Add new comment

Bir Bilâl, Bir Dünya Ebû Cehil’e Bedel

:عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ عَمْرٍو رَضِيَ اللهُ عَنْهُمَا اَنَّ النَّبِيَّ صَلَّي اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ 

لَزَوَالُ الدُّنْيَا أَهْوَنُ عَلَي اللهِ مِنْ قَتْلِ رَجُلٍ مُسْلِمٍ

                Hz. Abdullah b. Amr (r.anhümâ)’dan nakledildiğine göre Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah katında dünyanın yok olması, bir Müslüman’ın öldürülmesinden daha hafif kalır.”(Tirmizî, Diyât 7; Nesâî, Tahrîmüddem 5)  

                                                                                                                     

Allah’ın Yarattığı En Değerli Varlık

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”[1]

Her şey bu ilâhî fermanla başladı. Yüce Allah, yeryüzünde bir halife yani kendi kanunlarını uygulayıp hâkim kılacak bir varlık yaratmayı irade buyurdu. İşte bu insandı. İnsan bu iş için özellikle seçilmişti. Allah (c.c.) dileseydi bütün kâinatta olduğu gibi yeryüzünde de kanunlarını vasıtasız ya da melekleriyle yürütürdü. Çünkü Allah (c.c),  ezelden ebede her şeye gücü yeten ve her türlü eksiklikten münezzeh olandı. Fakat O (c.c.), insanı tercih etti. Hiç şüphesiz bu tercihte nice hikmetler gizliydi. Alîm ve Hâkîm olan Allah’ın insanı yaratmasında Rahmân sıfatıyla yani eşsiz merhametiyle tecelli edişi, ön plandaydı.

“Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı.”[2]  Vedûd özelliği yani en yüce sevginin sahibi bir Rab oluşu da buna bağlı olarak düşünülebilirdi. Rabbimiz (c.c), İlahî rahmet ve sevginin aynası olan insanı önce çamurdan yaratıp şekillendirmiş sonra da içine kendi ruhundan üflemişti.[3] Böyle iki ana unsurdan yaratılan insanın iki farklı yönü vardı. Birincisi çamurla bağlantılı olan biyolojik ve maddî yön, diğeri ilâhî solukla bağlantılı ruhî ve manevî yön. Ve insan, irade sahibi kılındı. Yüce Allah, “Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına attık.” [4] buyurdu. Başlangıçta en güzel kıvamda yaratılan insanın önüne iki yol açılıp gösterildi.[5] Bu yollar şükür ve nankörlük yollarıydı: “Biz ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör.”[6]

Şükür yolunu seçenler en güzel yaratılışta kaldılar. Bu mertebe, meleklerin bile secde ettiği insanın mertebesiydi.[7] Nankörlük yolunu seçenler ise aşağıların aşağısına düştüler. Bu mertebede insan, hayvanlardan bile aşağı konumdaydı.[8] Böylece insanlar kendi seçimleriyle iki kutba ayrılmış oldu. Hidayeti seçenler hak kutbunu, dalâleti seçenler ise batıl kutbunu oluşturdular. Hak, her zaman ve her zeminde doğru olanın; batıl ise yanlış olanın adıydı. Başka bir ifadeyle hak, Hakk’tan gelen;  batıl ise Hakk’ın dışında kalan her şeydi.[9]

Hak ve Batıl Savaşı

Hak ve batıl kutbu, Habil ve Kabil olayından sonra kesin çizgilerle birbirinden ayrıldı. Yeryüzünün ilk şehidi Hz. Hâbil (rh.a.)’in yolundan gidenler ilâhî ruhun peşinde yüceldikçe yüceldi. Yeryüzünün ilk canisi Kabil’in izinde olanlar ise çamura saplanıp aşağıların aşağısına indi. “Nefse ve onu düzenleyene, ona kötülük duygusunu ve (günahlardan) korunma yeteneğini ilham edene (yemin olsun ki), nefsini temizleyen mutlaka kurtuldu. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de zarar etti.”[10]

