Ey Kureyşliler!
“Ya Sabâhâh, Ya Sabâhâh, Kureyşliler, Ey Kureyşliler!”
Sabahın ilk saatlerinde duyulan bu ses Mekke’de büyük bir heyecan uyandırdı. Kureyşliler merakla sesin geldiği yöne, Safa Tepesi’ne doğru koşmaya başladılar. Kimisi bizzat kendisi gidiyor, gidemeyenler ise adamlarını gönderiyordu.
Büyük bir felaketle karşılaşıldığında ya da düşman aniden şehre saldırdığında durumu ilk fark eden, yüksekçe bir tepeye çıkar; insanlara haber vermek için sesinin son gücüyle haykırırdı. Ne olmuştu? Panik içindeki insanlar Safa Tepesi’ne geldiklerinde karşılarında Efendimiz aleyhisselam’ı buldu.
Allah’ın Rasûlü, Safa Tepesi’ndeki en yüksek kayanın üzerindeydi. O, bugüne kadar kalabalıkların karşısına çıkmamış, insanlara hitap etmemişti. Ama şimdi Safa Tepesi’nde, tüm gözler O’nun üzerindeydi. Rabbi O’na “Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir. Müşriklere aldırış etme.”[i] buyurmuştu. Önce en yakın akrabalarını uyaran, ailesini İslam’a çağıran Efendimiz, şimdi bu tepeden bütün şehri ve insanlığı Hakk’a davet edecekti. Ne var, neler oluyor, diyen insanların uğultusu sona erince Allah’ın Sevgilisi konuşmaya başladı:
“Ey Kureyşliler, şu dağın ardında size saldırmak üzere olan bir düşman ordusu var, desem bana inanır mısınız?”
Bu ömrü boyunca hiç yalan söylememiş, şakayla dahi olsa insanları aldatmamış yüce bir şahsiyetin sorusuydu. Güzel ahlakın ve bütün faziletlerin sahibi Sevgili Efendimiz hak davanın doğruluğuna hayatını delil gösterdi. Allah’ın üzerine yemin ettiği güzel ömrünü kavminin önüne serdi. Ne çocukluğunda ne de ticarî hayatında tek bir yalan söylememiş, dürüstlüğüne ve güvenilirliğine tüm şehir şehadet etmiş, O’na “emin” denmişti.
İnsanları âlemlerin Rabbi Allah’a çağıran kimselerin hayatında hiçbir leke olmamalıydı. İslam davetçisi neyi temsil ettiğinin şuuru içinde yaşamalı, sözleri ve fiilleriyle emin bir hayat sürmeliydi. Bu, davanın selameti için çok önemliydi. Davetçinin hayatındaki yanlışlar, şahsiyetindeki zaaflar mesajına, davetine zarar vermemeliydi. İnsanları Rabbine çağıran kimselerin, Rabbanî bir duruşları ve kimlikleri olmalıydı.
Allah’ın son Rasûlü’nün bu çok önemli sorusuna Mekkeliler hep bir ağızdan cevap verdiler:
“Evet, inanırız. Zira biz senin bugüne kadar yalan söylediğini hiç duymadık. Seni doğru sözlü biri olarak biliriz.”
Bugüne kadar yalan söylemeyen, dili yalana alışık olmayan bundan sonra söyler miydi?
“Öyle ise ben, başınıza şiddetli bir azap gelmeden önce sizi uyarıyorum. Ey Abdülmuttalib oğulları, Ey Abdü Menaf oğulları, Ey Zühre oğulları![ii] Şunu iyi biliniz ki, Allah bana, yakın akrabalarımı, sizleri uyarmamı emretmiştir. Sizler ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilah yoktur) demedikçe ben sizin için dünyada ve ahirette hiç bir fayda sağlayamam.
Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce ailesini haberdar etmek için koşmaya başlayan ve düşmanın kendisinden önce ailesine yetişip zarar vermesinden korkarak ‘Yâ Sabâhah!’ diye bağıran bir adamın hâline benzer.”
