Müttefik ordulara karşı yapılmış olması dolayısıyla, bu savaşın diğer bir adı, "Ahzâb" gazvesidir. Ahzâb sûresine de ismini veren bu gruplar/ahzâb, Kureyş müşrikleri ve onların bu savaştaki müttefikleridir. Medine'nin savunulması şeklinde cereyan eden bu muharebe, Peygamberimiz'in (sav) en büyük savaşlarındandır.
Medine kuşatması, Benî Nadîr Yahudi liderlerinin teşebbüsleri sonucu gerçekleştirilen bir harekettir. Hz. Peygamber'e suikast teşebbüsünde bulunarak vatandaşlık anlaşmasını bozan bu kabile, bu savaştan bir yıl evvel Medine'den sürülmüştü. Bu kabilenin Hayber'e sığınmış olan liderleri, Müslümanlardan intikam almanın yollarını arıyorlardı. Onlardan bir grup, Mekke müşriklerine giderek, Müslümanlara karşı birlikte savaş teklif ettiler. Maksatları, İslam’ın kalesi Medine şehrine taarruz edip Müslümanları bütünüyle ortadan kaldırmaktı. Bu Yahudi liderler, müşriklerle işbirliği yapabilmek için, Mekkeliler'e, "Sizin dininiz, Müslümanların dininden daha hayırlıdır. Sizin yolunuz, onların takip ettiği yoldan daha doğrudur.”[1] diyerek puta tapıcılığın İslam dininden daha üstün olduğunu dahi söylemişlerdi.
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de Yahudi liderlerin bu korkunç ihanetini haber vererek, ayıplarını yüzlerine vurmakta ve onları lanetlemektedir:
“Kendilerine kitaptan pay verilenleri görmedin mi? (Baksana onlar) puta ve bâtıla inanıyorlar ve kâfirlere: ‘Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadır.’ diyorlar.
İşte onlar, Allah'ın lânetlediği insanlardır. Allah kimi lânetlerse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın.
Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Öyle olsaydı, insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi.
Yoksa Allah’ın lütfundan insanlara verdiği için, onları kıskanıyorlar mı? Oysa Biz, İbrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık."[2]
Yahudi liderlerin bu sözlerinden memnun kalan Mekke müşrikleri, Müslümanlara karşı onlarla ittifak kurmaya razı oldular. Yahudi liderler, daha sonra Gatafan kabilesine gittiler. Mekkeliler'in kendileriyle birlikte olduğunu söyleyerek, onların da ittifaka katılmasını sağladılar. Süleym, Esed, Fezâre ve diğer bazı kabilelere de giderek, Hayber'in bir yıllık hurma ürünü karşılığında, Müslümanlara karşı yapılacak savaşta kendilerini desteklemelerini sağladılar.
Yahudi liderlerin çalışmaları sonunda, Medine İslam devletine karşı, en güçlüleri olan Mekkeliler öncülüğünde bir düşman cephesi oluşmuştu. Mekke müşrikleri ve müttefikleri, sefer için gerekli hazırlıkları yaparak, Medine’ye taarruz için 10.000 kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Orduya Kureyş lideri Ebû Süfyân komuta ediyordu. Ordu içinde Kureyş'in askeri 4.000 kişiden ibaretti. Geriye kalan 6,000 asker, adı geçen kabilelerden toplanmıştı.
Durum Müslümanlar için oldukça tehlikeli görünüyordu. Yahudi liderler, intikam için başlatmış oldukları harp hazırlığında, umduklarını bulmuşlardı. Onların bu davetini, kendileri için büyük bir fırsat olarak gören Mekke müşrikleri de, Uhud savaşında yarım bıraktıkları işi bitirerek İslam’ın varlığına son vermek istiyorlardı. Yakaladıkları bu fırsatı değerlendirmek maksadıyla, şimdiye kadar toplayabildikleri en büyük orduyla Medine üzerine geliyorlardı.
