“Tebliğime karşılık sizden herhangi bir şey beklemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine aittir.” diyen Muhammed ne demek istiyor?
Hayır, böyle bir gayret mümkün değil.
Ben de fakiri doyururum, ama kabile çıkarım söz konusu ise… Hacılara su da dağıtırım, ama adım yücelsin diye… Haklı da haksız da olsa akrabama sahip çıkarım, zira o benim sığınağımdır.
Savaşta sırt çevirip kaçmam, cesaretliyim; çünkü kavmimin nezdinde ebedîleşmeyi arzular, Mekke kadınlarının diline düşmekten korkarım.
Dünyada bana faydası geri dönmeyen hiçbir söz ve fiili yapmam. Günahımı bile boşa kimseye vermem. Allah için, ahiret için, cennet için, diye başlayan her cümleye mesafeliyim. Dünya çıkarı olmadan kılımı kıpırdatmam; kıpırdatan bir insan olduğuna da asla inanmam.
Böyle bir insan olamaz. Hayır, mümkün değil. Bakalım bu sözler hangi menfaati örtmek için. Mekke’nin liderliği mi hedefi, bizimle paylaşmaz mı iktidarı? Yoksa Mekke’nin en zengini mi olmak arzusu, ne zaman doyar bu ihtirası. Hayır, bu tebliğinin mutlaka bir amacı olmalı. “Gelin Rabbimize kul olalım, kardeş olalım.” ne demek? Ben insem de Bilal’in sırtından, birileri binmeyecek mi?.. Kölelerin sırtları biz efendilerini taşımaktan öte ne ki?..
Ebu Cehil’in kafası bu sorularla kavruluyordu.
***
Âmâ, masada üzüm yiyenleri uyarır, ikişer ikişer yemeyin, diye. Öyle yemiyoruz ki, denilince “Ben öyle yiyorum da…” der. Hayatı dünya metrajlı çıkarlarını aşan bir sevdayla yaşayamayan cahiliye insanının, ahiret bakışlı bu koşuşturmayı şaşkınlıkla ve inkârla seyretmekten öte bir yaklaşımı olmamıştır tarih boyunca. Allah, ahiret, vahiy reddedildiği gibi insan-ı kâmilin varlığı da reddedilir küfür diyarında. Madde motivasyonu dışında bir amaçla harekete geçen insandır öncelikle inkâr edilen.
Vahiy, önce insana insanı tanıtır. Kendinin aşkın boyutuna iman etmesini ve bunun gereğini amele dökmesini ister ondan. Bu ilmin kapısı, itikad etmekle açılır. Rasûlullah (s.a.s) bir başka şey için değil, ancak ahlakı tamamlamak için tüm insanlığa Rabbin hediyesidir bu anlam dünyasında.
Allah için iş işlemek, O’nun için olmak, kalbi bir başka sevgiye çiğnetmemek, tevhidin hakikatine varmak mümkündür ve mümin için en büyük hedeftir. Bu hedef, İslam erleri için bir ütopya değil binlerle örneğiyle kanıtlanmış bir gerçeklik kervanıdır. Yaşlı dünyamız sevilen, güvenilen, yalnız Allah için harekete geçen bu insanlardan yüz binlercesine şahit olmuş ve olmaktadır.
Çağdaş insanın problemi de bu eski saplantıda yatmaktadır: Bugüne kadar görülmedi, biz de görmüyoruz bu anlattığınız İNSANI. Onun olduğunu değil hatta olabilirliğini dahi kabul edemez inkâr. Küfür diyarında insan, içinde yer aldığı dünyanın bir parçasından ibarettir; örneklik ihtiyacı için de semavi bir müdahaleye ihtiyaç yoktur. Kendini dünyayla başlatan ve dünyayla bitiren cahiliye inkârı, insanı ‘esfel-i safilin’de hayvanlaştırmış ve onu ederinin altında satmıştır.
Masada Alman usulü hesaplaşan, babasına dahi güvenmeyen bu yakıcı düşünce, içine aldığı insanlığı yakmaya devam eder. Çıkarı olmadan parmağını dahi oynatmayan; hasbîlik yerine hesabiliği öğütleyen bu sapkın inanç, ben’imizi aşan bir sevgiye ve kardeşliğe de inanmaz, onu üretemez.
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.”(Müslim, İman 93-94) Ana yurdu olan cennete girişi dahi kardeşlerine olan muhabbetiyle ilintilenmiş bir ümmettir Muhammed ümmeti.
