Peygamberimizin (s.a.s) Ahde Vefası
İslami bir terim olan “ahd/ahid” kelimesi; genellikle “birine söz verme, vaad ve taahhütte bulunma, anlaşma yapma” manalarında kullanılır. Mastar olarak “bir şeyin yerine getirilmesini emretme, talimat verme; söz verme” anlamına gelirken; isim olarak “emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz” demektir. Ahid kelimesinde hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de iman, yalnızca zihnî bir inanma değil, bunun yanında dinî naslarla belirlenmiş olan esaslara uyulacağına dair gönüllü bir taahhüddür. Bu suretle iman ile ahid arasında sıkı bir ilişki kurulmuştur. Mesela; “Siz bana verdiğiniz ahde vefa gösterin ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim.”(Bakara 2/40) mealindeki ayette geçen birinci ahid, Allah’ın kullarına olan emir, yasak ve tavsiyeleri; ikinci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af ve mükâfat olarak anlaşılmıştır. Bir hadiste; Allah’ın kul üzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine ibadet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesi olarak beyan edilmiştir.[1] Peygamberimiz; “Allahım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat gösteriyorum.”[2] diye dua etmiş ve kendini Rabbine karşı daima sorumlu hissetmiştir. A’râf suresinin 172. ayetinde ifade buyrulan kulluk sözleşmesini yorumlayan sûfiler de ‘bezm-i elest’te Allah’ın rab olduğunu ikrar etmeyi ahid, bu taahhüde bağlı kalmayı da ahde vefa kabul etmişlerdir.
Kur’an’a göre ahde vefa, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına sokmuş olan müminin ahlâkî bir borcudur. İster Allah’a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük için ehliyet şartlarını taşıyan bir insanı, borçlu ve sorumlu kılar. İslâm ahlâkında bu sorumluluğun yerine getirilmesine ahde vefa veya ahde riayet denir ki her iki tabir de Kur’ân’dan alınmıştır: Bakara 2/177’de erdemli, sadık/doğru ve muttaki mü’minler, “ahidlerine vefa gösterenler” olarak tanımlanırken; Mü’minûn 23/8 ve Meâric 70/32’de kurtuluşa eren mü’minler, “emanetlerine ve ahidlerine riayet edenler” olarak tarif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm ahde vefa sadedinde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, Müslüman olmayanlara dahi verilen sözde durulmasını emretmiştir.[3]
Ahde vefa göstermede ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Peygamberimizin (sas) “el-Emîn” sıfatının, düşmanları tarafından verilmesinin, kendisinin ahde vefa ve emanete riayet faziletine kemâliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde, ahde vefa göstermeyi imandan, ahde aykırı davranmayı ise nifak alâmetlerinden saymıştır.[4]
Peygamberlikten Önce de Sonra da Emîn ve Sadık idi
Kâbe’nin tamiri esnasında mukaddes Hacer-ül-Esved taşını yerine koyma konusunda Mekkeli kabileler arasında ihtilaf çıktığında, Kâbe’ye ertesi sabah ilk giren kişinin taşı yerine koyması kararlaştırılmıştı. O sabah Kâbe’ye ilk gelen Muhammed (sas) olunca, herkes “el-Emîn” ve “es-Sadık”ın gelmesine ve Hacer-ül Esved’i yerine koyacak olmasına çok sevindi.
Ancak, Hz. Muhammed’e (s.a.s) peygamberlik geldiğinde Mekkeli müşrikler onu reddettiler. Hakaret ettiler, deli, büyücü dediler, iftira attılar, kötü yolları denediler. Fakat ona hiçbir zaman yalancı diyemediler. Bir defasında Kureyş’in önderleri bir araya gelmiş onun hakkında konuşuyorlardı. En tecrübelileri olan Nadr b. Haris şöyle dedi:
-”Ey Kureyş! Başınıza gelen bu belâdan kurtulmanızı sağlayacak bir plan bulamadınız. Muhammed çocukluğundan itibaren içinizde, gözünüz önünde büyüdü. Aranızda en sevilen, en doğru, en dürüst oydu. Şimdi, o olgunluğa erişip size bunları sunduğunda, bu sefer, o bir sihirbazdır, kâhindir, şairdir, delidir diyorsunuz. Allah için ben onun söylediklerini işittim. O sizin söylediklerinizin hiçbiri değil. Başınıza gelen yepyeni bir derttir.”
Hz.Hatice (r.anhâ), ilk vahiy geldiğinde şaşkınlık içinde olan eşi Muhammed’i (sas) şöyle teskin etti:
-”Allah seni esirgesin, Ey Ebû’l Kasım! Allah seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. Çünkü sen doğrusun, emanete riayet edersin, akrabanı gözetirsin, merhametlisin ve güzel ahlaklısın.”
Peygamberimiz (sas), açık tebliğe başladığında Kureyşlileri Safa tepesinde toplayıp onlara sormuştu:
-”Ey Kureyş! Şu dağların arkasında size karşı hazırlanan bir ordu var desem, bana inanır mısınız?”