Diğer taraftan, öteden beri Rasûlullah'a dostluk besleyen Huzâa oğullarından bir şahıs, acele bir şekilde yola koyulmuş ve 4 günde Medine'ye ulaşarak müşriklerin yapmış olduğu bu saldırı hazırlığını Rasûlullah'a haber vermişti.[3] Savaş hazırlıklarını öğrenen Rasûlullah, derhal harp meclisini topladı ve müttefik düşman ordularına karşı nasıl bir mücadele verileceğini ashâbıyla müzakere etti. Medine'de kalınarak şehir içinde savunma harbi mi yapılacak veya bu kalabalık ordulara karşı, bir meydan savaşı mı verilecekti? Önlerinde Uhud harbinde yaşanmış bir tecrübe de bulunuyordu. Ashâb-ı Kirâm'ın önde gelenlerinden İran asıllı Selmân-ı Fârisî, şu teklifte bulundu:
"Ya Rasûlallah! İran'da bizim şöyle bir harp tekniğimiz vardır: Bir şehir dışarıdan bir hücuma uğrarsa, şehir halkı şehrin etrafına bir hendek kazar; hendeğin iç tarafında savaş tertibatı alarak düşmanın hendeği geçmesine mani olur ve bu şekilde bir savunma savaşı yapar. Uygun görürseniz, biz de öyle yapalım."
Peygamberimiz, Selmân-ı Fârisî’nin teklif ettiği, o zamana kadar Araplar arasında bilinmeyen bu harp usulünü uygun bularak, Medine'nin düşmanın girmesine müsait tarafına hendek kazılmasını emretti.[4]
Şehrin diğer tarafları, bitişik olarak yapılmış evlerin dış duvarlarıyla veya sık hurmalıklarla çevrili olduğu için, şehrin sadece kuzey tarafına hendek kazılacaktı. Düşman ordusunun diğer istikametlerden gelmesi neredeyse imkânsızdı. Şehrin düşmanın girmesine müsait taraflarını çevreleyecek bu hendeğin kazılmasında Hz. Peygamber bizzat kendisi de çalıştı. Ashâb-ı Kirâm onar kişilik gruplara ayrılarak her gruba kırk zirâlık bir mesafeyi kazma görevi verildi.[5] Mevsim kış ve hava soğuk olduğu için, kazım faaliyeti oldukça güç yürütülüyordu. Ayrıca yiyecek sıkıntısı da vardı. Hendek kazan ashâbının açlık ve yorgunluklar içindeki durumunu gören Peygamberimiz şöyle dua ediyordu:
"Allahım! Gerçek hayat, şüphesiz Ahiret hayatıdır. Muhacirler ve Ensâr'ın günahlarını bağışla!"
