Tarihî Davet


Peygamberimiz aleyhisselâm, Yesrib’in nasiplileri ile Akabe mevkiinde üç görüşme ile iki biat gerçekleştirmişti. Birinci görüşmede 6 kişi, ikinci görüşme ve aynı zamanda birinci biatte 12 kişi, üçüncü görüşme ve yine aynı zamanda ikinci biatte 75 kişi vardı. İlk iki görüşme esnasında yürekleri sızlatan bir istekte bulunmuştu:

“Bana burada İslâm’ı anlatma fırsatı vermiyorlar! Rabbimin bana verdiği vazifeyle İslâm’ı halka tebliğ edinceye kadar beni destekleyecek misiniz? Ben de sizinle gelsem, kendi canlarınızı ve çoluk-çocuğunuzu koruyup gözettiğiniz gibi, beni de her türlü tehlikeden koruyup gözetir misiniz? Bu şartla ben de sizinle geleyim!” [1]

Bu haklı istek karşısında, bir anda oldukları yere çakılan Yesrib’in bu seçkinleri ne diyeceklerini bilememişlerdi. Her biri Rasûlullah aleyhisselâm’ın kendileriyle beraber gelmesini çok istiyorlardı aslında. O’ndan ayrı kalmak istemiyorlardı. Fakat iş bu kadarla bitmiyordu. Yesrib şimdilik pek tekin bir yer değildi. Rasûlullah aleyhisselâm için çok tehlikeliydi. Böylesine haklı bir teklif karşısında “hayır” da diyemiyorlardı! Çaresizlik içinde çırpınırlarken yine Hz. Es’ad bir Zürâre (ra) öne çıkmıştı…

- Ey Allah’ın Rasûlü! Allah şahit ki, biz Allah ve Rasûlü’ne iman ederken her şeyi göze alarak inandık. Seninle beraber olmak bizim için şereflerin en büyüğüdür. Fakat gel gör ki, Yesrib şimdilik senin için emin bir yer değil. Müşriklerin yanında, sana çok şiddetli düşman olan Yahudiler de var. Bize izin ver. Dönüp gereğince çalışalım. Bu güzel dinimizi, Allah ve Rasûlü’nü anlatalım. Uygun görürsen biraz daha sabret! Seneye burada tekrar buluşalım. Gelişmelere göre durum değerlendirmesini yaparız. Şimdilik bize izin ver yâ Rasûlallah! [2]

Peygamberimiz aleyhisselâm da bu haklı ve yerinde cevap karşısında memnuniyetini belirterek şöyle buyurmuştu:

“Haklısınız, öyle yapalım; seneye burada buluşalım!” [3]

İlk iki görüşme ve birinci Akabe Biati esnasında, Rasûlullah aleyhisselâm’ın kendileriyle beraber gelme isteğine karşı verdikleri (olumsuz gibi görünen) bu cevap ile beraber, her birinin içine tarifi imkânsız bir hüzün çökmüştü. Oysa bir an önce “Bize gel!” demek istiyorlardı. İşte bu fırsat, üçüncü görüşme ile beraber İkinci Akabe Biati’nden sonra ellerine geçmişti. Ezile büzüle “Şimdilik biraz daha sabret” demişler, ama O’nun için emin bir ortamın oluşması için insanüstü çaba sarf etmişlerdi. Nihayetinde de, hem Rasûlullah aleyhisselâm’ın ve hem de kendilerinin arzu ettikleri şey oluvermişti. Sadece ağız değil, gönül dolusu bir coşku ile atıldılar…

- Bize gel yâ Rasûlallah! Yesrib, bunca karmaşalığına rağmen Rasûlullah aleyhisselâm ve O’nun sevgili Ashâbı’nı kucaklamaya hazırdır artık! Buyur ey Allah’ın Rasûlü, bizimle gelerek, bize ve Yesrib’e şeref ver![4]

Her birinin müşterek bir talebi vardı; Rasûlullah aleyhisselâm ve Ashâbı’nı Medine’ye davet ediyorlardı. Ne zamandır diyemediklerini diyorlar, arzu edip seslendiremediklerini en üst perdeden seslendiriyorlardı artık;“Bize buyur” diye.