Bu soruya, orada bulunanların istisnasız hepsi tek bir ağızdan şu cevabı verdiler:
-“Evet, çünkü senden hiçbir yalan söz işitmedik!”[5]
Onun dürüstlüğü konusunda hiç kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Hz. Muhammed (sas), aralarında kırk yıl boyunca kusursuz, lekesiz bir hayat yaşamıştı. [6]
Hasımları hicret öncesinde onu nasıl öldüreceklerini tasarlarken, o kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine nasıl iade edeceğini düşünüyordu. Akşam, müşrikler tarafından sarılan evinde, emanet para ve mücevherleri sahiplerine ulaştırması için yeğeni Hz. Ali’yi (ra) yatağında bırakmış ve sessizce Medine’nin yolunu tutmuştu…
Düşmanları Bile O’nun Ahde Vefasını İtiraf Ettiler
Şam’da bulunan Bizans Kayser’inin, ticaret için gelen Ebû Süfyan’a, Hz. Muhammed (sas) hakkında sorduğu sorulardan biri de O’nun sözünde durup durmadığı olmuştu. Ebû Süfyan, Hz. Muhammed’in (sas) hiçbir sözünden dönmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı.[7]
Rasûlullah’ın azılı düşmanlarından biri olan Safvan b. Ümeyye, Mekke fetholununca Yemen’e geçmek gayesiyle Cidde’ye kaçmıştı. Umeyr b. Vehb Rasûlullah’a gelerek Safvan hakkında konuştu. Rasûlullah (sas) Umeyr’e sarığını vererek:
-“Bu onun emniyetinin teminatına bir işarettir!” dedi.
Umeyr, Safvan’a Rasûlullah’ın sarığıyla birlikte giderek, emniyetinin teminat altında olduğunu ve kaçmasına gerek olmadığını söyledi. Safvan geri dönerek Rasûlullah’a geldiği zaman:
-“Bana eman veriyor musun?” diye sorunca, Rasûlullah (sas):
-“Evet, veriyorum.” buyurdu.[8]
İmdi, düşmanlarının bile kendisinden emin olduğu Peygamberimizin bu yüce ahlakını, kırıntılar halinde bile olsa bugünün dünyasına taşıyabilseydik, herhalde ümmet olarak halimiz bir başka türlü olurdu. O’nun vefakâr ahlakını kuşanabilseydik elbette Allah da hâlimizi güzel eylerdi. Devam edelim…
Unutulmaz Bir Ahde Vefa ve Kadirşinaslık Örneği
Rasûlullah (sas), Mekke’de tebliğ ve davet ortamının iyiden iyiye sıkıştığını görmüş ve bir çare arayışı olarak Taif’e yönelmişti. Ama Taif zorbaları Peygamberimizi reddetmekle kalmadılar, O’nu taşlatarak her tarafını yara-bere içinde bıraktılar. Taif’ten geri dönen Peygamberimiz (sas) bitkin ve yorgun bir halde, doğduğu şehrin yakınlarına geri geldi. Ebû Leheb kendisini yasa dışı ilan etmişti; bu durumda Rasûlullah (sas) şehre girmeyi uygun bulmadı. Önce, Mekke’nin ılımlı liderlerinden biri olan Ahnes b. Şerik’e kendisini himaye etmesi için bir haberci gönderdi, ama o bu teklifi reddetti. Bunun üzerine bir başka lider Süheyl b. Amr’a haberci gönderdiyse de yine sonuç alamadı. Nihayet üçüncüsü, Mut’im b. ‘Adiy O’nu korumayı kabul etti: Yanında silahlı oğullarıyla birlikte Hz. Muhammed’i (sas) karşılayıp, önce yedi kez tavaf etmesi için Kâbe’ye, sonra da kendi evine kadar götürdü ve tüm şehre, Muhammed’i (sas) kendi himayesine aldığını ilan etti. Mut’im bin Adiyy’in işte bu iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah (sas) Bedir Savaşı’nda esir düşen Kureyşlilerle ilgili olarak şunları söylemişti:
“Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest bırakılmasını istemiş olsaydı, ben onun hatırı için bunları serbest bırakırdım.” [9]
Rasûlullah (sas) Yaptığı Hiçbir Antlaşmayı Bozmadı
Hz. Peygamber (s.a.s) Hudeybiye Antlaşması’nı imzaladıktan hemen sonra, hapsedildiği zindandan kaçan Ebû Cendel, elleri ve ayakları zincirli olarak çıkageldi. Peygamberimiz (sas) yanındaki Müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel’i, yeni imzaladığı antlaşmanın bir gereği olarak müşriklere iade etti. Ve ona şöyle dedi:
-”Ey Ebû Cendel! Sabret. Biz ahdimizden dönemeyiz. Allah sana yakında bir yol açacaktır.”