Ashâb-ı Kirâm da ona şu anlamdaki şiirle cevap veriyordu:
"Bizler, sağ kaldığımız sürece Allah'ın dini uğrunda savaşmak şartıyla Muhammed'e (s.a.v.) biat etmiş kişileriz."[6]
Peygamberimiz, şiirler okutarak ashâbını şevke getirmek istiyor, kendisi de mısraların kâfiyelerinde onlara katılıyordu. Sahâbiler, İslam dini sayesinde kazanmış oldukları üstünlüğü dile getiren kasideler okuyorlardı. Bu arada münafıklar, benzeri kritik durumlarda olduğu gibi, yine yan çizmeye başladılar. Onlardan bazıları bu faaliyetten kaçmak için zayıflıklarını bahane ediyor, bazıları da, Rasûlullah'tan izin almaksızın gizlice kaçıyordu. Onların bu durumu Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılmıştır:
"Peygamber'in çağırmasını, aranızda herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayın. Allah, sizden birbirinin arkasına gizlenerek sıvışıp gidenleri biliyor. Bundan dolayı, onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belanın çarpmasından yahut kendilerine acı bir azabın uğramasından sakınsınlar."[7]
Münafıkların bu olumsuz tutumuna karşılık mü’minler, eğer önemli bir mazeretleri varsa Rasûlullah'tan izin alarak gidiyorlar, işlerini bitirir bitirmez, hemen hendek kazma faaliyetine dönüyorlardı. Onların bu davranışı Allah Teâlâ tarafından şöyle övülmüştür:
“Mü’minler o kimselerdir ki Allah’a ve peygamberine gönülden inanmışlardır. Sosyal bir faaliyette Rasûlullah’la beraber bulundukları zaman, ondan izin almadan gitmezler. Ey Muhammed senden izin alanlar, iste onlar, Allah ve Rasûlüne inanan kimselerdir. Bundan dolayı bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”[8]
Ara verilmeksizin, hızlı ve sıkı bir şekilde çalışılarak, iki hafta içinde düşman ordularının Medine'ye ulaşmasından önce, hendek kazma işi bitirildi. Üstad Muhammed Hamidullah’ın kanaatine göre, bir atın karşı tarafa atlayamayacağı genişlik ve derinlikte olan hendeğin uzunluğu 5,5 kilometre civarında idi. Kadınlar, ihtiyarlar ve çocukları Medine içindeki kalelere ve sağlam evlere yerleştiren Peygamberimiz, onların başına Ümmü Mektûm oğlu Abdullah’ı yerine vekil bıraktı. Hendeğin iç tarafında konuşlanarak savunma savaşı verecek ordusunu hendek civarına getirerek Sel’ dağının eteğinde karargâh kurdu. Ordusunun mevcudu üç bin idi.[9]
Başkomutanlığını Kureyş lideri Ebû Süfyân’ın yaptığı müttefik ordular, Medine’ye üç ayrı istikametten, üç ayrı kol halinde gelmişlerdi. Ancak onlar Medine’ye yaklaştıklarında büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Müslümanları bir hamlede yok ederek İslam dinine son vereceklerinden emin bir şekilde gelen müttefikleri bu derece şaşırtan olay, o ana kadar hiç görmedikleri bir harp tekniğiyle yani hendekle karşılaşmalarıydı Bu durum karşısında kabile birlikleri yollarını kesen hendeğin dış tarafında, ayrı noktalarda karargâh kurdular. Ardından hendeği dolaşarak geçmeğe müsait yer aradılar, bulamayınca hendeğin iç tarafında mevzilenmiş Müslümanların üzerine ok atmaya başladılar. Müslüman askerler de aynı şekilde ok atarak onlara karşılık verdiler.
Müşriklerin hendeğin nispeten dar kazılan yerlerinden geçme teşebbüsleri, siperlere yerleşmiş okçular tarafından kolaylıkla geri püskürtüldü. 10 bin kişilik düşman kuvvetlerine, sadece 3 bin askerle karşı koyan İslam ordusunda, muhacirlerin sancağı Hârise oglu Zeyd, Ensâr’ın sancağı ise, Ubâde oglu Sa’d tarafından taşınıyordu. Peygamberimiz, düşmanın hendeği geceleyin geçmesine mani olmak için nöbetçi birlikler çıkarıyor; hatta bizzat kendisi de nöbet tutuyordu. Ashâbına sabır tavsiye ediyor ve onlara zafer müjdeleri veriyordu.