Rasûlullah aleyhisselâm’ı davet ediyorlardı. Bu tarihi davet; tarihi olduğu kadar, aynı zamanda çok da anlamlıydı. Ne getireceğini çok iyi biliyorlardı. Rasûlullah aleyhisselâm sevgisi, her birini birer fedai yapmış, her şeyi göze almışlardı. Bu tarihî davetin getireceği çok büyük bedeller vardı! Ama yukarıda ısrarla belirttiğimiz gibi her şeyi göze almışlardı artık!

Peygamberimiz aleyhisselâm’ın hicreti, meseleyi çözmüyordu. O’nunla birlikte iman eden herkesin Medine’ye hicreti gerekiyordu. Mekke’de kalanlara müşrikler akla hayale gelmedik oyunlar ortaya koyuyor, Müslümanlara nefes aldırmıyor ve hayatı zehir ediyordu.

Yesribli kardeşlerden tarihî davet vardı! Bu tarihi davete icabet ile beraber, Yesrib de Medine olacaktı. Her şey değişecekti…

Fakat meselenin bir de öbür cephesi vardı…

Her şeyden önce ev-bark burada bırakılacaktı. Uzak-yakın bütün akrabalar geride kalacaktı. Hatta bazıları ana-babadan geçip evlad u iyali terk edecek, bağ ve bahçelere nasipsiz müşrikler el koyacaktı. Kısacası mezara gidercesine bir terkle dünyaya ait her şey bir kenara bırakılarak gidilecekti!

Bir diğer tarafında ise elde avuçta imkân olmadan Medine’de yeni yuvalar kurulacak, iş tutulacak, maişet temin edilecek, huzurlu bir ortama girerken aynı zamanda da çoluk-çocuk açlık ve sefalet içinde bırakılmayacaktı. Sadece birkaç aile değildi bunlar. Bir hayli kalabalık aile vardı ortada! Bütün bunlar, zamanında çözüme kavuşturulmazsa, çok ciddi sosyal problemler oluşturur ve gelecekte çok insanın başı ağrıyabilirdi.[5]

Her şeyi ile belliydi ki, artık Rasûlullah aleyhisselâm Mekke’yi terk etmeye kesin kararlıydı. Nereden bakılırsa bakılsın tam 13 yıldır Mekke halkının iman etmesi için geceli gündüzlü çalışıp çabalamıştı. Fakat ne yazık ki, bunca incelik ve nezaketine rağmen, müşriklerden sürekli şiddet görmüştü. O, Allah ve Rasûlü’ne sırt çevirenlerden ayrılıp, Allah ve Rasûlü’ne yönelenlere yönelmişti artık!

Her şey bitmek üzere iken, Yesrib’in önde gelenlerinden olan Hz. Es’ad bin Zürâre ve Hz. Abbâs bin Ubâde (ra) bir anda öne çıktılar ve kendi yandaşlarına dönerek, işin ehemmiyetini son bir kez daha gözler önüne serdiler…

- Ey Yesribliler! Sizler, bu zâta biat ederken ne yaptığınızın farkında mısınız? Sizler, siyah-beyaz-kırmızı bütün herkesi karşınıza alıyor ve böylelikle onlara harp ilan etmiş oluyorsunuz! Şayet sizler, mallarınız heder olup eşrafınız da musibetlere duçar kaldığında sözünüzün arkasında durabilecekseniz mesele yok. O zaman, dünya ve ahiret saadeti sizin olacak demektir. Ancak, yarın ciddi bir sıkıntı içine düştüğünüzde ahdinize vefa gösteremezseniz, işte o zaman dünya ve ahirette hüsrana uğrarsınız demektir! Yaptığınız işi iyi anlayın. Kendisiyle görüşme ve O’na iman ile şereflendiğimiz zât, gerçekten Allah’ın Rasûlü’dür. O’nu kendi yurdumuza davet ettiğimiz zaman, aldığımız sorumluluğu da iyi anlayalım. Rasûlullah aleyhisselâm için her şeyi göze alıyor muyuz?

- Ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, başımıza ne gelirse gelsin, biz her zaman ve her yerde Allah ve Rasûlü’nün yanında olacağız! Bu bilinç ve amaç ile O’nu ve Ashâbı’nı aramıza, yani Yesrib’e davet ediyoruz!

- Öyleyse bu davet ile sizler de şan ve şeref sahibi olacaksınız!

- Şan ve şeref bütünüyle Allah ve Rasûlü’ne aittir![6]

Daha önceki görüşmelerde “Ben de sizinle gelsem” diyen Rasûlullah’ın karşısında mahcup olurken şimdi“Buyur ey Allah’ın Rasûlü, bize gel” diyecek bir duruma gelmişlerdi. Böylece iş nihayete ermiş, Rasûlullah aleyhisselâm’ı Yesrib’e davet edenler, en büyük arzularına ulaşmış olmanın sevinciyle geri dönüyorlardı. Bundan sonrası için onlar, memleketlerine gelecek muhacirleri beklemeye koyulacak ve onlara burada nasıl sahip çıkabileceklerini düşünmeye başlayacaklardı.[7]

Tarihî davete imza atan bu seçkin topluluk, artan bir coşkuyla Rasûlullah aleyhisselâm’ın mübarek nûr yüzünden nûr devşirerek, tarihî bir teklifte de bulunmuşlardı…

- Yâ Rasûlallah! Seni hak ile gönderen Allah’a yemin olsun ki, şayet dilersen, sabahın ilk ışıklarıyla beraber Mina’ya yönelir, kılıçlarımızı sıyırır ve sana karşı gelenin işini bitiririz!

Her şeyi ile bir Rahmet Peygamberi olan Rasûlullah aleyhisselâm, Akabe biatleri ile beraber başlayan bu hızlı ve olumlu gelişmelerden çok memnun oluyordu. Fakat bu gelişmelerin rüzgârına kapılarak hareket etmiyor ve emr-i İlahî olmadan adım atmıyordu.

“Bunun için bize izin yok, henüz buna memur değiliz! Haydi, Allah’ın izni ve bereketiyle kendi beldenize geri dönün!”[8]

Görüldüğü gibi, bir gece içinde bu kadar hadise yaşanmış ve Mekkelilerin ruhu bile duymamıştı. Böyle olması da gerekiyordu. Bundan dolayı Akabe mevkiinde gerçekleşen bu mesele, oldukça dikkatle gerçekleşmiş ve başkalarının haberdar olmaması için azami gayret gösterilmişti. Müslümanlar olarak her birimizin hem ferdi hem de cemiyet ve cemaat olarak alacağımız çok büyük dersler var burada…

Dava büyük olduğu için dava adamları da büyüktüler. Hanımıyla-erkeğiyle, yaşlısıyla-genciyle Akabe Biatini gerçekleştiren bu seçkin topluluk, tarihî dönüşüme de imza atmıştı. Görüşmeler, konuşmalar, alınan kararlar, verilen sözler ve nihayetinde akdedilen biat büyük bir gizlilik içinde olmuştu. Bütün inceliklerine dikkat edilerek yapılan bu biatlerden kimsenin haberi yoktu. Biat ile beraber herkes kendi yerlerine çekilmişti.

Bütün bunlara rağmen sabah olduğunda bir söylenti halkın arasında kulaktan kulağa yayılıyordu. İşin aslını anlamak isteyen Mekkeliler, bu olay hakkında bir şüphe duymuş olmalılar ki, Medinelilerin bulunduğu yere bir heyet gönderip olayı soruşturdular.

- Ey Yesribliler! Duyduk ki şu adamımızla buluşmuşsunuz! O’nu aramızdan alıp bize karşı savaşmak için O’na uyacakmışsınız! Yemin ederiz ki bizimle savaşacak hiç bir Arap kabilesi, sizin kadar kin ve nefretimizi çekmeyecektir!

