Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen peygamberlerden biri de Hz. İbrâhim (a.s)’dır. Yüce Allah, Hz. İbrâhim (a.s)’ın hayatının bir bölümünü Kur’ân-ı Kerîm’de anlatır. Kur’ân sûrelerinin birinin adı da İbrâhim’dir. Onun hayatının, Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmayan bölümlerinden bir kısmını Hz. Peygamberimiz bize anlatır. İslâm dininin bu iki temel kaynaklarından öğrendiğimiz bilgilere göre İbrâhim (a.s)’ın iki oğlu vardır. Büyük oğlunun adı İsmâil, küçük oğlunun adı da İshâk’tır. İsmâil’in annesinin adı Hâcer, İshâk’ın anesi de Sâre’dir. Hâcer ve oğlu İsmâil, Mekke’de yaşadı; Sâre ve oğlu İshâk da Filistin’de yaşadılar. Hz. İbrâhim de bu iki şehir arasında gider, gelirdi. Her iki hanımı ve her iki oğluyla yakından ilgilenirdi.
İSMÂİL: Hz. İbrâhim, ilk hanımı Sâre’den çocuk sahibi olmadığı için ikinci hanımı Hâcer ile evlenmişti. Hâcer’den İsmâil adındaki oğlu dünyaya gelince birinci eşi Sâre bu durumu kıskandı ve evde huzursuzluk çıkardı. Hz. İbrâhim de Yüce Allah’ın yönlendirmesiyle ikinci eşi Hâcer’i ve ondan olan oğlu İsmâil’i Mekke’ye getirdi. Aradan biraz zaman geçtikten sonra birinci eşi Sâre’den de bir oğlu oldu. Yüce Allah, böyle takdir etmişti. Allah’ın her takdirinde bir hayır vardır. Büyük oğlu İsmâil ile birlikte Kâbe’yi yeniden yaparken küçük oğlu ishâk ile de Filistin topraklarını ihya etti. İsmâil daha küçükken şöyle bir olay oldu:
Hz. İbrâhim, bir gece rüyâsında oğlunu kurban ettiğini görür ve sabahleyin durumu oğluna anlatarak yavaş yavaş onu kurban olmaya hazırlar. Yüce Allah, bu durumu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatır:
“(İbrâhim:)” Ey Rabbim! Bana iyilerden (sâlih evlat) lütfet!” diye duâ etti. Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik. Artık o (İsmâil), beraberinde (işe) koşma çağına erişince (babası): ”Ey yavrucuğum! Doğrusu ben, rüyâmda seni boğazladığımı görüyorum; artık (bak) düşün, ne dersin?” dedi. (Oğlu:) ”Ey babacığım! Emredildiğin şeyi yap, inşâallah beni sabredenlerden bulacaksın” dedi. Böylece ikisi de (Allah’ın emrine) teslim olunca (İbrâhim) onu şakağı üzerine yatırdı. Biz ona (şöyle) seslendik: ”Ey İbrahim! Gerçekten rüyâna sadâkat gösterdin. Şüphesiz ki biz, iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Hakikaten bu, apaçık imtihanın tâ kendisidir. (Oğluna karşılık) ona büyük bir kurbanlık (koç) fidye verdik.”(Kur’ân-ı Kerîm, es-Sâffât sûresi, 37/100-107)
Ana, baba ve oğul birlikte imtihanı kazandılar. Onlara imtihanı kazandıran, îmanları, sadâkatleri ve teslimiyetleriydi. Mümin, işte böyle olmalıydı. Yüce Allah, bu olayı Kur’ân-ı Kerîm’de anlatarak Hz. İbrâhim’i ve âilesini bize örnek göstermektedir.
ABDULLAH: Hz. İbrâhim, eşi Hâcer’i ve oğlu İsmâil’i Mekke toprağına getirdiğinde orda hiçbir şey yoktu; su da yoktu. Hz peygamber efendimiz, onların yolculuğunu ve zemzem suyunun bir lütûf olarak çıkmasını uzun bir hadîs-i şeriflerinde anlatmaktadır. Hâcer’e ve oğlu İsmâil’e Yüce Allah’ın bir lütfu olarak ikram edilen zemzem Mekke toprağına bir canlılık getirdi. Kâbe yapıldıktan sonra da insanlar bu şehri ve Allah’ın evini ziyâret etmeye başladılar. Mekke, dînî ve ticârî bir merkez haline geldikten epey zaman sonra çevreden bazı zâlim ve çapulcular bu şehri ele geçirmek istediler. Hz. İsmâil (a.s)’ın soyundan gelen güzel insanlar şehri ellerinden kaybedeceklerini anlayınca zemzem kuyusunu kendi elleri ile kapattılar.”Bize yâr olmayacak olan zemzem, düşmanlarımızın eline de geçmesin.” dedi ve kuyuyu kapattılar, yerini de belirsiz bir hale getirdiler. Karşılıklı çarpışmalar ve savaşlar uzun yıllar devam etti. Bir nesil gitti, diğer nesil geldi; onlar da gitti, sonrakiler geldi. Sonradan gelenler, düşmanlarını bertaraf ettiler ama dedeleri tarafından kaybedilen zemzemi bulamadılar. Mekkeliler, zemzem kuyusu kapatıldıktan sonra açılan kuyulardan aldıkları sular ile idare ederek hayatlarını devam ettiriyorlardı. Bu durum, Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmüttalib’in, zemzem kuyusunu bulmasına kadar devam etti.
