Türkiye’de birkaç alan vardır ki hemen herkes o alanlarda söz söyleme salahiyetini kendinde bulur. Din, siyaset, futbol ve eğitim bunların başında gelir. Zira bu alanlar toplumun her kesimini ve nerdeyse her bir ferdi yakından ilgilendirir. Eğitimle, okulla bir şekilde herkesin bir teması vardır. Böyle olunca da her birimiz durduğumuz yerden, derdimiz nispetinde eğitimle ilgili sorunları görüyor ve kendimizce çözüm önerileri ortaya koymaya çalışıyoruz.
Öğretmeninden öğrencisine, idarecisinden velisine, üst düzey yöneticisinden sivil toplum kuruluşlarına varıncaya kadar eğitimle ilgilenen herkesin dillendirdiği bazı sorunlar var. Farklı zeminlerde sürekli bu sorunlar ve çözüm önerileri gündeme geliyor. Raporlar hazırlanıyor, çalıştaylar düzenleniyor. Birçok insan artık eğitimin sorunları üzerine konuşmaktan bıkmış durumda. Çünkü söylenen her şeyi herkes biliyor. En aşağıdan en tepeye kadar sorunları tespit etme ve çözüm önerilerinde bulunma hususunda pek mahiriz. Ancak çözüm için nereden ve nasıl harekete geçileceği konusunda bir türlü uzlaşma sağlanamıyor. Öncelikleri tespit edip atılacak adımları planlamada tıkanıp kalıyoruz. Her şeye rağmen eğitim alanında sözü olan her ferdin ve kurumun bunu dile getirmesi ve daha iyisi için talepkâr olması gerekiyor.
Eğitim sistemi ve okulla ilgili sorunları bir tarafa bırakarak aile ve toplum açısından meseleye yaklaşmak istiyorum. Çoğu zaman eğitimle ilgili bütün sorumluluğu okula, öğretmenlere ve bakanlığa havale etme eğilimindeyiz. Oysa çocuk ailenindir ve eğitim ailede başlar. Eğitim her şeyden önce bir iklimde gerçekleşir. İnsan, insanın gölgesinde yetişir. Çocuklar neyi görürse onu öğrenir ve onu yapar. Bu açıdan baktığımızda çocuklarımızın aileden başlayarak, sokak, mahalle, köy, şehir, internet, televizyon gibi ortamlarda neleri görüp işittikleri belki de eğitim sistemi ve okuldan çok daha önemli ve öncelikli hâle geliyor.
Tam da bu noktada Üstad Sezai Karakoç’un “Çocukluğumuz” şiirini ele almak istiyorum. Bazılarına çok abartılı gelebilir ama bana göre bu şiir üzerine bir eğitim sistemi inşa edilebilir. Çocuk eğitimi, anne baba tutumları, kültür, sanat, mahalle, akran eğitimi, kitap, şiir, hikâye gibi kavramlar üzerinden geleneğimizde yer alıp da bugün kaybettiğimiz ne var diye düşündüğümüzde sadece bu şiir bile bize yol gösterebilir.
Otuz mısralık bu şiiri üstadın bize bir armağanı olarak kabul edebiliriz. Nasıl bir eğitim, sorusuna esaslı cevaplar veren bir armağan. Gelin bu güzel şiiri bir de bu nazarla okuyalım.
“Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde”
Şiir annenin evladına öğretmesi gereken ilk kelimeyle başlıyor. Bismillah’ı her hayırlı işin başına koyan bir peygamberin ümmeti olarak anneler, babalar, eğitimciler önce buradan başlamalı. Zira ancak Rabb’ini bilen, kendini bilir. Allah’ın bize ne kadar yakın olduğunu hissettirebilmek bütün mesele. O’nu uzaklarda değil kendi içinde aramalı insan.
“Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, O’nun, O sonsuz iyilik güneşinin teriydi”
İlk muallim olarak anne öğretmeye devam ediyor. İnsanın bu dünyada kendisine rehberlik yapacak, yol gösterecek başka insanlara ihtiyacı var. Bu insanların başında peygamberler geliyor. İnsanoğlu iyilik adına, güzellik adına ne öğrendiyse onlardan öğrendi. Son peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bir iyilik güneşi olarak tanıyor çocuk annesinin diliyle. Güzel kokusuyla insanın içini ferahlatan güller bize onu hatırlatmalı.
“Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus”
Çocuk sadece sözle eğitilmez. Sözden çok daha etkilidir duygular ve davranışlar. Yeri gelir bir damla gözyaşı ciltler dolusu kitaptan daha fazla tesir eder bir çocuğun gönlüne. Hele o gözyaşı annenin veya babanın gözünde görüldüyse bu, çocuk için bambaşka bir anlam kazanır. Anne babayı ağlatan sebep çok mühimdir. Burada annenin ağlaması Yunus’un mısralarıyla oluyor. Bu durum, çocuğa Yunus’a kulak kesilmesi gerektiğini öğretiyor. Anne, baba nereden beslendiğine dikkat etmeli, çünkü çocuklarını da oradan besleyecek. Aile bir kültürlenme ortamı aynı zamanda. Çocuk orada şiirler, beyitler ezberleyecek, hikmetli sözler öğrenecek. Bu sayede hem dil zevki gelişecek hem de dünya görüşüyle ilgili ilk tohumlar ruhuna ekilecek. Ağaçlar, gök, güneş ve ay yani bütün bir kâinat anneye eşlik ediyor evdeki güzellik iklimini oluşturmada. Tabiatla dost olarak yetişmeli çocuk.
“Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata”
Baba, büyük kahraman Hz. Ali’nin yolunda bir komutan. Evin idaresi ondan sorulur. Ailesini türlü badirelerden geçirip selamete çıkarmak onun görevidir. Baba kitap okuyarak, hikayeler anlatarak girer çocukların zihnine ve gönlüne. Çocuğun gözünde baba bir kahramandır. Ancak baba, gerçek kahramanın kim olduğunu ve kimin izinde yürüdüğünü anlatır evladına. Hz. Ali ve onun yolunu sürdüren yiğitlerdir bizim kahramanlarımız. Onları tanıyan çocuk sahte kahramanların peşine takılmaz. Her çocuğun gerçek bir kahramanı olmalı.
“Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi darağacından
Asya’da, Afrika’da, geçmişte gelecekte”
Geçmişten geleceğe, ait olduğu bir coğrafyası vardır çocuğun. Orada esir düşebilir, işgallerle, zorbalıklarla karşılaşabilir ama yurdunu alçaklara çiğnetmez. Mücadeleyi sürdürecek Ali’ler eksik olmaz bu coğrafyadan. Çocuk Ali olmaya namzettir, koşturur atını Asya’dan Afrika’ya, geçmişten geleceğe. Zaman bendedir ve mekân bana emanettir, diyecek bilinci kazanmalı çocuk.
“Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi, yıldızlar büyürdü”
Savaşlarla, katliamlarla ezilen insanların acısını hissederek ağlar çocuk. Kurtuluşun nereden geleceğini de bilir, nerede durulması gerektiğini de. Güneş kaçsa, ay düşse de o olması gereken yeri terk etmemesi gerektiğinin bilincindedir. Coğrafyanın derdini kendi derdi bilecek bir aidiyet bilincine ulaşmalı çocuk.
“Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman”
Çocuğun eğitiminde en önemli unsurlardan biri oyun. Oyunu kimin kurduğu, kimin yazdığı umurumuzda olmalı. Çocuklarımızı kendi ellerimizle düşman ordusuna asker yazdırmamalıyız. Ali rolünü paylaşamayan çocuklar arasından ancak yeni Ali’ler çıkar. Oyun deyip geçmemek gerek. Çocuk kimin oyununu oynuyorsa er veya geç onun yoluna girer. Oynadığı oyunun farkında olmalı çocuk.