Mekkelilerin bu tehditlerini dinleyen Yesribli Müslümanlar, hiç bir şey olmamış gibi seslerini çıkarmadılar. Olaydan haberi olmayan Yesribli müşrikler ise yemin ederek hiç bir şey bilmediklerini, bu anlatılanlarla hiç bir ilişkileri bulunmadığını defalarca anlatıp durdular. Biraz ikna olan müşrik heyet, oradan ayrılıp Yesriblilerden Abdullah bin Ubey bin Selul’e gidip bir de ona sordular.

- Yemin olsun ki, bu dehşet verici bir olaydır! Halkımın beni haberdar etmeden böyle bir şeye teşebbüs ettiklerini tahmin etmiyorum ve böyle bir olayın cereyan ettiğinden de haberim yoktur! Zaten böyle bir şey olması da asla mümkün değildir![9]

İş kapanmış gibi görünse de, Yesribliler Mekke’den ayrıldıktan kısa bir süre sonra haber bir anda her tarafa yayıldı. Mekkeliler bu toplantının gerçekten de cereyan ettiğini anladılar. Bunun üzerine hemen Yesriblilerin peşine düşerek onları takibe koyuldular. Uzun bir koşuşturmanın ardından Ezahir mevkiinde Sa’d ile Münzir’e yetiştiler. Hz. Sa’d bin Ubâde’yi yakaladılar, ama Münzir bin Amr bir yolunu bulup ellerinden kaçtı.

Büyük bir öfke ile beraber alelacele Hz. Sa’d bin Ubâde’yi sorgulamaya başladılar…

- Sen Müslüman mısın?

- Elhamdulillah, Müslümanım!

- Demek duyduklarımız doğruymuş! Putlarımızı terk edip sapıttın ha! Şimdi görürsün gününü sen!

Hakaretlerle beraber, bağıra çağıra ellerini boynuna sımsıkı bağladılar. Döve döve ve uzun saçının perçeminden çeke çeke, Mekke’ye getirip işkence etmeye başladılar. Bir yandan işkence ediyorlar bir yandan da konuşturmaya çalışıyorlardı.

Mekke müşriklerinden olduğu halde diğerlerinin yanında bir hayli insaflı olan Ebu’l-Bahterî, Sa’d bin Ubade’yi tanıyınca yardım etmek istedi.

- Ey Sa’d! Seninle Kureyş’ten herhangi birisi arasında bir himaye veya sözleşme yok mu?

- Evet, var! Vallahi, ben Cübeyr bin Mut’im ile Hâris bin Harb’i, memleketimizde ticaret yaparken, haksızlık etmek isteyenlere karşı korumuştum!

- Sen bu iki adamın ismini söyle ve aranızda olanı anlat!

Böyle söyleyen Ebu’l-Bahterî, acele gidip onları Kâbe’nin yanında buldu ve çıkıştı.

- Hazrec’den bir adam Ebtah’da dövülüyor, o da, aranızdaki himayeden bahsediyor!

- Kimmiş o?

- Sa’d bin Ubâde!

- Vallahi doğrudur! Biz tüccar iken, onun memleketinde bize haksızlık etmek isteyenlere karşı o bizi korumuştu.

Cübeyr bin Mut’im ile Hâris bin Harb, hemen gidip, Sa’d bin Ubâde’yi hemşerilerinin ellerinden kurtardılar.

Akabe biatlerinde bulunmuş Yesrib’in bu seçkin ve özel insanları, Sa’d bin Ubâde’yi kurtarmak için toplanıp ne yapacaklarına karar verme aşamasında Sa’d da yanlarına çıkageldi.[10]

Hz. Sa’d bin Ubade (ra), Peygamberimiz aleyhisselâm için seçilmiş 12 reisten biriydi. Sorguya çekilirken, en ağır şekilde işkence ve eziyetlere maruz kaldı. Buna rağmen ağzından tek bir kelime bile alamadılar. Neyse ki, vaktiyle iyilik ettiği o iki kişi gelip kurtarınca çarçabuk yola koyuldu. Arkadaşlarına yetiştiğinde kendisi için toplandıklarını görünce çok duygulandı ve hepsine hayır duada bulundu.

Yesrib’in bu seçkin ve özel insanları memleketlerine varınca İslâm’a girdiklerini açığa vurdular. Onlar, Yesrib’i Medine’ye dönüştürecek alt yapıyı hazırlıyorlardı.