Akrabaların En Kötüsü
Tam bu sırada kalabalığın arasından düşmanca bir ses yükseldi. Bu, Efendimizin amcası Ebû Leheb’den başkası değildi. Peygamberimize atmak için eline bir taş almış, öfke içerisinde hakaretler yağdırıyordu:
“Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın burada.”[iii]
Mekkeliler İslam’ın yüce peygamberine bir başkasının değil amcasının tepki göstermesini hayretle izlediler. Oysaki Araplar akrabalık bağlarına büyük önem verir, ne olursa olsun yakınlarına destek olurlardı. Amcanın baba gibi kabul edildiği bir toplumda Ebû Leheb’den beklenen diğer kardeşleri gibi yeğeninin yanında olmasıydı. Ama Ebû Leheb İslam’dan ve Efendimiz aleyhisselamdan nefret ediyordu. Öyleki öfkesini dizginleyememiş, akrabalık bağlarını koparıp atmış, Arap geleneklerini dahi hiçe saymıştı.
İslam’ın yüce davetçisi çıktığı bu çetin yolda en büyük düşmanlığı amcasından gördü. O, elindeki taşlarla İbrahim’in babası Âzer’i hatırlatıyordu. Bir yanda sevgi dolu bir yürek, diğer yanda anlamsız bir nefret vardı. Fakat dünyayı değiştirecek yüce bir şahsiyetin karşısında Ebû Lehebler ne ifade ederdi?
Cehennem Ateşinden Kurtulun!
Rasûlullah aleyhisselam, amcasının hakaretlerine, incitici sözlerine aldırmadan devam etti:
"Ey Kureyş cemaati! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Ka'b b. Lüey oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Mürre b. Ka'b oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Abduşşems oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Abdi Menaf oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Hâşim oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız!
Ey Muhammed'in kızı Fâtıma!
Ey Kureyşliler! Nefsinizi Allah'tan satın alınız!
Ben, sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim.
Ey Abdi Menaf oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın alınız!
Ben, sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim!
Ey Abdulmuttalib oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın alınız!
Ben, sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim.
Ey Abbas b. Abdulmuttalib! Ben, seni Allah'ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim!
Ey Zübeyr b. Avvam'ın annesi! Rasûlullah'ın halası Safiyye!
Ey Muhammed'in kızı Fâtıma! Nefsinizi Allah'tan satın alınız!
Siz, benim malımdan, dilediğinizi isteyiniz! Fakat ben sizi Allah'ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim. Sizler benim akrabamsınız. Ben akrabalığın gereğini yerine getireceğim!”[iv]
Allahın Sevgili Rasûlü Mekke’deki tüm kabilelere ayrı ayrı seslendi. Allah’a davet yolunda ayrımcılık yapmadı, kimseyi kayırmadı. Onları kula kulluktan kurtulup Hakk’a kul olmaya, esaret zincirlerini kırıp özgürlüğü tatmaya çağırdı. Yaklaşmakta olan cehennem azabına karşı uyararak sevgi ve şefkat dolu sözlerle dünya ve ahiret saadetine, ebedi kurtuluşa, cennete davet etti. Onlara yaratılış gayelerini hatırlatarak Allah’tan başka taptıkları, önünde kul köle oldukları sahte ilahları terk etmeye, zulmetmeden ve zulme uğramadan kardeşçe yaşanabilir bir dünyaya çağırdı.
İnsan, nefsini Allah’tan satın almalı, yalnız Allah’a ibadet etmeli, işlediği salih amellerle Rabbinin rızasına erişerek azaptan korunmalı, nimetlerle dolu Firdevs cennetine nail olmalıydı. Bunun için ise şirkin her türlüsünden kaçınması, gönlünü, hayatını ve ölümünü Allah’a adaması gerekiyordu. Aksi takdirde cehennem ateşinden kurtulamazdı. Kim olursa, her kimin yakını, akrabası olursa olsun bunun başka bir yolu yoktu. Peygamberin amcası, halası ya da biricik kızı olmak bunu değiştirmezdi.
