(Nisâ sûresi, 135. ve 136. ayetleri üzerine)
İman, basit bir hadise değildir, hayatın her anına ve her yönüne nüfuz eden şümullü bir tasavvur, kapsamlı bir tasdik, kararlı bir ikrar ve kuşatıcı bir eylemdir.
Hayatımızdaki her şeyin mutlaka imani bir yönü vardır.
İman, itikadi, ameli ve ahlaki boyutların hepsini birden içerir.
Duygularımıza dahi imanımız yön vermelidir.
Sevmek de buğzetmek de, tevellâ da teberrâ da imanın gereklerindendir. Bu konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Sevdiğini Allah için sevmek, yerdiğini de Allah için yermek imandandır.” (Buhârî, İman, 1)
Hz. Peygamber (s.a.v.) “Allah için sevmeyi ve Allah için buğzetmeyi” (el hubbu fillah ve’l-buğzu fillah) amellerin en faziletlilerinden (efdalü’l-a’mâl) olarak ifade etmektedir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 2)
Dinimizde Müslümanların birbirini sevmesi, ilişkilerin sevgi esası üzerine bina edilmesi esastır. Müslümanlar arası sevgi o kadar önemlidir ki Peygamber Efendimiz birbirimizi sevmedikçe iman etmiş olamayacağımızı bildirmektedir:
“Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, İman, 94).
İslam inancında sevgi imanla alakalı görülmüş, birilerini sevmek ya da sevmemek imanın göstergesi olarak kabul edilmiştir. Allah’ı sevmek, peygamberleri sevmek, inananları sevmek ve onlara muhabbet beslemek dinin bir gereği olarak ifade edilmiştir. Öte yandan küfrü imana tercih etmeleri halinde ana-baba ve kardeşlerin bile dost edinilmemesi, onlara sır verilmemesi ve sevgi gösterilmemesi istenmiştir. (Tevbe 9/23; Mümtehine 60/1) Bir hadiste şöyle buyurulur:
“Üç özellik vardır ki bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını tadar: Allah ve Resûlünü herkesten fazla sevmek. Sevdiğini Allah için sevmek. Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman, 9; Müslim, İman, 67)
Bir şeye sevinmek ve üzülmek bile imanla alakalıdır.
Mü’min, kimleri sevip (hubb, velâ, meveddet) kimleri sevmeyeceğini (buğz, berâ, adâvet) imanıyla belirlediği gibi nelere sevineceğine ve nelere üzüleceğine de iman nokta-i nazarından dikkat etmek zorundadır.
“Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları üzer. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar. Şayet siz sabreder ve Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız, onların tuzakları size hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah, elbette onların yaptıklarını (ilmiyle, kudretiyle) kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân 3/120)
“Sana bir iyilik gelirse onlar üzülürler ve eğer başına bir musibet gelirse içlerinden, “Neyse ki biz daha önce tedbirimizi almıştık.” deyip senin başına gelen felaketten dolayı keyifli keyifli arkalarını döner giderler.” (Tevbe 9/50)
Şayet aşağıdaki özellikler sende varsa, bil ki bunlar kâfirlik ve münafıklık alametidir. Kalbinde maraz vardır demektir. Doktorunu bul, kalbini tamir ettir! (Bakınız: Âl-i İmrân 3/120 ve Tevbe 9/50).
Mü’minlerin başına gelen musibete, sıkıntıya, fenalığa, zorluğa, darlığa, zillete, yenilgiye, çaresizliğe, mahzunluğa, mazlumluğa üzülmen gerekirken seviniyorsan;
Mü’minlere ihsan edilen galibiyete, başarıya, nusrete, iyiliğe, izzete, sürura, nimete, sevince, coşkuya, ferahlığa sevinmen gerekirken üzülüyorsan.
Demek ki iman, kapısından bir kere girilen ve hep içeride kalınan bir daire değil, ömür boyu ve her durumda sınanan ve sürekli sorumluluklar yükleyen bir teslimiyet, bir hüküm verme, bir iddiasını ispat, bir taraf olma, bir söz, bir eylem, bir tavır alış ve bir duruş aynı zamanda! Verilen sözün, hak ve adaletin bizatihi hayatın içinde gerçekleştirilmesi, duyumsanması, içselleştirilmesi, yaşanması! En çok da adalet!
Evet, imanın en fazla belirginleştiği üst ideal adalettir. İnsan her şeyi hikmete uygun ve yerinde yaptığında, nerede duracağını, kimlere karşı kimlerin safında yer alacağını doğru tercihlerle belirlediğinde adaleti gerçekleştirmiş olur. Bu tercihlerin başında ise kişinin öncelikle Allah’a karşı vazifelerindeki konum alışı gelir. Dolayısıyla Allah ile ilişkilerinde adil olamayan kimselerin insanlarla ilişkilerinde adil olmasını beklemek beyhudedir. Allah ile ilişkilerinde dürüst olmayanın insanlara karşı sergilediği tutum ve davranışlarda dürüst ve ahlaklı oluşundan bahsedilemez.