Hak ve batıl arasında kıyamete dek sürecek amansız bir mücadele başladı. Bu mücadelede hak kutbuna peygamberler, batıl kutbuna tağutlar önderlik edecekti. Aslında her şey cennette başlamıştı. Orada asıl vatanında mutluluk içinde yaşayan insan, şeytanın aldatmasıyla yasak meyveden yemiş ve dünya gurbetine sürgüne gönderilmişti.  “Haydi, kiminiz kiminize düşman olarak yeryüzüne inin.”[11] Yüce Allah, düşüşten sonra tevazu ve pişmanlıkla kendisine yönelen insanı affetti ve ona ayrılıktan sonra kavuşmanın, gurbetten sonra vuslatın yolunu gösterdi: “Hepiniz oradan (cennetten) inin. Tarafımdan size bir yol gösterici (Peygamber) gelir de kim ona uyarsa, artık (dönecekleri cennette) onlar için korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.”[12]

 Peygamberler Tağutlara Karşı

Tarih boyunca peygamberler ve bağlıları, tağutlar ve yandaşlarıyla her cephede savaştı. Bu cephelerden sadece bir tanesi, bilinen manasıyla silahlı çarpışma sahasını ifade ediyordu. Diğer cepheler ise fikir ve propaganda savaşlarının yapıldığı manevi cephelerdi. İnsanlığın Hz. Âdem (a.s.)’den sonra ikinci atası sayılan Hz. Nuh (a.s)’un mücadelesinde hemen hemen tüm bu manevi cepheler görülebiliyordu:

Nuh aleyhisselam kavmini tek bir Allah’a ibadete çağırıyor ve onlara ahiret azabını hatırlatıyordu.[13]Kavmi ise onu sapıklıkla suçluyordu. Hz. Nuh (a.s), kendisinde bir sapıklık olmadığını, bilakis Allah’ın elçisi olduğunu ve sadece vahye tabi olduğunu ifade ediyordu.[14] Ayrıca kavminin ileri gelenleri, onun kendileri gibi bir insan olduğunu söyleyerek de ona karşı çıkıyorlardı. Yine Hz. Nuh (a.s)’a uyanların toplumun en aşağı tabakasından zayıf ve fakir kimseler olduğunu ileri sürerek, inananların kendilerinden üstün olmadığını aksine yalancılar olduğunu da söylüyorlardı.[15] Onlar bu sözleriyle Hz. Nuh (a.s)’a, fakir ve zayıf mü’minleri kovmasını ima ediyorlardı. Ayrıca bu sözlerle, insanı aşağılayan ve sınıf üstünlüğüne dayalı ırkçılığı savunan maddeci ve kibir kokan bakış açılarını da ele veriyorlardı. Hz. Nuh (a.s) ise kendisinin Allah’tan gelen apaçık bir delil üzere bulunduğunu ve ilahi rahmete nail olduğunu söyleyerek, tevhid davetine karşı onlardan bir mal ve ücret istemediğini ifade etti.[16] Böylece O, kendi isteğine göre hareket etmediğini ve kâfirlerden maddi bir beklentisi olmadığı için de onların her istediğini yapmasının söz konusu olmadığını ilan etmiş oluyordu. Bu açıklamadan sonra kâfirlerin, yanındaki fakir mü’minleri kovma isteklerine şöyle cevap verdi:

“Ben iman edenleri kovamam. Şüphesiz onlar Rablerine kavuşacaklar. Ancak ben, sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum. Ey kavmim, eğer onları kovarsam bana Allah’tan başka kim yardım eder? Siz hiç düşünmez misiniz?”[17]

Hak ve batıl arasında süregelen mücadele devirler boyunca devam etti. Aslında bu mücadele, insan onurunu savunanlarla, insanı aşağılayanlar arasında cereyan ediyordu. Peygamberlerin insan oluşları bile batıl ehlinin itiraz konusu oluyordu: “İnsanlara hidayet geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, ‘Allah bir insanı mı Peygamber olarak gönderdi?’ demeleri engel olmuştur.”[18] Yüce Allah, Peygamberlerinin diliyle itirazcılara susturucu cevabını verdi: “De ki: Eğer yeryüzünde, yerleşip dolaşanlar (insanlar değil de) melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek (peygamber) indirirdik.”[19]