Bu sıkıntılı anlarda, münafıklar, yine kalplerindeki düşmanlığı açığa vurdular. Rasûlullah'ın zafer müjdelerine inanmayan ve hendek kazımı anında Rasûlullah'tan izinsiz sıvışıp kaçan bu ikiyüzlüler, bu defa yalanlar uydurarak cepheyi terk ediyorlar ve diğerlerini de geri döndürmeye çalışıyorlardı, Onların bu davranışı Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, Allah ve Rasûlü bize sadece boş vaadlerde bulundu' diyorlardı. Onlardan bir grup da demişti ki: 'Ey Medineliler, Artık size duracak yer yok, geri dönünüz. Onlardan bir topluluk da, ‘Evlerimiz açıktır' diyerek Peygamber'den izin istiyordu. Oysa onların evleri açık değildi; sadece kaçmak istiyorlardı.”[10]
Savaş, bu şekilde hendeğin iki tarafındaki kuvvetler arasında karşılıklı ok atışlarıyla devam ederken, Müslümanlar için yeni bir tehlike daha ortaya çıktı. Bu tehlike Medine'de kalan son Yahudi kabilesi Kureyzâ oğullarının aradaki antlaşmayı bozarak, düşmanla işbirliği yapmaları ve Müslümanları arkalarından vurmaya kalkmalarıydı.
Medinede kalan tek Yahûdî kabilesi Kureyzâ oğulları da, putperest Arapları tek cephede toplamaya muvaffak olan Yahudi liderlerden Ahtap oğlu Huyey’in teşvikleri sonunda, Müslümanlarla olan ahidlerini bozup düşman ordusuyla işbirliği etmişlerdi. Hendeğin iç tarafında kalan bu kabile, Müslümanları arkadan vurmaya karar vermişti. Bu önemli gelişmeyi duyan Peygamberimiz, haberin doğru olup olmadığını öğrenmek üzere arkadaşlarından dört kişiyi Kureyzâ oğullarına gönderdi. Arkadaşlarına eğer gerçekten antlaşma bozulmuşsa dönüşlerinde neticeyi sadece kendisine hem de şifreli olarak söylemelerini, yok eğer alınan haber doğru değilse herkesin huzurunda açıkça ilan etmelerini emretti. Giden bu şahıslar, alınan haberin doğru olduğunu öğrenerek dönmüşlerdi. Peygamberimiz'e geldiklerinde Recî vakasında Müslüman muallimlere hıyanet etmiş olan 'Adal ve Kare' kabilelerinin isimlerini söyleyerek bu şifre ile antlaşmanın bozulmuş olduğunu bildirdiler.[11] Aldığı bu kötü haber karşısında üzülmek ve ümidini yitirmek yerine, tekbir getirerek ashâbına zafer müjdesi veren Peygamberimiz, ordusundan beş yüz kişilik bir kuvveti, Medine’deki kadınlar, yaşlılar ve çocukları Kureyzâ oğulları'nın muhtemel saldırısından korumaları için Medine'ye göndermek zorunda kaldı. Bu olay Müslümanların korkusunu iyice artırmıştı. Çünkü iki düşman arasında kalmış bulunuyorlardı.
Medine muhasarası giderek artan şiddetiyle bir ay boyunca devam etti. Hatta bir defasında çarpışmaların kesilmemesi ve şiddeti sebebiyle, Rasûlullah (s.a.v.) ve ashâbı namazlarını vaktinde eda edememiş; ancak gece bastırdıktan ve çatışmalara son verildikten sonra toptan kılmışlardı. Peygamberimizin bu günün dışında hiçbir vakada namazı vaktinde kılamama durumuyla yüz yüze gelmediği bilindiğine göre bu durum, Hendek savaşındaki o günün sıkıntısının derecesini bildirmeye yeterli bir ölçü olarak görülmüştür.[12] Müslümanlar, soğuk ve açlık sebebiyle de büyük sıkıntılarla yüz yüze bulunuyorlardı.