“Ali olmaktan bir sedef her çocukta”
Hikayelerini dinleyip oyunlarını oynadıkları Ali’den izler taşır çocuklar. Kimi kahraman olarak tanır ve oyununa taşırsa onun gibi olmaya çalışır çocuk. Anne, baba çocuklarına kimleri kahraman olarak sunduğuna dikkat etmeli.
“Babam lâmbanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslâm bir sevinçti kaplardı içimizi”
Evde okuyan bir baba. Sadece okumakla yetinmiyor, bir atmosfer oluşturuyor. Kendisi hissetmeyen, başkasına hissettiremez. Müminlerin derdiyle dertlenmeyen, bunu başkasına aktaramaz. Demek ki hisseden bir baba var. Onun dudaklarından dökülen cümleler, ölen bir müminin ardından ağlatabiliyor çocukları. Her mümini kendilerinden bilmelerini sağlıyor babanın bu samimiyeti. Müslümanlarla sevinip Müslümanlarla üzülmeyi öğreniyor çocuk bu atmosferde. İslam sadece bir emir ve yasaklar zinciri olarak aktarılmıyor çocuklara. İlgiyle, sevgiyle yoğrulan bir yuvada her türlü sevincin, güzelliğin adı oluyor İslam. İslam nedir, sorusuna en güzel cevaplardan birini veriyor şair: İslam bir sevinçtir. İçini kaplayan sevinci hiçbir zaman kaybetmemeli çocuk.
“Peygamber’in günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bedir’i, Hayber’i, Mekke’yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık”
Çocuk, bilginin yanında duyguyla da beslenmeye devam ediyor. Sahabeyi tanımakla kalmıyor, kendini bu çağın sahabisi olarak hissediyor. Bedir’i Hayber’i, Mekke’yi öğrenmekle yetinmiyor, oralarla bambaşka bir bağ kuruyor. Peygamber sevgisiyle büyümeli çocuk.
“Mekke’nin derin kuyulardan iniltisi gelirdi”
Mekke’deki ilk Müslümanların yaşadıkları zorlukları hissederek büyüyor çocuk. Hayatın sevinci yanında acısı ve kederi de var. Ancak acının ne için çekildiğidir önemli olan. Mekke’nin derin kuyulardan gelen sesini işitebilen bir Müslüman bugün de dünyanın dört bir tarafında ezilen kardeşlerinin feryadını duyabilir ancak. Hüzne ve acıya da kulak vermeli çocuk.
“Kediler mangalın altında uyurdu
Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı
İnanmış adamların övüncüyle
Sabırla beklerdik geceleri”
Dünyanın sadece bize ait olmadığını, başkalarıyla paylaşılması gerektiğini öğrenmeli çocuk. Odayı ısıtan mangalın altı kedi için kış gecelerinde bir sığınak. Allah’ın rızık olarak verdiği her şey değerli. İnanmış adamların ayak izlerini takip ederek sabrı öğrenmeli çocuk.
“Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi”
Hayat ideallerden ibaret değil. Bir de gerçekler var. Onlarla yüzleşmeyi de öğrenmeli insan. Yeri geldiğinde özeleştiri yapabilmeli, kendini hesaba çekmeyi başarabilmeli. Zaman değişse de şartlar farklılaşsa da önümüzde bir asrısaadet örnekliğinin olduğunu unutmamalı.
Çocukluğumuz şiiri üzerinden eğitime baktığımızda olumlu iklim oluşturmanın, duygu eğitiminin, kültürün, sanatın, oyunun, şiirin, hikâyenin ve kahramanların eğitim açısından ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Üstad Sezai Karakoç gibi bir öncüyü yetiştiren çocukluk iklimini solumuş oluyoruz. Anne babalar ve eğitimciler olarak bu şiirden alacağımız çok şey var. Bu vesileyle herkesi bu şiire bir de bu açıdan bakmaya davet ediyorum.