İnsanların En Cesuru
Sevgili Peygamberimiz yüzyıllardır putlara tapan zalim bir milletin karşısına büyük bir cesaretle çıktı. Nemrud’un karşısında Hz. İbrahim, Firavun’un karşısında Hz. Musa nasıl kıyam etmişse Muhammed aleyhiselam da Kureyş liderlerinin karşısına aynı kararlılıkla çıktı. Safa Tepesi’nde insanları Hakk’a çağırırken, halkının ona yapabileceği zulümleri, hatta canına kast edilebileceğini düşünmedi bile. O’nun tek derdi Rabbinin mesajını layıkıyla ulaştırabilmek, risalet vazifesini hakkıyla yerine getirebilmekti. O, cihadın en üstünü zalim hükümdarın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir[v] buyuran cesur bir davetçi, korkusuz bir kahramandı.
Safa tepesinde Allah Rasûlü’nü dinleyen Kureyşliler hiçbir tepki göstermeden dağılıp gittiler. Dağın arkasında düşman olduğu söylense inanacaklardı ama düşmandan çok daha tehlikeli olan cehennem ateşine karşı uyarıldıklarında seslerini çıkaramadılar. İnsanlardan hiçbir dünyalık beklemeden onları cennete çağıran, Rabbinin rızasından başka beklentisi olmayan emin elçiyi terk ettiler. “Lâ ilâhe illallah” dediklerinde ne olacağını, neyi kabul edip neleri reddedeceklerini bilen Mekkeliler, atalarından kalan putlardan, insanları köleleştirdikleri zalim düzenlerinden vazgeçemediler.
Ebû Leheb’in Elleri Kırılsın!
Safa Tepesi’nden ayrılanlar, Allah’ın Rasûlü’ne ve mesajına burun kıvırdılar. Öz amcasının dahi sahip çıkmadığı, taşladığı bir adama biz neden inanalım, diye düşündüler. Ebû Leheb’in imansızlığını, öfkesini kendilerine bahane ettiler. Oysa kısa bir süre öncesine kadar her şey nasıl da farklıydı?
Ebû Leheb Sevgili Peygamberimizin amcasıydı. İslam’dan önce aralarında hiçbir sıkıntı olmadığı gibi, Ebû Leheb’in iki oğlu Utbe ve Uteybe, Efendimizin kızları Rukıyye ve Ümmü Gülsüm ile nişanlıydı. Muhammed aleyhisselam insanları İslam’a davet etmeye başladığında her şey değişmiş, Ebû Leheb İslam’ın azılı bir düşmanı kesilmişti. Efendimiz evinde akrabalarını İslam’a çağırdığında muhalefet eden tek kişi o olduğu gibi, Safa Tepesi’nde insanların ortasında nefretini kusan, Allah Rasûlü’ne hakaretler yağdıran yine o olmuştu. İslam’ın ve Peygamberi’nin gözü dönmüş düşmanına hak ettiği cevabı bizzat Cenab-ı Hakk verdi:
“Ebû Leheb’in elleri kurusun, kurudu da! Ne malı bir fayda verdi ona, ne de kazandıkları. O yakında alev alev yanan bir ateşe girecek. Karısı da odun hamalı olarak, boynunda liften örülmüş urganıyla.”[vi]
Bu ayetler nazil olduğunda Ebû Leheb öfkesinden kıpkırmızı kesildi. Oğullarına Efendimizin kızlarından ayrılmalarını emretti. Utbe ve Uteybe babalarının emirlerini derhâl yerine getirdiler. Hatta Uteybe, Efendimize doğru tükürerek hakaretlerde bulundu, babası kadar aşağılık ve adi tavırlar gösterdi.[vii] Muhammed ailesi onların çirkinlikleri karşısında Rablerine sığındı.