“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutunuz; Şahitlik ederken kendiniz, anne babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Haklarında şahitlik ettiğiniz kimseler zengin ya da fakir olsunlar (fark etmez), Allah zengine de fakire de sizden daha yakındır. Arzularınıza uyup adaletten sapmayınız. Eğer şahitlik ederken gerçeği çarpıtırsanız ya da şahitlikten kaçınırsanız, muhakkak ki Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nisâ, 4/135)
Adil olanları Peygamber Efendimiz şu şekilde müjdelemektedir:
"Hükmünde, yönetimi ve velâyeti altındakiler hakkında adîl davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır." (Müslim, İmâre, 18)
Nisâ 4/136. ayetin meâli ve bazı kısa açıklamaları:
"Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse, pek derin bir sapıklığa düşmüş olur."
"İmanınızda sebat edin, imanınıza sımsıkı sarılın, imanınızın gereğine göre yaşayın. Veya bunlardan birine iman ettiğiniz gibi hepsine birden iman edin." (Ümit Şimşek meâli)
Burada mü’minler yeniden ve gönülden imana çağrılıyor. Bir insanın mü’min olması zaten âyette geçen esaslara inanmasıyla mümkündür. Âyette “Ey mü’minler” diye hitap edilenler bu esaslara inananlardır. Ona rağmen tekrar imana davet edilmeleri, imanın yürekten ve samimi olması gerektiğini anlatıyor. Nûr sûresinin 62. âyetinde “Mü’minler ancak Allah’a (c.c.) ve Peygambere (s.a.v.) gönülden inananlardır” buyrulmaktadır. Demek “İnandım” demek yetmiyor, imanın gönülden olması ve iman esaslarının benimsenmesi gerekiyor. “Daha önce indirilmiş kitaplar” dan kasıt, önceki vahiyler olgusuna yani Allah’tan gelen kitapların asıllarına inanmaktır. Yoksa asıl mesajları kapsamlı bir tahrifata uğramış Tevrât’a ve İncil’e inanmak değil." (Cemal Külünkoğlu meâli)
“İkinci iman çağrısı, imana devam çağrısıdır”, “İnananlar kâmil manada imana çağırılmaktadır.” (Kur'an Yolu tefsiri)
"Burada, iman eden kimselere, "Ey iman edenler! İman ediniz" denmektedir. Bu ilk bakışta bazı kimselere tuhaf gelebilir. Fakat aslında "iman" kelimesi, burada iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi, bir insanın küfürden vazgeçip iman etmesi ve ehli imandan sayılması anlamındadır. İkincisi, bir insanın tüm kalbiyle iman etmesi ve ciddi bir şekilde ihlasla düşüncelerini, zevklerini, sevgilerini, hayat tarzını, dostluk ve düşmanlıklarını, ilişkilerini inancına uygun bir biçime sokması, buna uygun arkadaşlıklar kurması, düşmanlıklarını ona göre ayarlaması ve tüm çabalarını inancına uygun bir yapıya sokması anlamınadır. Bu âyet, birinci anlamda Müslüman olanlara, ikinci anlamda, yani tam bir mümin olmalarını emretmektedir." (Mevdudi, Tefhimü'l-Kur'an tefsiri)
"Bir önceki ayetle ilişkili olarak ele alacak olursak imanın adaletle alâkasını görebiliriz. "Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutunuz" emrindeki "Allah için" ifadesi, imanı gerekli kılmaktadır. İman etmiş olabilirsiniz, ama işinizi Allah için yapmamış olabilirsiniz. İmanı içindeki niyete, yani amaca yansıtmakta insanlar hata edebilirler. İman eder ama yalan yere şahitlik eder, yakınını kayırır, bunlar adaletin yaralanmasına sebep olur. Dolayısıyla kendisi, anne babası, akrabası, zengin, fakir bile olsa doğruyu söylemek, Allah adına şahitlik etmek sağlam bir iman ister. Demek ki insanın imanındaki etkinliğini gösteren ve ispat eden en önemli eylem adaletin yerine getirilmesidir. Sanki adalette bir iman, ondan önce de bir iman vardır. Allah için şahitlik ederek adaleti gerçekleştiremeyenlere iman etmeleri emredilmektedir. "Ey iman edenler, iman ediniz" denirken "adaleti gerçekleştirme imanı" istenmektedir. 136. âyetteki ikinci imanı adalete bağlayınca şöyle bir yorum yapılabilir: Nisâ sûresinin 2. âyetinden itibaren haklar sistemi ele alınıp gerekli hükümler konmaktadır. "Hak" kavramının bulunduğu yerde hukuk; hukuk kavramının bulunduğu yerde de adalet bulunacaktır. Yetim hakları, kadın hakları, ekonomik haklar, eşlerin birbirleri üzerindeki haklar ve bunların oluşturduğu ilişkiler; Allah hakkı, hayat hakkı gibi hakların sıralandığı Nisa suresinin bu ayete kadarki hükümlerinin altından kalkabilmek ve bu konuda âdil olmak çok zordur. Bu zorluğu kaldıracak ve yükü hafifletecek olan da iman gücüdür. O zaman birinci imana nazarî iman ikinci imana da eylemsel iman diyebiliriz. Birisi "kabul ediyorum" safhasında, ikincisi "yapıyorum" safhasındadır. Başka bir ifade ile buradaki iman emri Müslümanlara aittir." (Bayraktar Bayraklı tefsiri)
Yeni yorum ekle