Aynı zamanda son derece başarılı bir komutan olan Peygamberimiz, bu sıkıntılı günlerde düşmanı kendi içinde parçalamak için harekete geçerek Gatafanoğullarını gizlice antlaşmaya çağırdı. Onlara, müttefiklerinden ayrıldıkları takdirde, Medine hurma hâsılatının üçte birini vermeyi vâdetti. Ancak Ensârın iki liderinin bu işe gönülsüz olduklarını görünce bu teşebbüsten vazgeçti.[13]
Bir topluluğa yardım etmek istediğinde, mevcut şartlar içinde hiç beklenmeyen yerlerden yardım kapıları açan Cenâb-ı Allah, bu sıkıntılı anlarda yine mü'minlerin yardımına yetişti. Şöyle ki; düşman ordusunda bulunan Mesud oğlu Nuaym, Müslüman olmuş; fakat bu durumu kimseye açmamıştı. Kureyş, Gatafan oğulları ve Yahudilerin güvenini kazanmış olan bu şahıs, düşman ordusu saflarından ayrılıp gizlice Peygamberimiz'e geldi ve ona şu teklifi yaptı:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben Müslüman oldum; ancak kabilem İslam’a girdiğimi bilmiyor. Emredin size yardımcı olayım."
Bunun üzerine Peygamberimiz, Nuaym'a:
"Onları bizden uzaklaştırmak için elinden gelen her şeyi yapmaya çalış, muhakkak ki, harp bir hiledir.” buyurdu.[14]
Nuaym, başarılı bir diplomattı Önce Kureyza oğullarına gitti. Mekkeliler ve onlarla birlikte Medine’yi dışarıdan muhasara eden birliklerin artık savaştan usandıklarını ve geriye dönmek niyetinde oldukları söyledi. Eğer gerçekten dönerlerse, Müslümanlarla baş başa kalacaklarını belirterek onları korkuttu. Bu duruma düşmemeleri için onlara şu tavsiyede bulundu:
"Kureyş ve Gatafanoğulları Muhammed’le savaşmak için gelmişlerdi. Siz de onlara katılarak, Muhammed'e karşı onları desteklemiş bulunuyorsunuz. Ancak onların durumu sizin durumunuzdan farklı; çünkü yurtları, malları ve kadınları uzakta ve tehlike altında değil. Harbi kazanırlarsa ne a'la; eğer kazanamazlarsa yurtlarına çekip gidecek ve sizi burada Muhammed ile baş başa bırakacaklardır. Baş başa kaldığınız takdirde ise, sizin Muhammed'e karşı koyacak gücünüz yoktur. Dolayısıyla Kureyş ve müttefiklerinden ileri gelen birkaç kişiyi rehin almadıkça sakın ola ki onlarla birlikte savaşa girmeyiniz. Muhammed'e karşı sonuna kadar birlikte savaşmayı garanti altına almanız için, muhakkak rehine isteyiniz; bu takdirde onlar rehineleri bırakıp gidemezler."
Onu dinleyen Kureyzâ liderleri, kendilerine gerçekten iyi bir tavsiyede bulunduğunu belirterek teşekkür ettiler. Yaptığı bu uyarıya göre hareket edeceklerini söylediler. Nuaym daha sonra hendeği geçerek Kureyş ve Gatafan liderlerine gitti. Onlara ise, Kureyzâ oğullarının Muhammed'le olan antlaşmalarını bozduklarına pişman olduklarını ve antlaşmayı yenileyebilmek için kendilerinden rehineler isteyip bu rehineleri Muhammed'e teslim edeceklerini söyledi. Rehineleri öldürmesi için Muhammed'e teslim etmek ve bu sayede tekrar onunla ittifak kurmak hususunda anlaştıklarını ifade etti. Sözlerini bitirirken de, eğer Kureyzâ oğulları kendilerinden rehine isterler bir tek adam dahi göndermemelerini tavsiye etti.
Nuaym'ın söyledikleri, iki tarafı da büyük bir şüphe ve endişeye sevk etmişti. Bu durum karşısında Kureyş ve Gatafan liderleri, duyduklarının doğru olup olmadığını anlamak için, Kureyzâ oğullarını denemek istediler. Onlara adam göndererek bir gün sonra, iki taraftan aynı anda Müslümanların üzerine saldırıya geçmeyi teklif ettiler.