Sahabeden Huzeyfe b. el-Yemân ve bir arkadaşı Mekke’den gelirken müşrikler tarafından yakalanmıştı. Mekkeliler onların Rasûlullah’a (sas) gitmemesi için ısrar ediyorlar, fakat onlar da bunu kabul etmiyorlardı. Sonunda, Bedir Savaşı’na Müslümanlar safında katılmamaları şartıyla serbest bırakıldılar. Rasûlullah’a (s.a.s) gelerek tüm olayı anlattılar. Onlar için ciddi bir doğruluk sınavıydı bu. Zira Müslümanlar sayıca çok azdılar ve müşriklere karşı savaşacak adama ihtiyaç vardı. İki adamın dahi onlara katılması önemli bir katkı olacaktı. Bu durumda Rasûlullah (s.a.s) onlara şöyle dedi:
-”Siz geriye dönün; her halükârda sözünüze riayet edeceğiz. Bizim, yalnız ve yalnız Allah’ın yardımına ihtiyacımız var.”[10]
Özetle: Hz. Peygamber (s.a.s) maliyeti ne olursa olsun, düşmanlarına karşı bile ahdine riayet etmiş ve asla sözünden dönmemiştir. Her konuda olduğu gibi antlaşma ve sözleşme konusunda da Kur’ân’ı öğütlemiş, onu hayatına uygulamış, insanlara da Allah’ın emrettiğini öğretmiş ve talim etmiştir:
“Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getiriniz. Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir.” (Nahl 16/91)
Ve İsrâ suresinde de şöyle buyrulmaktadır:
“… Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (İsra 17/34)
Peygamberimiz (sas) Randevularını Hiç Aksatmadı
Peygamberimiz (s.a.s) günlük hayatında ve bütün ilişkilerinde ahde vefa ilkesine sadık kalmış; bu minvalde verdiği her sözü mutlaka yerine getirmiş, randevularına kesinlikle uymuştur.
Abdullah b. Ebû Hamza, kendi rivayetine göre, Rasûlullah’tan (sas) bir şey satın almış ve ödenecek bir miktar bakiye kalmıştı. Bu ödeme için O’na gideceğine dair söz vermiş, fakat verdiği sözü de unutmuştu. Hz. Muhammed’in (s.a.s) kendisini bekleyeceği yere gittiğinde O’nu hâlâ kendisini bekliyor buldu. Peygamberimiz (s.a.s) sadece şöyle dedi:
-”Bana büyük bir mesele ve güçlük çıkardın. Üç gündür burada seni bekliyorum.”
Sonuç: Rasûlullah’ın Ahde Vefa Mirası ve O’nun Gibi Vefalı Olmak
Ebû Cuhayfe, şunları anlatmıştır: “Rasûlullah’ı saçları aklaşmış beyaz tenli bir adam olarak gördüm. Torunu Hasan b. Ali ona benzerdi. Bize on üç genç dişi deve verilmesini emretmişti. Fakat biz develeri almak için gittiğimizde develeri almadan onun ölüm haberi ulaştı. Daha sonra Ebû Bekir halife olunca, “Rasûlullah’ın verilmiş sözü olan kim varsa gelsin.” dedi. Ben de kalkıp ona giderek Rasûlullah’ın verdiği sözden bahsettim. Ebû Bekir de develerin bana verilmesini emretti.”[11]
Hâsılı; Hz. Ebû Bekir (ra), Allah Rasûlü’nden öğrendiği hak-hukuk anlayışını, verdiği sözde durmayı, ahde vefayı, antlaşmalara sadakati nasıl harfi harfine uygulamışsa, yine onun gibi diğer ashabı ve takipçileri de aynı ilkeleri hayatlarının bir parçası haline getirmişlerse, O’nun ümmeti olarak bizler de hayatımızın her alanında ahde vefa ilkesini gözeterek emin, ahdine ve randevularına sadık, sözüne güvenilir insanlar olmalı ve bunu karakterimizin bir parçası haline getirmeliyiz vesselam.
[1] Buhârî, Libâs 101; Müslim, Îmân 48.
[2] Buhârî, Da‘avât 16; Tirmizî, Da’avât 15.
[3] Tevbe 9/1,4,7.
[4] “Münafığın alameti üçtür: konuştuğu zaman yalan söyler, va’dettiğini yerine getirmez ve emanete ihanet eder.” (Buhârî, İman 24))
[5] Siret Ansiklopedisi, Komisyon, İnkılab Yayınları, 1988-İstanbul, 1/69-70.
[6] Bkz. Yunus 10/16.
[7] Celaleddin Vatandaş, Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti, Pınar Yayınları, İstanbul-2009, 2/362.
[8] Siret Ansiklopedisi, 1/75.
[9] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev: M.S.Mutlu, İrfan Yayınevi, İstanbul-1966, 1/96; Ebû’l-A‘lâ el-Mevdudi, Hz.Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi, çev: A.Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul-1985, 1/577.
[10] Siret Ansiklopedisi, 1/75-76.
[11] A.g.e., 1/76.