Akabe biatlerinden sonra Mekkeli müşrikler iyice azıttılar. Peygamberimiz aleyhisselâm’ın Yesriblilerle anlaştığı haberini aldıktan sonra Müslümanlara karşı eziyetleri daha çok şiddetlenmeye başladı. Gittikçe çekilmez olan bu işkenceler, özellikle korumasız ve zayıf Müslümanları çok zor bir durumda bıraktı.

Akabe biatleri ile beraber Allah Teâlâ Hazretleri, Sevgili Peygamberimiz ve O’nun sevgili Ashâbı için yeni bir kapı açıverdi. Yiğit, savaşçı, hazırlıklı ve koruyucu bir kavim ile Rasûlü’nün gönlünü huzur ve sükûna kavuşturdu. Rasûlullah aleyhisselâm’a koruyucu bir kavim ve hicret yurdu hazırlandığını gören ve Mekke’deki Müslümanların da bir gün Yesrib’e çıkıp gideceklerini anlayan müşrikler, birbirlerini kışkırttılar, kızıştırdılar. Müslümanları dinlerinden döndürmek için, onlara ve Peygamberimiz aleyhisselâm’a yapageldikleri işkenceleri büsbütün şiddetlendirdiler, yapmadık işkence bırakmadılar. Müslümanlar da bu dayanılmaz işkencelerden dolayı Mekke’de oturamayacak hale geldikleri zaman, durumlarını Peygamberimiz aleyhisselâm’a anlattılar ve bir çare bulmasını istediler.[11]

Peygamberimiz aleyhisselâm, müşriklerin bunca işkence ve eziyetlerine sabrederek destansı bir sebat sergileyen sevgili Ashabı için Yesrib’i gösterdi.

“Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının; iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası, Yesrib’dir. Gitmek isteyen, oraya gitsin! Orası yakın bir beldedir. Siz orayı biliyorsunuz. Orası, Şam’a giderken, ticaret kervanınızın yoludur! Yüce Allah, onları sizin için kardeşler ve Yesrib’i de emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”[12]

Tarihî davet ile Peygamber Efendimiz ne diyorsa o olacaktı…

Sallallahu aleyhi ve sellem


 


[1] Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 306.

[2] Ebû Nuaym İsfehânî, Delâîlü’n-Nübüvve, s. 222.

[3] Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 245-246.

[4] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 111; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 226; Beyhakî,Delâilü’n-Nübüve ve Ma’rifetu Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 459; Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 257; İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 85; Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 168-169; Halebî, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 2, s. 180; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 242; Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm, s. 311; Abdürrezzâk, el-Musannef fi’l-Hadîs, c. 5, s. 387; Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, c. 6, s. 198; Hâkim, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, c. 3, s. 34.

[5] Reşit Haylamaz; Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz (sav), c. 1, s. 488-490.

[6] M. Âsım Köksal, İslâm Târîhi, c. 2, s. 289-291.

[7] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 287-290; Mahmûd el-Mısrî, Siratü’r-Rasûl, s. 179-180.

[8] İbn İshâk, Sîretü İbn İshak el-Müsemmâ bi Kitâbi’l Mübtede’ ve’l-Meb’as ve’l-Megâzî, s. 90-91; İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd Fî Hedyi Hayri’l-‘İbâb, c. 2, s. 57; İbn Seyyidünnâs, Uyûnu’l-Eser fî Fünûni’l-Megazi ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, c. 1, s. 166.

[9] Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 288.

[10] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 91-93; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. 1, s. 223; Taberî,Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 241; Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A’lâm, s. 308; Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, c. 1, s. 319; Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, c. 3, s. 165, 184-185; İbn Haldûn, Târih, c. 2, s. 13.

[11] M. Âsım Köksal, İslâm Târîhi, c. 2, s. 289-291.

[12] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 111; İbn Hazm, Cevâmiu’s-Sîre, s. 85; Abdürrezzâk, el-Musannef fi’l-Hadîs, c. 5, s. 387.

Yazar: 

Yeni yorum ekle

Image CAPTCHA
Enter the characters shown in the image.