Hicret, sadece İslâm tarihinin değil, insanlık tarihinin de en önemli hadiselerinden biridir. Siyasî, sosyal, askerî ve ekonomik anlamda yeni bir başlangıç, bir şehrin “din kardeşliği” ortak paydasında ayağa kaldırılarak tarih sahnesine çıkarılması, ihtilâfların önlenerek yerine uzun süreli bir uzlaşma ve ittifak kültürünün yerleştirilmesi gibi çok sayıda hikmet, hicretle birlikte ütopya olmaktan çıkarak gerçekliğe kavuşmuştur. Hz. Peygamber ve Müslümanlar, hicretle birlikte, hem gayri müslimlerle aynı şehri paylaşma olgusunu tecrübe ederek İslâm’ın bu konuda vaz ettiği prensipleri pratik olarak hayata geçirmişler hem de kendi aralarında dayanışma ve yardımlaşmanın sıra dışı örneklerini ortaya koymuşlardır.
Mekke’den hicret ederek Yesrib’e (bilâhare “Medînetu’n-Nebî” olacaktır, sonra da kısaca: Medîne) gelen muhacir kardeşlerine kucak açan yerli Müslümanlar, İslâm tarihine yardımlaşmanın ve kardeşliğin somutlaşmış biçimi olarak geçtiler. “Yardımcılar” anlamındaki “Ensâr” unvanı sadece onları değil, tarih boyunca mazlumlara kucak açan ve el uzatan herkesi tanımlayan genel bir sıfata dönüştü.
Hz. Peygamber’in olağanüstü liderliği ve stratejik kararıyla Ensâr ve Muhacirler arasında tesis edilen “kardeşlik eşleşmesi” [İslâmî literatürde: “Muâhât”] sayesinde, şehre sonradan gelenler sıcak yuva, barınak ve çeşitli imkânlar buldular. Ensâr, evlerinin kapılarını sonuna kadar muhacirlere açtı. Her şeylerini onların ayaklarının altına serdi. Hatta bazıları, ‘kardeş’ini kendisine mirasçı yapmayı bile teklif etti.
Hicret anlatılırken, haklı olarak, Ensâr’ın faziletleri ve fedakârlıkları sürekli gündeme getirilir. Onların elde ne varsa kardeşleriyle bölüşmesi, Siyer ve İslâm tarihi anlatımlarında öne çıkarılır. Ancak şu nokta biraz karanlıkta ve gölgede kalır sürekli: Muhacirler, bütün imkânlarını emirlerine veren Ensâr kardeşlerinin bu fedakârlıklarından çok kısa bir süre istifade etmiştir. İlk birkaç hafta veya ay, kendilerini ağırlayan evlerde misafir kalmışlar, ardından kendi hayatlarını kurma yoluna gitmişlerdir. “Seni mirasçım yapayım” diyen bir Ensâr’ın bu teklifini kabul eden tek bir muhacir yoktur. Aynı şekilde, Ensâr’ın evinde sürekli yaşamaya devam eden muhacir de yoktur. Muhacirlerden Abdurrahman bin Avf’ın, sahip olduğu her şeyi kendisiyle paylaşmayı teklif eden Ensâr kardeşine söylediği söz meşhurdur: “Malın da ehlin de sana mübarek olsun. Sen bana çarşının yolunu göster!”
Hicreti anlatırken, sürekli “Ensâr’ın fedakârlığı”na vurgu yapmak, aslında hakikatin bir kısmını ifade etmek olur. Muhacirler de az fedakârlık yapmamıştır. Zulümden kaçıp sığındıkları ve yeni yerleştikleri şehri tam anlamıyla benimsemiş, kendi hayatlarını tanzim etmiş, Ensâr’a yük olmama adına azami hassasiyet göstermiştir. Bu açıdan, hicret, sadece Ensâr açısından değil muhacirler açısından da bir destandır. Bir taraf kardeşlerine kucak açarken, diğer taraf da bu içtenliğin hakkını sonuna kadar vermiştir.
Ve elbette bu hassas dengenin kurulması ve korunması, “devlet başkanı” sıfatıyla Hz. Peygamber’in olağanüstü ferasetli ve incelikli siyaseti sayesinde mümkün olmuştur.
***
Herhangi bir coğrafyaya mazlumlar ve muhacirler sığındığında, meselenin genellikle onları “ağırlayan” taraf üzerinden konuşulduğuna şahit oluyoruz. “Ensâr olmak”, “Ensârlığın hakkını vermek”, “Ensâr’ın fazileti” gibi terimler, gelenlere dair hiçbir şikâyetin yapılmaması gerektiği noktasında cümleler kurulurken bol bol kullanılıyor. Ancak tıpkı İslâm tarihi anlatımlarımız gibi, burada da “hakikatin yarısı” ifade ediliyor. “Ensâr ahlâkı” kadar, “Muhacir ahlâkı”na da vurgu yapmamız gerekiyor.
Kitlesel göçlerde ve nüfus değişikliklerinde, fedakârlık tek taraflı olmaz. Mazlumların ve muhacirlerin sığındıkları yerlerde, yerli halka -imkânlar nispetinde- onlara ikram etmek ve onları ağırlamak düşerken, mazlum ve muhacirlerin de “muhacir ahlâkı”na uygun davranması beklenir. Yükü paylaşmak, fedakârlığı birlikte sürdürmek, uzatılan elleri istismar etmemek, kültürel uyum, bir noktadan sonra kendi başının çaresine bakmaya odaklanmak gibi çok sayıda incelik de, muhacirlere düşer.
Bu hassas dengenin kurulması ve korunması da elbette devletin ve yetkili makamların vazifesidir. İskân siyasetinden eğitim politikalarına, iş kollarında dengeli istihdam meselesinden sosyal uyum problemlerinin nasıl çözüleceğine kadar, birçok noktada işin ucunun asla bırakılmaması gerekir. “Yabancı nüfus” konusu, dünyanın her yerinde, ülkelerin yumuşak karnıdır.
***
Savaş dolayısıyla ülkemize sığınmak durumunda kalan Suriyeli kardeşlerimizle ilgili tartışmalar, birçok nedenle devam ediyor. Sırf faşistlikten veya yabancı (bilhassa Arap) düşmanlığından / korkusundan kaynaklanan endişeleri ve öfkeleri bir tarafa bırakıyorum. Bunların çözümü veya tedavisi mümkün değil. Ancak İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerde oluşan kaotik ortamın, makul ve insanî yöntemlerle hal yoluna konulması da şart haline gelmiştir.
Ben şahsen Arap kültürüne gayet aşinayım ve muhabbet de duyuyorum. Ama doğduğu, büyüdüğü ve yaşadığı semtin tamamen Araplar tarafından doldurulduğunu gören, yerli esnafın ve halkın bölgeyi terk etmek durumunda kaldığına şahit olan, bu kültürel (ve ekonomik) değişimi de mahzurlu addeden insanların bu meşru endişelerini de gayet haklı buluyorum.
“Ortak akıl” dediğimiz şey, tam da bu noktada lazım işte. Hem muhacirlerin yüzüstü bırakılmaması ve ihtiyaçlarının karşılanması hem de yerli halkın (Ensâr’ın?) tahammül gücünün zorlanmaması adına, ortak bir çözüm gerekiyor. Sloganlara boğulmadan, bu noktaya kafa yorsak, en güzel neticenin ortaya çıkacağına şüphe yok.
*Bu yazı hocamızın izniyle www.yenisafak.com'dan alınmıştır.
Add new comment