Add new comment

Bu Gece Meleklere Dokundun mu?

“Evladım, Bu Sene Ramazanı Sizde Geçirmeye Karar Verdim.”

Yaşı kırkın üzerinde olanlar bilirler; bundan yirmi sene önce ne zaman ramazan hakkında konuşulması gerekse yaşı elli altmışı geçmiş olanlar söze hep “Ahh! Benim çocukluğumun ramazanları…” ifadesi gibi özlem ve hüzün dolu cümlelerle başlarlardı.

Aslında tam da yazımızın ana konusudur kastedilen. Yani Osmanlı’nın ikliminde yeşermiş ramazanlardır aranan.

Benim yaşım kırk iki. Ama çocukluğumun ramazanlarına şöyle bir baksam, aynı hüzün ve hasret duygusunu yakalayabilir miyim diye düşündüğüm zamanlarda, elimde kalan hep bir yokluk duygusu oldu.

Kimliksiz ve kimsesiz medeniyetin (!) çocukları olduk… 

Sıradan, toplumsal değerlerden uzak ramazanların tek güzel hatırası, iftar sevinci ve uyku mahmuru sahurlar…

Yalnız, acaba sizin dikkatinizi de çekti mi? Son on yılın ramazanlarında giderek artan bir değişim var. Ben bu değişimi müspet manada görüyorum. Umarım sizin için de öyledir.

Zira şu an yirmi yaşında olan gençlere yıllar sonra geçmişteki ramazanlar sorulduğunda en azından iman etmiş gençliğin yüzde sekseninin hatıraları şöyle olacak (İstanbul’da oturanlarını kastediyoruz) :

Babadan zorla koparılan üç beş kuruş…

Kafa dengi üç beş arkadaşla Üsküdar veya Kadıköy’e gidiş…

Oruçlu ve neşe içinde bir vapur sefasından (Vapurda kameralı cep telefonuyla fotoğraf çekimi ihmal edilmeyecek!) sonra Eminönü’ne geliş…

Aheste bir yürüyüşle Gülhane’den Sultanahmet’teki kitap fuarına varış…

Cepteki paranın ince hesapları yapılarak satın alınan kitaplar… (Çoğu zaman iftar için ayrılmış olan para da burada biter ve gençler iftarı bir ramazan çadırında yapmaya karar verirler.)

Estetik zevki gelişmiş olan gençler akşama doğru Eminönü’nden Üsküdar’a, acelesi olanlar Kadıköy’e vapurla geçerler.

Üsküdar’da ramazan çadırında veya ramazan vapurunda yapılan iftardan sonraMihrimah Sultan Camii’nde kılınan akşam namazı, ardından Üçüncü Ahmet Çeşmesi’nden içilen hurma şerbeti…

Sanki her yıl bunlara yeni bir hatıra ekleniyormuş gibi geliyor bana…

Ve ben artık bu hüzün medeniyetinin kıştan çıktığına, baharın kokusunu duyduğuna, işin sadece açan tomurcukları görmeye kaldığına inanıyorum…

Sonrası meyve zaten…

Neden mi böyle düşünüyorum?

Osmanlı ramazanlarına dair ne kadar çok şey okursanız okuyun göreceksiniz ki ramazan denince Osmanlı toplumuna hâkim olan iki duygu var: Neşe ve heyecan.

Sakın bu neşeden Osmanlı’nın son yüzyılında sadece Şehzadebaşı’nda ve Beyoğlu’nda üç beş tiyatroda oynanan kantoları kastettiğim anlaşılmasın. Zira 20 milyon km2’nin neşesi bu değildi. O civarda Ermeni ve Rum vatandaşlarımız ile tıpkı şimdi olduğu gibi kafa kâğıdı Müslümanlarının tercih ettiği bir türdür bu ve inanın bana kafasının üzerinde bir kumaş parçası (Kasten başörtüsü demiyorum) taşıyan genç kızlarımızın çeşitli konserlerde attıkları çığlıklardan daha bayağı değildi.

Zira mümin hanımefendinin vakarı kaybolduğunda mümin erkek yetişmeyeceği aşikârdır.

