Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)–III


Hz. Peygamber (sas) tüm insanlığa örnektir. Onun örnek davranışları, Kur’ân-ı Kerim’in rehberliğinde vücut bulmuştur. Hz. Âişe validemizin tanıtımıyla O’nun hayatı Kur’ân idi. Son zamanlarda söylenen yaygın ve anlamlı söz ile O, “Yaşayan Kur’ân” idi. Gerçekten ölçü, Kur’ân olduğu zaman hayat daha da anlamlı ve yaşanabilir olmaktadır. Kur’ân’ın şaşmaz ve değişmez ölçüleri, hayat nizamı olarak ikâme edildiğinde ise insanlığın içine düştüğü girdaptan kurtulmasının yolu kolaylaşacaktır. Ortaya koyduğu müesses düsturlar, hayatı alt üst eden tüm düzensizlikleri ve kaos adı verilen tüm olumsuzlukları ortadan kaldıracaktır.

Kur’ân, insana ve inanca saygıyı bir değer olarak kabul eder. Koymuş olduğu ölçülerle herkesin buna uymasını ister. Özellikle de aşikâre ortaya koyduğu değerlerin pazarlık konusu yapılmasını istemez. ‘Tez’e karşı antitez olarak gündeme getirilmesini dahi reddeder.

Kur’ân’ı Kerim, insanlığa doğru bir yol ve inanç değerleri sunmuştur. Şayet insanların inandığı değerler, “din” olgusuyla tanımlanıyorsa, Kur’ân-ı Kerim bunun adını da koymuştur. Bu da tek ve gerçek olan İslam Dini’dir.

Din insanlar için zaruri bir inanç sistemidir. Bu noktadan hareketle kişilerin gönül dünyasında duygu olarak manevî bir yer edinen her tür inanç din’dir. Bu, Kur’ânî tabirle ya hak ya da batıl bir dindir. Zaman içinde menşei itibariyle hak olup da, sonradan bu özelliğini kaybeden dinler ise batıl din olma hüviyetini kazanmıştır. Gerçekte Kur’ân’ın koyduğu standartların dışında kalıp, kapsam içinde yer almayan bütün inanç sistemleri batıldır.

Bütün insanlık ve Peygamberler tarihi bu serüvenlerin yaşanmasına sahne olmuştur. Mücadele sürecinde Peygamberin davetine karşı çıkanlar, mutlaka bir antitezle ortaya çıkmışlardır.

Tarihin tekerrür ettiği gerçeğini düşünerek, Hz. Peygamber (sas) döneminde de bu böyle olmuştur. Hatta bunun yansımalarının günümüzde de yaşandığına şahit olmaktayız. İnsanların kendi iradî gayretleriyle ortaya koydukları düşünceler ve uygulamalar “din” adı altında veya dinin öğretisi şeklinde insanlara dayatılmaya çalışılmaktadır. Bu anlayış şunu göstermektedir: Hâlâ Kur’ân’ın gerçekleri doğru olarak anlaşılamamaktadır. Diğer bir deyişle Hz. Peygamber (sas)’in davasının özünü kavramaktan uzak olunduğu, daha doğrusu O’nun hayatının doğru öğrenilmediği gerçeğinin bir yansımasıdır. Davranışlardaki ölçüsüzlüğün, sünnet-i seniyyeye ittibâ hususundaki lakaytlığın da bir göstergesidir.

Kur’ân-ı Kerim’in açıkça koyduğu ölçüler ve Hz. Peygamber (sas)’in uygulamaları ortada iken, yaşanılan tutarsızlıkların inancımızla ne kadar alakalı olduğu şüphelidir.

Hz. Peygamber (sas) bir misyon (görev) insanıdır. Rabbinden aldığı vahyi insanlara ulaştırmakla görevlendirilmiştir. Davetinin muhatapları, kendilerine göre inanç değerleri oluşturmuş, ibadet ritüelleri ihdâs etmiş ve bunu da din edinmiş topluluklar idi. İşte bu noktada Hz. Peygamber (sas)’in bu insanlara ve değerlerine bakışı, önem arz etmektedir.

Hulasa, konuya şöyle bir bakış açısı getirmek istiyoruz: Hz. Peygamber (sas)’in hayatında insan ve inancın yeri nedir? Hz. Peygamber (sas),  Kur’ân-ı Kerim ışığında bu konuda nasıl bir davranış sergilemiş ve nasıl bir kurumsal yapı oluşturmuştur? Hayatından canlı örneklerle olayları görmek daha da yerinde olacaktır.