Ebû Leheb İslam’ı ve Peygamberi’ni bir türlü anlayamadı. Bir defasında Efendimize gelerek “Şayet dinini kabul edecek olursam benim için ne var?” diye sordu. Allah Rasûlü “İman eden diğer kullara ne varsa senin için de o var.” buyurunca “Başkalarını benimle eşit gören dine yazıklar olsun!” diye cevap verdi.[viii]
Kendisine diğer Müslümanlarla aynı safta namaz kıldırmak isteyen dine savaş açan Ebû Leheb, Allah’ın Rasûlü’ne zarar vermek için hiçbir fırsatı kaçırmadı. Akla hayale gelmedik çirkinlikler yaptı. Karısıyla birlikte evindeki pislikleri komşusu Muhammed aleyhisselam’ın kapısının önüne boşaltır, sabah erkenden kalkar Allah Rasulü’nün geçeceği yollara dikenler, pislikler koyardı.[ix]
Zavallı Bir Kadın
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemil de İslam düşmanlığı hususunda kocasıyla yarış hâlindeydi. Ümeyye oğullarından olan Ümmü Cemil, Ebû Süfyan b. Harb’in kız kardeşiydi. O, kocasını Peygamberimize karşı kışkırtır; yeğenine yaklaşmasına mani olurdu. Rasûl’ün yoluna serdiği dikenler, evinin önüne bıraktığı pislikler, okuduğu hakaret dolu şiirler Ümmü Cemil’i cehennemde kocasının ateşine odun taşıyan bir zavallı haline getirdi.[x]
Onlar Rasul-i Ekrem’den o derece nefret ettiler ki Allah Rasulü’nün oğlu Abdullah vefat ettiğinde komşularının acısını paylaşmak yerine sevinç çığlıkları attılar. Ebû Leheb sabahı beklemeden dostlarına koştu ve “Bu gece Muhammed’in oğlu öldü. Muhammed köksüz kaldı.” diyerek sevincini onlarla paylaştı.[xi] Hayvanlardan daha aşağı denilenler bunlar olsa gerekti.
İslam davetçisi, Ebû Leheb ve Ümmü Cemil gibi pek çok düşmanla karşılaştı. Bazen içi burkuldu, bazen üzüntüsü yaş olup aktı gözünden. Önüne konan dikenleri, kapısına atılan pislikleri sabırla kaldırdı yerden. Bazen bu nasıl komşuluk diye seslendi vicdanı yok olanlara. Allah yolunda ne çileler ne güçlüklerle karşılaştı. Hanımı ve kızları nelere tahammül etti. Gün oldu oğlunu kaybetti. Bir hanımının gözündeki yaşa bir de komşu evden gelen sevinç çığlıklarına baktı. Gözü yaşlarla doldu. Sonra “Allah” dedi. Allahın sevgili kulu Allah için yoluna devam etti.
Mekkeli müşrikler İslam davetinin ilk zamanlarında Muhammed aleyhisselam ve ona tabi olan müminleri hafife aldılar. Efendimiz ve Müslümanlarla alay ederek gülüp eğlendiler. Fakat bir süre sonra Peygamberimiz putların hiçbir faydası ve zararı olmayan değersiz şeyler olduğunu, atalarının sapkınlığını ve bozuk inançlarını anlatan ayetleri okumaya başlayınca Kureyş’in tavrı değişti. Müslümanların sayısı gün geçtikçe artıyor, Allah Rasûlü Mekkelilerin sahte tanrılarını, ağaçtan ya da taştan yapılan ve zihinlerde oluşan putları yıkacağını söylüyordu. Artık Kureyş yerinde duramıyordu. Tarihin göreceği en amansız mücadele başlamak üzereydi.
[i] Hicr Sûresi 15/94.
[ii] Peygamber Efendimiz bu sırada Kureyş kabilesinin tüm kollarını saymıştır.
[iii] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübra,I,169; Belâzuri, Ensabu’l-Eşraf,I,120; Buhari, Tefsir 26.
[iv] Müslim, İman 348-351; Muhammed Salih eş- Şami, Sübülü’l-Hüda,II,433
[v] Ebû Davûd, Melâhim 17.
[vi] Tebbet Sûresi 111/1-5.
[vii] Heysemi, Mecmeu’z-Zevaid,VI,18.
[viii] Taberi, Camiu’l-Beyan,XXX,217.
[ix] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübra, I,171; Mehmet Ali Kapar, Ebu Lehep, DİA, X,178.
[x] İbn Hişam, Sire,I,380-381.
[xi] Mevdudi, Tefhimu’l-Kuran,VII,265
Add new comment