlamsız bir kanaat da inananlar cephesinde gözükmektedir. O da şartlara bakıp mevcut durumun “değişmezliği, değiştirilemezliği” yanılgısıdır. “İle’lebed (sonsuza dek)” nutukları kimseyi yanıltmamalıdır. Sonlu dünyada sonsuzluk hiç bir fani ve sistem için söz konusu olamaz. Çünkü mülkün gerçek ve yegâne sahibi Allah’tır. Mülkü, iktidarı dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini yüceltir, aziz kılar, dilediğini alçaltır, zelîl eder. Her türlü hayr O’nun tasarrufundandır ve O, her şeye kadirdir.” [6]
Netice olarak, iyi bilinmelidir ki, tarihte ve çevrede dün olanlar, yarın olacak olanların delili, habercisidir. Kimsenin dünyayı durdurmaya gücü yetmeyecektir. Zafer ve hezimet günleri sürekli değişmektedir. Önemli olan, Müslümanların, en az başkalarının yanlışa, batıla sarıldıkları, hizmet ettikleri kadar İslâm’a hizmet etmeleri, her hâlükârda İslâm öncelikli bir hayatı yaşama gayreti içinde bulunmalarıdır.
“Doğacaktır sana vadettiği günler Hakk’ın
Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın”
inanç ve ümidiyle…
Davamızın sonu Allah’a hamd etmekten ibarettir.
Add new comment