Öncelikle bunu kendisine yapılan teklife karşı Kur’an-ı Kerim’in diliyle verilen cevapta görmekteyiz.

De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben tapmam. Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır. ” (Kâfirûn Suresi 1-6)

Kur’ân-ı Kerim bu sûrede özetle Hz. Peygamber (sas)’e hitaben, “Seninle inancın konusunda pazarlık yapanlara açık tavrını koy: ‘Şayet ortada inanılacak bir din var ise, bu din sizin dininiz değildir. Şayet ısrarcı oluyorsanız herkes kendi dininde kalmakta özgürdür.’ de.” gerçeğini onlara haykırmasını istemektedir. Bu bir durum tespiti ve bir duruşun göstergesidir. Çünkü ortada İslam adına bir kazancın olmayacağı aşikârdır. Bir nevi karşı tarafın hak davayı sulandırma girişimidir. Taviz vermekle veya uzlaşı adında bir çıkmazla sonuç alınması mümkün değildir. Bu, özünde tevhidî anlayışın yattığı hak olan davanın fıtratına da terstir. Kısacası “Asla taviz yoktur.” fermanıdır. Şayet böyle bir durumla karşılaşılırsa alınacak tavır ne olmalıdır? Bunu Hz. Peygamber (sas)’in hayatında yaşanılan olaylarda görmek mümkündür. İşte bu olaylardan biri şöyle cereyan etmiştir:

Hz. Peygamber (sas), Taif kuşatmasını kaldırıp önce Mekke’ye oradan da Medine’ye geri dönmüştü. Taif’in önde gelen kişilerinden Urve b. Mesud es-Sakafî, Hz. Peygamber (sas)’in peşinden yola çıkarak Müslüman olmak üzere Medine’ye geldi. Hz. Peygamber (sas)’in huzuruna çıkarak Müslüman oldu. Memleketi Taif’e dönmek ve İslam’ı yaymak için Hz. Peygamber (sas)’den izin istedi. Hz. Peygamber (sas), henüz yeni kaldırdığı Taif kuşatmasından sonra, Taiflilerin psikolojisini dikkate alarak Urve’nin oraya gidip İslam’ı tebliğ etme sürecinde başına bir hal gelebileceğini düşünerek,  tereddüt etti ve izin vermedi. Fakat Urve ısrarcı oldu. Çünkü sahip olduğu itibar ve liderlik, kendisine bir kötülük yapılamayacağını düşündürüyordu. Sonunda Hz. Peygamber (sas)’den izin alarak Taif’e döndü. Orada İslam’ı alenen yaşamaya ve yaymaya başladı. Buna tahammül edemeyen Taifliler sonunda onu şehit ettiler.

Ortaya çıkan durum, Taiflileri telaşlandırdı. Hem bir cürüm işlediler hem de Mekke ile olan ticari hayatları ve çevre ile olan ilişkileri tehlikeye girdi. Çünkü başta Mekke olmak üzere, çevrede yaşayan birçok kabile Müslüman olmuştu. İşledikleri bu suçu vicdanî muhasebe süzgecinden geçirdiler. Hz. Peygamberle uzlaşma ve antlaşma yollarını aramaya başladılar. Âkil kişilerin de devreye girmesiyle Hz. Peygamber’e bir heyet göndermeye karar verdiler. Hazırlanan heyet H. 9. yılda Medine’ye ulaştı. Hz. Peygamber (sas) ise Tebük seferinden henüz yeni dönmüş hane-i saadetlerinde istirahatta idiler. Medineliler, gelen heyetin Taifli olduğunu anladılar. Aslında onları beklemiyorlardı. Hemşerileri olan Muğire b. Şube, durumu Hz. Peygamber(sas)’e bildirmek üzere yola çıktı. Yolda karşılaştığı Hz. Ebû Bekir bu görevi kendisinin yapmasından mutlu olacağını Muğire’ye söyledi. Zira Sakif kabilesinin Müslüman olmasını kendisi de çok arzu ediyordu. Hz. Peygamber (sas) haberi aldıktan sonra Taiflilerle yakından ilgilendi. Onları Mescid-i Nebevi’ye yerleştirdi. Onlara ev sahipliği yaptı ve en güzel şekilde ağırladı. Bir müddet sonra Taifliler İslam’ı kabul edeceklerini beyan ettiler. Fakat bununla beraber bazı şartlarının da olduğunu ileri sürdüler. Şöyle ki;

1. Taif’liler günlük farz namazlardan muaf tutulacaklardır.

2. Zekât vermekten de muaf tutulacaklardır.

3. Taif mukaddes bir şehir (Haram) olarak tanınacaktır. (Yani Mekke gibi)

4. Mecburi askerlik hizmetinden (cihaddan) muaf tutulacaklar.

5. Şehre ait putun bulunduğu mabet yıkılmayacaktır.