Son Peygamber’in (s.a.s) Mücadelesi

Allah’ın Son Peygamberi’nin (s.a.s) kaderi, diğer Peygamberlerden farklı değildi. Mekke müşrikleri alay, hakaret ve işkenceyle ortadan kaldıramadıkları İslâm’ı yok etmek için propaganda silahına sarıldılar. İlk olarak Peygamber’in şahsiyetini hedef aldılar. Onlara göre peygamberlik bir insana indirilecekse bu insan, kabileler nezdinde lider konumda olup siyasî ve malî iktidarı elinde tutan birisi olmalıydı: “(Mekkeli müşrikler), ‘Bu Kur’an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!’ dediler”[20] Allah’ın cevabı gecikmedi:“Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar?..”[21]

Müşrikler, Hz. Muhammed aleyhisselâm’ın peygamberliğe lâyık olmadığı konusunda insanları ikna edemediklerini görünce O’nunla uzlaşma arayışına girdiler. Aslında onlar bu girişimleriyle tertemiz tevhid dini İslâm’ı bulandırmak istiyorlardı. Müşrikler ilk olarak İslam davasından vazgeçmesi karşılığında Peygamber Efendimizi (s.a.s) Mekke’nin en zengini yapmayı, en güzel kızlarıyla evlendirmeyi ve başlarına kral tayin etmeyi teklif ettiler.

Sevgili Peygamberimiz (a.s.), bütün bunları elinin tersiyle itti ve “Vallahi, eğer güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar ben yine davamdan vazgeçmeyeceğim. Ya Allah muvaffak kılar ya da (Allah yolunda) yok olurum.”[22] buyurarak kararlılığını ortaya koydu. Bunun dışında Peygamberimize, kendilerinin bir sene müddetle sadece Allah’a ibadet edebilecekleri; buna karşılık onun da bir sene kendi putlarına tapınması teklifiyle de geldiler.[23] Onların bu önerisi, insanı Rabbine karşı ikiyüzlü bir konuma düşüren ve böylece insan onurunu ayaklar altına alan bir teklifti ve kabulü asla söz konusu bile olamazdı. Nihayet bu teklif, ilâhî kelamla kesinkes reddedildi: “Deki ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibadet ettiğime ibadet etmezsiniz… Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”[24]

Müşrikler Efendimizi (s.a.s) tavize zorlamak için ellerinden geleni ardına koymuyor, Onun tertemiz hislerini bile istismar ediyorlardı. Müşriklerin önde gelenleri, Sevgili Peygamberimizin, insanların Müslüman olmaları için ne büyük bir istek duyduğunu biliyorlardı. Efendimiz aleyhisselam, insanların önderlerine tabi olduğunu görüyor ve bu yüzden müşrik liderlerin hidâyet bulmasını şiddetle arzuluyordu.[25] Bu yolda önündeki en büyük problem, müşrik liderlerin onu dinlemekten bile kaçınmalarıydı. Nihayet bir gün kendisine gelen bir grup müşrik liderin teklifi onu ümitlendirdi.

Bir rivayete göre, isimlerinin Akrâ b. Hâbis ve Uyeyne b. Hısn olduğu anlaşılan müşrikler, Peygamberimize gizlice, onunla konuşmak istediklerini; fakat bunun için kendilerine ayrı bir meclis tahsis etmesini teklif ettiler. Onlar Peygamberimizin etrafındaki zayıf ve fakir mü’minleri küçümsüyor, onlarla beraber oturmayı kibirlerine yediremiyorlardı. Kendilerini onlardan üstün görüyor, gelecek Arap heyetleri tarafından onlarla otururken görülmekten utanç duyacaklarını ifade ediyorlardı.

Peygamberimizin (s.a.s) hiçbir mü’mini sürekli olarak yanından uzaklaştırmayacağını bilen müşrikler, ona sadece kendileri gelince zayıf ve fakir Müslümanları yanından uzaklaştırmasını sonra onlarla dilediği kadar oturabileceğini söylediler. Efendimiz (s.a.s) ise, bu olaydaki yüce amacını anlatırsa, kısa bir süre için yanından uzaklaştıracağı fedakâr mü’minlerin kendisini anlayıp bundan dolayı üzülmeyeceğini düşünmüş olmalı ki, bir an için bu teklife, “olur” diyecek oldu. Fakat Hükümdarlar Hükümdarı Allah (c.c), gayesi ne olursa olsun böyle bir davranışı uygun bulmadı ve En’âm Sûresi 52. ayeti indirdi.[26] 

“Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, senin hesabından da onlar sorumlu değil. Eğer kovarsan zalimlerden olursun.”

Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a)’ın bildirdiğine göre, kendilerini rahatsız edecekleri gerekçesiyle, müşriklerin Peygamberimizden (s.a.s), yanından kovmasını istediği kişilerin sayısı altıydı ve bunlar: Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas, Hz. Abdullah b. Mes’ud, Hüzeyl kabilesinden birisi, Hz. Bilâl ile adlarını vermek istemediği iki kişiydi (r.anhüm).[27] Bunlar müşrikler tarafından küçümsense de Allah katında çok değerliydi; hatta bir Bilâl, bir dünya Ebû Cehil’e bedeldi. Yine, şeytana kulluk eden bir dünya dolusu insanın yok olması, halifelik görevini yerine getiren bir tek mü’minin öldürülmesi yanında hafif kalırdı.

Bir defasında mescidde Kur’ân okurlarken Rasûlullah Efendimiz (s.a.s) muhacirlerin fakirlerinden oluşan bir topluluğun yanına gelmişti. Ne yaptıklarını öğrendikten sonra tam ortalarına oturmuş ve şöyle buyurmuştu:“Ümmetimden, kendileri ile birlikte sabretmekle emrolunduğum kimseler yaratan Allah’a hamdolsun.”[28]

Biz de diyoruz ki: Bizleri Sevgili Peygamberimizin (s.a.s) ümmeti ve seçkin sahâbîlerin (r.anhüm) halefi kılan Allah’a hamdolsun.

               


 


[1] Bakara 2/30.

[2] Rahman 55/1-3.

[3] Sa’d  38/71-72; Hicr  15/28-29; Secde: 32/7,9.

[4] Tin 95/4-5.

[5] Beled 90/10.

[6] İnsan 76/3.

[7] Bakara 2/34 Hz. Ebû Hureyre (r.a), “Mü’min, Allah’ın katında bulunan meleklerden daha değerlidir” buyurmuştur.” (Veki’ b. Cerrah, Kitâbü’z-Zühd, Hadis No:84.)

[8] A’raf: 7/179; Furkan 25/44.

[9] “Hak, Rabbinden (gelen emir, yasak ve tüm bilgiler)dir. O hâlde sakın şüpheye düşenlerden olma!” (Bakara 2/147; Âl-i İmran: 3/60)  “İşte gerçek Rabbiniz olan Allah budur. Haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır? Nasıl da (Hakk’tan) döndürülüyorsunuz.” (Yunus 10/32) 

[10] Şems 91/7-10.

[11] Bakara 2/36.

[12] Bakara 2/38.

[13] A’raf 7/59; Hud 11/26.

[14] A’raf 7/59-62.

[15] Hud 11/27.

[16] Hud 11/28-29.

[17] Hud 11/29-30.

[18] İsrâ 17/94.

[19] İsrâ 17/95.

[20] Zuhruf 43/31.

[21] Zuhruf 43/32.

[22] İbn Hişam, es-Sîre, Mısır,1375/1955;  1/265-266;Peygamberimiz Hayatı ve Daveti (S.Mübarekfuri),İst. :1999 shf. :111.

[23] Taberi, Camiu’l-Beyan fi Te’vîli’l-Kur’ân, thk.: Ahmed Muhammed Şakir, (I-XXIV), cilt:XXIV sahife:661.

[24] Kâfirûn Sûresi.

[25]Hatta O (sas) bu yüzden, “Allah’ım İslâm’ı şu iki adamdan yani Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’dan Sana daha sevimli olanla güçlendir.” diye duâ bile etmişti. Onların Allah’a sevimli olanı Hz. Ömer (r.a)’di ve o da ertesi sabah gelip Müslüman olmuştu. (Tirmizî, Menâkıb:18)

[26] İbn Mâce, Zühd 7.

[27] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe 46.

[28] Ebû Dâvûd, İlim 13.

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.