Bu teklif üzerine, Nuaym’ın sözlerini hatırlayan ve kendilerini garantiye almak isteyen Kureyzâ Yahudileri ise onlara şu cevabı verdiler:
"Yarın Cumartesi'dir. Biz Cumartesi günleri hiçbir iş yapmayız. Diğer taraftan bize güvendiğinizi göstermeniz için rehineler veriniz. Rehine vermediğiniz takdirde asla sizinle birlikte savaşmayız. Çünkü vatanlarınıza dönerek bizi Muhammed ile baş başa bırakmanızdan korkuyoruz."
Elçi geri dönüp, Kureyzâ oğullarının bu cevabını Ebû Süfyân'a ulaştırdı. Onu dinleyen Ebû Süfyân ve yakın adamları, rehine sözünü duyunca, Nuaym’ın söylediklerinin doğru olduğuna kanaat getirdiler. Kureyzâ oğullarına tekrar elçi göndererek kendilerine rehine olarak bir tek adam dahi vermeyeceklerini bildirdiler. Bu defa, Kureyzâ oğulları da Nuaym'ın söylediklerinin doğru olduğuna inandılar. Böylece Nuaym, düşman ittifakını parçalamayı başarmıştı.[15]
Diğer taraftan kesin neticeyi yine ilahi yardım tayin etti. Oldukça soğuk havanın yaşandığı bu günlerden birinde aniden ortaya çıkan şiddetli yağmur ve fırtına, düşmanın çadırlarını yerlerinden söküp atmış, kap ve kacaklarıyla birlikte alıp götürmüş, onları muhasaradan vazgeçmek zorunda bırakmıştı. Bu ilahi yardım Kur'ân-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman üzerinize düşman orduları gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarını çok iyi görmektedir.”[16]
Düşman ittifakının bozulmuş ve tarafların birbirine düşmüş olduğunu duyan Peygamberimiz, bu esnada arkadaşlarından Yemân oğlu Huzeyfe’yi, düşman ordularının durumunu keşif için gönderdi. Kureyş ordusuna sızan Huzeyfe, Ebû Süfyân'ın geriye dönüş emrini bizzat dinledi, geriye dönerek durumu Hz. Peygamber'e bildirdi.[17]
Şevval ayında başlayan muhasara Zilkade ayında kaldırılmıştı. Hendek etrafında geçen ve yaklaşık bir ay süren bu muhasarada Müslümanlar 5 şehit vermiş, karşı taraftan ise 4 kişi öldürülmüştü.
Mekke başta olmak üzere putperest Arap-Yahudi ittifakının Hendek savaşından başarısız bir şekilde dönüşü Müslümanlar için büyük bir zafer oldu. Bu başarı puta tapıcı Arap kabileleri arasında Müslümanlığın yayılışını hızlandırdı. Bütün şirk ehline karşı elde edilen bu zafer karşısında Allah'a şükreden Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Kureyş müşriklerinin, taarruz güçlerinin artık tükendiğini ve bundan böyle onların Müslümanların üzerine gelemeyeceğini belirterek şöyle buyurmuştu:
"Artık sıra sizdedir. Kureyş bundan sonra sizin üzerinize gelemez!"[18]
Kureyş, bu savaştan sonra Müslümanların üzerine bir saldırı düzenleyememiş, dolayısıyla Peygamberimizin bu mucizesi de açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Hendek gazvesi, Peygamberimizin siyasi ve askeri dehasını göstermesi açısından da dikkat çekicidir. Bilindiği gibi o, Arapların o zamana kadar bilmediği bir harp tekniği olan hendek kazılarak savunma savaşı yapılması taktiğini uygulamış; son derece zor şartlar altında olsa da, hendeği başarılı bir şekilde savunmuştur. Yine, onun emriyle düşman orduları birbirine düşürülerek ittifak parçalanmıştır.
Yeni yorum ekle