6. Gayrı meşru ilişkiler yasaklanmayacaktır.

7. Faizli işlemler yasaklanmayacaktır.

8. Alkollü içkilerin içilmesi yasaklanmayacaktır.

Heyet hazırlamış oldukları bu maddelerin kabul edileceğini düşünerek Hz. Peygamber (sas)’in onayı için bir de mühür yeri bırakmışlardı. Taifliler bununla ibadetlerden muaf olmayı,   sadece sözle Hz. Peygamber (sas)’in Allah’ın elçisi olduğuna razı olmak istiyorlardı. İslam’ı sadece siyasî bir bağ Hz. Peygamber (sas)’i de bir kabile lideri gibi algılıyorlardı. Bununla beraber Hz. Peygamber’i şan, şöhret ve kişisel üstünlük gösterisinde bulunan bir kişi gibi de görüyorlardı. Dolayısıyla O’nu bu nitelikleriyle kabul ettiklerini beyan edince, İslam’ın emirlerinden muaf tutulacaklarını düşünüyorlardı. Oysa hakikat bu değildi. Aynı tarz bir teklif zaten daha önce Mekke döneminde Kureyşlilerden de gelmişti. Kendilerine başkan seçmek, mal mülk bağışlamak vs. gibi.

Hz. Peygamber bu uzlaşı metnine itibar etmedi. Onların algı dünyasına muttali oldu. Yani kendisinin Peygamber olarak algılanması noktasından hareketle, anlayabilecekleri bir dil ile onlara hitap etti. Aslında bu akıl almaz teklif karşısında sert bir tavır da takınmadı. Şunu ifade etti: Bu utanılacak bir tekliftir. Ve devamında da onlara şöyle bir konuşma yaptı: “Namaz, Rabbimiz olan Allah’ın mevcudiyetini kabul ve ikrar eden kulun bir dış görüntüsüdür. Allah inancı taşıyan bir din, Allah’a ibadet etmek suretiyle onun varlığını tanımayı ifade eden bir hareketi içinde taşımıyorsa artık o din, bir din adını taşımaya lâyık değildir. Fuhuş ve zina’ya gelince, sosyal hayatta bu fiilden daha iğrenç ve nefrete layık bir hareket yoktur. Aranızda hiç kimse, karısının, kız kardeşinin yahut kızının herhangi bir insan tarafından tecâvüze uğramasına rızâ göstermez. Aynı şekilde, diğer insanların da akrabalarının sizin tarafınızdan tecâvüze uğramalarına rızâ göstermeyeceklerini anlayışla karşılamak gerekir. Şayet gerçekten put herhangi bir kuvvet ve kudrete sahip bulunuyorsa her şeyden evvel kendisine zarar veren kimseyi derhal cezalandıracaktır. Ancak onu yıkmak için sizlerden kimse zorlanacak değildir. Onu yıkacak olanları biz buradan göndereceğiz. Ve böylece şayet çekecekse, putun öfkesini üzerlerine çekecek kimseler, bu yıkıcılar olacaktır.” [1]

Taifliler bu konuşma ve tekliflerinin reddi sonrası kısa bir tereddüt ve düşünce içinde kaldılar. Bir müddet sonra da İslam’ı kabul ettiler.

Bu olayda dikkati çeken en önemli husus Hz. Peygamber (sas)’in kararlı tutumudur. O, İlahi tebliğin özünü ve esasını oluşturan tevhidî anlayıştan taviz vermemiştir.

Konunun ana teması üzerinden hareketle, bu vb. olaylar bir sonraki yazıda değerlendirilmeye devam edilecektir.

İlgili Yazılar:

Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-I

Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-II

Bir Medeniyet İnşacısı Olarak Hz. Peygamber(s.a.s)-IV



[1] Muhammed Hamidullah. İslam Peygamberi c.1. s.497-498.

Yazar: 

Add new comment

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.