Abdülmüttalib, bir gün Kâbe’nin gölgesinde uyurken rüyâsında kendisine zemzem kuyusunun yeri gösterildi ve: ”Ey Abdülmüttalib! Kalk, burayı kaz!” denildi. Abdülmüttalib de kalktı ve biricik oğlu Hâris ile gösterilen yeri kazmaya başladı. Abdülmüttalib, oğlu ve kendisinin çalışması ile işin ileri gitmediğini görünce de Mekkelilerden yardım istedi. Onlar da: ”Bizden önce burayı kazan ve zemzemi arayan çok kişi olmuş ama hiçbirisi bulamamış. Biz de boşuna kürek sallamayalım, boşuna yorulmayalım” demişler. Abdülmüttalib, işi bırakmamış ve oğlu Hâris ile çalışmaya devam etmiş. Çok yoruldukları bir sırada: “Bir gün gelir de on oğlum olursa, onlardan birini kurban edeceğim” dedi. Nihayet yıllar sonra dediği gün geldi, on oğlu oldu. İşte şimdi rüyâsında kendisine yıllar önce yaptığı adağı hatırlatıldı. Abdülmüttalib de oğullarını toplayıp bu durumu onlara anlattı. Hepsi kurban olmaya hazır olduklarını söylediler. İçlerinden birini seçip almakta zorlanan baba, oğulları arasında kur’a çekti. Kur’a genç ve bekâr oğlu Abdullah’a çıktı. Şimdi, Abdullah da çok yukarıdaki dedesi İsmâil gibi kurban edilmeye hazırdı. Ama Mekkeliler, bu işe karşı çıktılar. Abdülmüttalib’in oğlu Abdullah’ı kurban etmesinin bir gelenek haline gelmesinden korktular. Abdülmüttalib’i bu işe bir çözüm bulması konusunda ikna ettiler. Abdülmüttalib de çözüm arayışına çıktı ve çeşitli yerlere gitti. Medîne’de gittiği Arrâfe (bilgin kadın), kendisine şöyle bir soru sordu:
“Ey Abdülmüttalib! Sizin şehriniz Mekke’de kan bedeli nedir? Yani, birisi birisini öldürürse kâtil veya kâtilin tarafından alıp maktûlün tarafına verdiğiniz kan bedeli nedir?” Abdülmüttalib, bu soruya “Bizde kan bedeli on devedir.” diye cevap verdi. Bu cevaptan sonra Arrâfe, probleme şöyle bir çözüm yolu getirdi: “Ey Abdülmüttalib! Mekke’ye gidersin, on deve ile oğlun Abdullah arasında kur’a çekersin. Kur’a develere çıkarsa, on deveyi kurban eder oğlunu kurtarırsın. Kur’a oğluna çıkarsa, develerin sayısını on tane daha artırırsın. Kur’a, develere çıkıncaya kadar sayılarını onar onar artırarak yukarı doğru çıkarsın. Sonra da onları kurban eder, oğlunu kurtarırsın.” (İbn Hişâm, I, 164; İbn Sa’d, I, 89; Ya’kûbî, I, 252)
Bu çözüm yolunu benimseyen Abdülmüttalib, hemen Mekke’ye döndü. Getirdiği haber Mekkelileri de sevindirdi. Abdülmüttalib, Arrâfe’nin öğrettiği çözümü gerçekleştirmek için develeri hazırladı ve herkesin gözü önünde oğlu ile on deve arasında kur’a çekti. İlk kur’a oğluna çıkınca develeri on tane artırdı. Develer yirmi, otuz, kırk, elli, altmış, yetmiş, seksen, doksan olunca her seferinde kur’a Abdullah’a çıkıyordu. Develer, yüz olunca kur’a develere çıktı. Abdülmüttalib de yüz deveyi kurban edip oğlunu kurtardı. Hz. Peygamber efendimiz, bu olayın gerçekliğini doğrulayarak şöyle buyurur: “Ben, iki kurbanlığın oğluyum.” (Hâkim, Müstedrek, II, 609)
Aziz ve değerli okuyucularım! Yukarıda anlatılan olaylardan birincisini Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de anlatıyor; ikincisinin doğruluğunu da Hz. Peygamber efendimiz tasdîk ediyor. Yüce Allah, bu olaylarla iki seçkin şahsiyeti ve onların iki güzel oğlunu bize tanıtıyor. Biz ve oğullarımız, emirlere bu derece itaatkâr olamayacağımız için Yüce Allah, bizden oğullarımızı kurban etmemizi istemiyor. Bizden istenilen, kurban olabilecek bir hayvanı kurban etmemizdir. Maddî durumu iyi olanlar da artık bunu yapsınlar.
Yeni yorum ekle