Kullarını çok seven Rabbimiz onların mükemmel bir ahlâka, üstün bir edebe sahip olmalarını istedi. Ama insana edep öğretmek kolay iş değildi. Edep ve ahlâk öğretmek için gözle görülen, elle tutulan, davranışları örnek alınan bir modele ihtiyaç vardı. İnsanlara ahlâk modeli olması için en çok sevdiği kulunu, Resûl-i Ekrem’ini yarattı. O’nun eğitimini üstlendi. Kendisini, çocukluğundan itibaren himayesine aldı. Körpecik gönlüne bütün edepsizlikleri kötü gösterdi. Tertemiz kalbinin ahlâk ve edep dışı hareketlere ilgi duymasına fırsat vermedi. Bu sebeple Efendimiz, ahlâksızlığın tabii karşılandığı bir memlekette, gün yüzü görmemiş bir genç kız iffetine sahip oldu. Cenâb-ı Mevlâ’nın kullarına uygun gördüğü, onlarda görmek istediği ahlâk işte bu idi. Bizzat eğitip yetiştirdiği Resûl’ü, istediği ahlâk kıvamına gelince, O’nu peygamber olarak görevlendirdi ve kullarına şöyle demesini emretti: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, Bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân 3/31). Demek ki gerçek sevgi, sevileni mükemmel bir edebe sahip kılmayı, onu Peygamber ahlâkıyla eğitmeyi gerekli kılar.
Biz çocuklarımızı çok seviyoruz. Onların bize Allah’ın emaneti olduğunu biliyoruz. Tertemiz gönüllerinin kötülüklerle kirlenmesini, çirkinliklerle bozulmasını arzu etmiyoruz. Yüce Rabbimiz, iki cihan güneşi Efendimiz’in en üstün ahlâka sahip olduğunu söylediği, bizim de öyle olmamızı istediği için yavrularımızı Peygamber ahlâkıyla yetiştirmek istiyoruz.
• Bizim Peygamberimiz, insanların hoşuna gidecek parlak sözler söyleyen, fakat bu tavsiyelerini yaşamayan biri değildi. O, “Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saf 61/2) âyetini getiren bir Peygamber olarak insanlardan istediği faziletleri bizzat yaşardı. Zira O, canlı bir Kur’an’dı. İşte bu sebeple biz çocuklarımızı Peygamber ahlâkıyla yetiştirmek istiyoruz.
• Bizim Peygamberimiz, kıyamet gününde Allah’ın huzurunda mahcup olmanın endişesini taşır, daha dünyada iken hesabını âhirete göre yapardı. Çok değerli bir sahâbî olan Osman İbni Maz’ûn vefat ettiği gün Ashâb-ı Kirâm’dan biri onun Allah’ın lütfuna nail olduğunu söyledi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sözü doğru bulmadı. “Allah’ın ona ikrâm edeceğini nereden bildin? Ben de onun için hayır niyaz ediyorum. Allah’ın Peygamber’i olduğum halde vallahi bana nasıl muamele edileceğini bilmiyorum.” diyerek, hiç kimsenin kendi âkıbetinden emin olmaması gerektiğini öğütledi. Bu sebeple biz, dünya ile âhireti birlikte kucaklayan, daha dünyada iken âhiretin hesabını yapan nesiller yetiştirmek istiyoruz. Hayatı dünyadan ibaret gören, sadece bugünü düşünen, dünya için âhireti satan eyyamcı nesiller istemiyoruz. Hesabını âhirete göre yapmayanların gözü dönmüşlüğü gözümüzü korkutuyor. Kaybolan nesillerimize ağlıyor, yenilerini kaybetmek istemiyoruz.
• Bizim Peygamberimiz, Allah’tan hem korkar hem de O’nu severdi. Allah’a duyduğu sevgiyi ibadetle ifade ederdi. Bazen ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. O’nun bu haline üzülüp de “Kendini bu kadar yorup yıpratma!” diyen arkadaşlarına, “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” diye karşılık verirdi. Namaz kılmaktan derin haz duyan ve bu hazzını “Namaz gözümün nuru kılındı.” diye ifade eden Efendimiz, “Ben Allah’ı seviyorum.” demenin yetmediğini, sevgiyi ibadetle ispatlamak gerektiğini gösterdiği için, biz de Allah’a bağlılığını ibadetle ifade eden ve ibadetten zevk alan yavrular yetiştirmek istiyoruz. İbadetten kopuk insanların mutsuzluğu içimizi yakıyor. Çocuklarımızı, torunlarımızı bedbaht görmek istemiyoruz.
• Bizim Peygamberimiz, Allah’a derin bir iman ile güvenirdi. Başına gelen sıkıntılar, acılar, ıstıraplar Allah’a olan güven ve tevekkülünü azaltmazdı. Başarısız olmak O’nun azmini sarsmaz; O’nu korku, endişe ve ye’se düşürmez; doğru bildiği yoldan döndürmezdi. Zira ‘başına gelecek bir sıkıntının, o daha yaratılmadan önce Allah tarafından yazıldığına’ iman ederdi. Peygamberliğin ilk yıllarında İslâm düşmanlarından çok çekti. Onun adına çok üzülen amcası Ebû Tâlip, “Gel bu işten vazgeç yeğenim!” diye çok ısrar etti. Ama O “Allah beni yalnız bırakmayacaktır.” diyerek sarsılmaz bir imanla doğru bildiği yolda ilerledi. Hicret gecesi evini kuşatan eli kılıçlı infaz timinin arasından, başı dimdik yürüyüp gitti. O anda, O’nun sıcacık yatağında, Peygamber terbiyesiyle yetiştiği için Allah’a sarsılmaz bir güven ve tevekkülle bağlı yirmi iki yaşında bir genç, dışarıdaki gözü dönmüşlere aldırmadan gönül huzuru ile mışıl mışıl uyumaktaydı. İşte bu sebeple biz yavrularımızın Allah’a tam bir güven içinde yetişmelerini, başarısızlığa uğrasalar bile korku, endişe ve ye’se kapılmamalarını sağlayacak bir eğitimle yetişmelerini istiyoruz.