Ancak ister kantoya gidin, ister bir kahvehanede Hamzanâme veya Battal Gazi dinlemeye, ister Huzur Dersleri‘ne veya Beyazıt Kulesi’ne, ister bir medreselinin sohbetine veya bey konağında derse, ister Karagöz’e, isterOrtaoyunu’na…

Giderken içiniz kıpır kıpır, neşe doludur.

İşte ben bu neşenin ve heyecanın kaynağı nedir diye düşündüm. İlk teravih gecesinde heyecan ve telaşla mescide yetişmeye çalışırken başımı semaya kaldırdığımda cevabı buldum…

Görmedim ama orada olduklarını biliyordum. Semayı rahmet melekleri doldurmuştu. Uzatıversem elimi benimle musafaha edecekler

sandım. Ben Allah’ın iyi bir kulu değilim. Hadsizliğimi edepsizliğime değil O’nun rahmetinin büyüklüğüne olan inancıma bağlayın.

Allah’ın kulları mescide giden yolda acele adımlarla büyük bir heyecan ve neşeyle koşuştururken meleklerin onları seyrettiğini, onlar için sevindiğini hatta onlar için dua ettiklerini düşünüyorum. Böyle bir halde sonuç neşeden ve tatlı bir heyecandan başka ne olabilir ki?

Yani aslında değişen bir şey yok…

Hadi şimdi gelin yüz yıl öncesine gidelim ve Osmanlı’da iftar bedavaya nasıl getirilir onu görelim:

Önce iftarı nerede yapmak istediğinizi seçin. Anadolu Yakası’nda oturuyorsanız işiniz bir hayli kolay. Hele bir de Avrupa Yakası’nda özellikle Suriçi (Beyazıt, Aksaray, Laleli, Sultanahmet, Fatih) ve Eyüp civarında bir akrabanız varsa otuz iftarı da otuz sahuru da hallettiniz demektir. Zira bu bölgeler ramazanda tam pansiyon ücretsiz konaklama yerine dönüşür. Zengin fakir hiç fark etmez, bu bölgede bir fakirhaneniz varsa her an kapınızı bir yeğen, bir amca, bir dayı, bir hala çalabilir ve: “Evladım, bu sene ramazanı sizde geçirmeye karar verdim.” diyen biri ile karşılaşabilirsiniz. Kapıyı çalan misafir asla asık bir suratla karşılaşmaz. Zira ramazanda nüfusu neredeyse ikiye katlanan bu semtlerin halkı günler öncesinden yatılı ramazan misafirleri için hazırlıklarını yapmışlardır bile. Döşekler kabartılmış, çarşaflar sakız gibi yapılmış, yorganlar yeniden yüzlenmiş ve lavantalarla kokulanmış, kiler ağzına kadar doldurulmuştur.

Ramazanda misafirsiz bir iftar sofrası!..

Daha korkunç bir şey olabilir mi?

Özellikle bu semtlerin seçilmesinin birinci sebebi Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretleri’nin burada bulunmasıdır. Bir başka sebepse diğer türbe ve büyük selâtin camilerin, burada daha çok ve birbirine yakın olmasıdır. Mesela Fatih civarında oturan bir akrabaya misafirliğe gittiniz mi otuz teravih namazını da çok yürümeden farklı camilerde kılabilirsiniz.

Ama ille de Eyüp’teki teravihler demeye gerek var mı?

Yaşlıca bir halanın evinde bazen üç amca kızının veya bazen birkaç teyze oğlunun bir araya geldiği de olurdu ki değmeyin o gençlerin ramazan keyfine…