İbadetine tat, imanına halâvet katabilmek, haramlara tiksinti duyabilmek, dildeki tevhidi kalbin özüne yerleştirebilmek… Kısacası hayatının amacı kendi ben’ini aşan bir sevgi üretebilmesiyle mümkündür İslam insanının. Bir kardeşini kendinden öte sevemedikçe, ona katıksız güvenemedikçe kemale ulaşamadığı ona hatırlatılır. Bu kemale ermeden de ÖLME, denir. Hayatını, insanlaşma serüveni peşinde aramakla geçiren ümmet, hedefe ulaşır. Arayan bulur. Bu hedefe itikad etmeyen ne arar ne bulur. ‘Kamil insan’a itikat etmeyen, aramayan ve bulamayan cahiliye; çatışan, sömüren, bölüşemeyen, birbirinin kurdu olan mahlûku üretir.Kendini değerine satanlar, rızayı İlahî’ye ulaşırken kendini değeri altında murdar edenler, dünya ve ahiret kâbusuna mahkûm olur.
İlahlık iddiasındaki en güçlü düşman, bizzat kendi nefsimizdir. Nefsimizin bu iddiadan, kamuflâjla değil damıtılarak temiz hâle gelebilmesi, kalplerin özünü bilen Allah’ın indinde de gerçekten zordur. Nefsin her hücresinde bu tevhide ulaşabildiğinin ve insanın ‘kalb-i selim’ hedefine vardığının en önemli alametlerinden biridir, kendini aşan bir sevda üretebilmek. Kalp bu balı üretti mi kulluk âsan olur, kolay olan kolaylaşır. Şirk ve haram tiksinesi olur. Dünya menfaatleri bir sineğin kanadı kadar küçülür. Bu kalpten artık îsâr çıkar, hicret çıkar, şehadet çıkar… Allah için amel işlemek, her hissediş ve amelde layıkıyla Allah için olmak ancak bu kalbe ve ağza yakışır.
Ümmet-i Muhammed olabilme şerefiyle hayat sürebilme ve Livau’l-Hamd altında toplanabilmenin ön verileri dünya hayatında gözlenebilir. Ahirette Rasûl’ün sancağı altında toplanma kavlî dualarının, ancak dünyada Tevhid Sancağı altında vahdet olabilenlere nasip olacağını; cennette Rasûl’e komşuluğun, yeryüzünde tüm risklerine rağmen Rasûl’ün getirdiği ilkelerle sınırları çizilen bir itikadî vatanda ayaklarımızın sabitlenmesiyle mümkün olabileceğini tefekkür etmeliyiz. Namazı, orucu, haccı, zekâtı, tilaveti vb. ile güzel fotoğraflar verebilen insanımız, gerçekten kardeş olabilme noktasında yaya kalıyorsa “Ey mutmain nefs! Sen O’ndan hoşnut, O senden hoşnut olarak Rabbine dön. Kullarıma katıl. Ve cennetime gir.” (Fecr 89/27-30) hitabına nasıl kulak verebilecektir. Aslında cennet dahi köşkü, hurisi vb.den öte, kardeşlerimizle cennet değil midir? Ne dersiniz, kardeşliğe çıkmayan yol, cennete çıkar mı?
Ebû Cehil, Hz. Muhammed’e (s.a.s) kendi nefs rakımından bakarak “Ene Rabbükümü’l-a’lâ!: Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Nâziât 79/14) diyen Firavun gibi kendi vardığı noktanın maverasını inkar etmeseydi Rabbine çıkan bir yol bulabilecekti. Nefs dağının üstünden başını uzatabilse dağın ardını anlayabilecekti. “Belki ben bulamamış ve olamamışımdır ama âdemoğlundan bir bilen ve bulan olabilir.” düşüncesine ihtimal kapısını aralasaydı orada ahlakı tamamlayan Muhammed’i, Ebu Bekir’in gözüyle görecek ve onun üzerinden Kelâmullah’la buluşabilecekti. Rabbini bilebilecekti. Kendi nefsini bilememesi, kendi ötesinde bir kemale ihtimal vermeyişi; tüm insanların ancak bir dünya menfaati ile davranacağı noktasındaki itikadı, onu inkârda bıraktı. Ebû Cehil; insanı tanıma sürecinde kendi nefsinin söylemlerini aşamadı ve Rabbine ulaşamadı.
Zira nefsini bilmeyen Rabbini nasıl bilsindi?
Add new comment