• Bizim Peygamberimiz, doğru sözlüydü. O’nun bu vasfını düşmanları bile kabul ederdi. Peygamberliğini ilan ettiği zaman O’nu çeşitli bahanelerle suçlayanlar kendisine asla yalancı diyemedi. Ebû Cehil bile O’na “Ben Sana yalancısın demiyorum. Ama ben bütün söylediklerini doğru saymıyorum.” demişti. Allah’ın Resûlü, aralarından çıktığı Kureyş kavmini İslâm’a çağırdığı zaman onları bir araya toplamış, “Size şu dağın arkasından düşman atlılarının gelmekte olduğunu söylersem bana inanır mısınız?” diye sormuş, hepsi birden “Evet, hepimiz inanırız. Çünkü Sen ömründe yalan söylemedin!” demişlerdi. İşte bu sebeple biz çocuklarımızın doğruluğu, dürüstlüğü böyle bir Peygamber’den öğrenmelerini, O’nun gibi doğru sözlü, doğru özlü olmalarını istiyoruz. Yalanın en büyük sermaye olduğu, yalancının el üstünde tutulduğu günümüzde çocuklarımızın yalandan ve yalancıdan nefret eden faziletli birer şahsiyet olmalarını diliyoruz.
• Günümüzde insanlar ahde vefayı unuttu; verdiği sözde durmaz oldu. Vefakârlığa değer verenleri aptal, beceriksiz, iş bilmez adam olarak görmeye başladı. Hâlbuki İlâhî Kitabımız “Verdiğiniz sözü ve yaptığınız antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsrâ 17/34) buyurduğu için Resûl-i Ekrem Efendimiz, ahde vefayı, sözünde durmayı çok önemli görürdü. Ebû Süfyân henüz Müslüman olmadan önce Suriye’de Bizans KralıHerakliyus’un Peygamber Efendimiz hakkındaki sorularını cevaplarken onun bu konudaki sorusunu “O, verdiği bir sözün aksini hiçbir zaman yapmamıştır.” diye cevaplandırmıştı.
Huzeyfe İbni Yemân ile babası Bedir Gazvesi’nden önce Müslüman olmuş, Bedir Savaşı’nın yapılacağını duyunca, Resûlullah’ın yanında yer almak üzere Medine’ye doğru yola çıkmışlardı. Fakat müşrikler onları yakalamış ve bu savaşa katılmamak üzere kendilerinden söz almışlardı. Baba ile oğul Peygamber Aleyhisselâm’ın yanına gelip durumu anlatınca, Allah’ın Resûlü onlara kâfirlere verdikleri sözde durmalarını söyledi ve İslâm tarihinin bu en önemli savaşına katılmalarına izin vermedi. Bugün sözünde durmanın bir meziyet sayılmadığını görüyor, çocuklarımızın geleceği için endişe ediyoruz. Sözünde durmamanın münafıklık olduğunu bilmelerini, dürüstlüğü, ahde vefayı Peygamberlerinden öğrenmelerini istiyoruz.
• Bizim Peygamberimiz, fakirlere, yaşlılara değer veren bir insandı. O’nun bu hali bir Hıristiyan olan Adiy İbni Hâtim’i hayretler içinde bırakmıştı. Çünkü o Fahr-i Âlem Efendimiz’in bir kral gibi yaşadığını düşünüyor, insanlara bir kral gibi davrandığını zannediyordu. Kabilesinin ileri gelenleriyle birlikte Allah’ın Resûlü ile konuştukları sırada yaşlı bir kadının isteği üzerine Efendimiz’in, konuşmayı kesip onun yanına gittiğini gördükten sonra, “Böylesine mütevazı ve halîm bir insan hükümdar olamaz.” diye söylendi. Efendimiz istese krallar gibi yaşardı. Ama O böyle bir hayatı sevmezdi. Herkesten daha sade yaşar, fakirlerin evine gider, onların hatırını sorar, kölelerle aynı sofrayı paylaşırdı. Kendisini ilk defa gördüğü zaman duyduğu heyecan sebebiyle titreyen birini “Arkadaş! Titreme. Ben bir kral değilim. Ben Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek sakinleştirmişti. Biz bugün tevazunun unutulduğunu, bu asil davranışın aptallık kabul edildiğini, mütevazı kimselerin küçümsendiğini, onlarla âdeta alay edildiğini görüyoruz. Allah’ın bizden istediği, Resûlullah’ın örneklerini ortaya koyduğu hayata tamamen ters olan bu gidiş bizi korkutuyor. Biz çocuklarımızın böyle olmasını istemiyoruz. Onların Peygamber Aleyhisselâm gibi mütevazı, fakirlere ve yaşlılara değer veren, hatır gönül bilen insanlar olarak yetişmelerini istiyoruz.
Sözün kısası, Peygamber Efendimiz bizim ahlâk modelimizdir. Allah Teâlâ onu bize örnek olarak göndermiştir. Bir Müslüman’ın ancak böyle bir hayat tarzıyla, böyle bir dünya ve âhiret görüşüyle mutlu olabileceğine inanıyor, yavrularımızı iki cihanda mutlu görmek istiyor ve bu sebeple onlar için İslâmî eğitim istiyoruz.
Yeni yorum ekle