Bu semtlerde bir akrabanız yok mu? O zaman üzgünüz yatılı değil ancak iftara misafir olabilirsiniz. Kime mi iftara gideceksiniz? Hiç önemli değil… Şöyle dışarıdan gözünüze kestirdiğiniz büyükçe bir konak bulun yeter. Kapıyı çalmanıza gerek yok, zaten kapıları açıktır. Halayıklar, hizmetçiler sizi karşılar, iftar edilecek odaya alırlar. Biraz vaktiniz varsa iftardan sonra konağa getirilen hoca efendinin vaaz ve nasihatini dinleyebilir, hep birlikte teravih kılabilirsiniz. İşiniz bitti mi, gidiyor musunuz? Hazır olun, yarınki iftarın yol parasını da çıkardık. Nasıl mı? Sizi uğurlayan halayık elinize bir kese tutuşturacak çünkü. Neden mi? İftar vermek yerine iftara geldiğiniz (çağrılmadan) için halinizin vaktinizin pek iyi olmadığı ihtimaline karşılık size verilen bir hediyedir o. Ama siz onu sadaka zannetmeyesiniz diye ‘diş kirası’ demişler adına. Yani “Yaptığımız yemeklerle nazik, narin ağzınızı yorduk, kusura bakmayın. Bunu verdiğimiz zahmetin karşılığı olarak kabul edin.” demeye getirirler. Artık siz eşe dosta anlatır durursunuz:

Filan yılın ramazanında Eminönü’ne gitmiştim. Tophane Müşiri filan paşanın konağında iftarı yaptım. Orada yediğim süt kebabını, zerdeyi, cevizli baklavayı hâlâ unutamadım. Pek mahir bir aşçısı varmış paşanın. Çıkarken de diş kirası tam on akçe vermişlerdi. Pek cömert bir paşaydı canım!”

Şimdi on akçeyi aldınız ya… Yarın evinizden öğlen üzeri çıkıp Üsküdar’da şöyle bir Aziz Mahmud Hüdâyi’yi ziyaret ettikten sonra Mihrimah Sultan Camii’nde filan hafız efendinin o güzelim kıraatiyle mukabelenizi dinleyin. Sonra Beylerbeyi’ne salınıverin. Orada gözünüze zarif bir yalıyı kestirin. Girin içeri, boğaza nazır bir iftar yapın bu akşam…

Ama derseniz ki benim gözüm yalıda, yemekte değil. Ben bu ayın ruhuna uygun bir şeyler istiyorum. Sorun, soruşturun; ilmi ile âmil ve de kâmil bir hoca efendi kimin konağında tefsir dersi yapar, hadis yorumlar hemen bulursunuz. İsterseniz her gün ayrı bir hocayı dinleyin, isterseniz aynı konakta otuz gün aynı hocayı dinleyin… İnanın kimse size “Yine mi sen!” demeyecektir.

Osmanlı sınırlarındaki ilk iftar ezanı Tebriz’de okunur. Bunu Erzurum, Konya, Kütahya, İstanbul vesaire takip eder. Derken sınırlarımız içindeki son iftar ezanı Fas’ta okunur. Ama Tebriz’den tam üç buçuk saat sonra.

Bu kadar geniş bir coğrafyada nereye giderseniz gidin ramazanda aç kalmayacağınıza emin olabilirsiniz.

Yıllar önceydi… Lisedeki tarih öğretmenimiz Fatih döneminde Bursa ve Edirne’de zekât verilecek kimse bulunamadığını, şehirlerdeki büyük çeşmelerin ramazanda, kandil ve bayram gibi özel günlerde bir lülesinden yağ, diğer lülesinden bal akıtıldığını söylemişti. Tebessüm etmiş ve ecdadı göklere çıkarmak için uydurulmuş bir söylem olduğunu düşünmüştüm. Ertesi yıl aynı şeyi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki akademik ağızlardan duyunca inanmak zorunda kaldım. Ama yine de kendimi ikna edememiştim. Bir masal ritüeli gibi gelmişti bana. Ta ki geçen sene Sultanahmet’teki Alman Çeşmesi’nden bal, Üsküdar’daki III. Ahmet Çeşmesi’nden hurma şerbeti içinceye kadar.

İbn-i Haldun der ki: “Su nasıl suya benzerse milletlerin istikballeri de geçmişlerine öylece benzer.” Yazının başında demiştim ya dallar meyveye durdu artık… Size çok küçük bir ayrıntı gibi gelebilir ama bunlar yaklaşan bahar kokusundan başka bir şey değil bence…

Yazar: 
Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.