Şu yaşadığı hayatın rengine şaştı kaldı: Bazen pembe güllerin rayihaları arasında uçuşuyor bazen de kara bulutların boşaldığı iklimlerde korku ile bekleşiyordu. Bu hayat yolundaki yokuşları kâh iniyor kâh çıkıyordu. Ya halini seyreyleyip gülümsüyordu ya da rahmet umutlarının orta yerinde ağlıyordu.
Bir halden bir hale geçerken günlerin seyrinde; tüm yaşadıklarını “bir masal” olarak adlandırdı. Tıpkı 1001 gece masalları gibi, ecel gelene dek seyredebildiğimiz her hal; bu masalın betimsiz bir karesiydi. Bize ait olan, bizim hikayemizi anlatan, bize mahsus, bizim sırrımız olan bir masal…
Kırk kapının ardında gizlediğimiz sırlardan tutun da tellallarla ilan ettiğimiz haberlere kadar bizim dilimizde söze dökülen, bizim gönlümüzde hissedilen bir masal… Bize özgü tanımlanmış notalarla bizim şarkımızın çaldığı bir masal… Her birimizin hayatı; kendi adımızla şöhret bulmuş bir masal… Kalemin elinde, yazıyorsun, farkında mısın?
Bir varmış bir yokmuş… Her masalda olduğu gibi bizim masalımızda da sonsuzluk iksiri ab-ı hayatı arayan ve Kaf dağını aşıp mutluluklar ülkesine ulaşmaya çalışan yiğitler varmış. Yiğit diyorum, çünkü; ab-ı hayatı ele geçirmek hiç de o kadar kolay değilmiş. Uğrunda nice bimbir düğümlü sırları çözmek, nice zorlu yolları aşmak gerekiyormuş. Hele bir de yollara kurduğu tuzaklarla nice ölümcül tehlikeleri en aldatıcı hallere büründüren ve her ne olursa olsun asla susmayan, mücadeleden bıkmayan ve hep kötülük üreten nefs diye de bir canavar varmış. Onu yenmek, yiğitliği bahşeden en büyük sebep imiş…
Bu gizemli ülkenin yüce bir Padişah’ı varmış. Kullarının iyiliği için her türlü şartı hazırlamış, adaleti ile lütfunu egemen kılmış, yüceler yücesi bir Padişah… Ülkenin her yerinde onun büyüklüğünü anlatan merhametini haykıran tellallar dolaşırmış.
Gizemler ülkesinde gezinen bir de garip bir yolcu varmış… Adı yolcuya işte; işi, vazifesi ülkenin bir ucundan diğer ucuna gezip gitmekmiş… Emeli; zikrettiğimiz yiğitlerden olabilmekmiş… Geçtiği yollarda nefs canavarı ile mücadele eder, ab-ı hayatı bulup Kaf dağına ermeye çalışırmış…
Bu yolculuklarında kimi zaman nefs canavarının tuzaklarına takılır, esir düşermiş. Esaretin çaresizliği içerisinde inlerken aklına rahmet saçan Padişah’ı düşer, gözlerini kapatır, O’nu anarmış. Padişah onu anıp zikreden kullarının imdadına her daim yetişir, tövbe kapısından geçmeyi başaran kullarını af ve mağfireti ile gaflet bataklığından kurtarır, huzura erdirirmiş…
Bizim yolcu, böyle zamanlarında Padişah’ını tam da kalbinde bulur; O’nun sevgisinin her hücresini doldurduğunu hissedermiş. Padişah’ın huzurunda olmanın verdiği hürmet ve tazim ile başı öne düşer, secdeye kapanırmış. Burada o kadar büyük bir huzur hissedermiş ki; elinde olsa başını yerden hiç kaldırmak istemezmiş. Hani annesine koşup sarılan bir evladın huzuru gibi, eşsiz bir duygunun hazzı ile orada kalakalırmış…
Onu nefs esaretine takılma suçundan azat eden Padişah’a duyduğu sevgi, gözyaşlarına dönüşür; bu sicim gibi yaşlar, onun sevgisinin ifadesi olurmuş… İşte bizim masalımızda “büyük gizem” tam da burada saklıymış… Padişaha en yakın olduğu ve onun sevgisi ile dolduğu bu anlarda, gözlerinden akan iki damla yaş; ab-ı hayat diye aradığı iksir oluvermiş…
Bu iksiri tadan yolcu; artık yolunu bulup güzergahını şaşırmaz, mutluluk iklimlerinde oradan oraya sıçrar dururmuş… Artık ne nefs canavarının hilelerinin ne de yollardaki çeşit çeşit süslü ama aldatıcı tuzakların hiçbir önemi kalmamış. Çünkü bizim yolcunun ihlas ve samimiyetle akıttığı gözyaşları, onun ab-ı hayatı oluvermiş…
Bu keşifle birlikte önünde bir kapı belirivermiş. Adı “ölüm” olan bu kapıdan geçtiğinde rengarenk güllerin açtığı farklı ama büyüleyici güzellikte bir ülkeye geldiğini farketmiş. Ve anlamış ki burası; hep ulaşma hayali ile yanıp kavrulduğu, uğrunda pek çok sıkıntıya göğüs gerdiği mutluluklar diyarı; Kaf dağının ardı imiş…
Bir varmış bir yokmuş diyerek başladık masalımıza… Şimdi Kaf dağının ardında, masalın sonunda, işler tersine dönmüş… “Bir yokmuş bir varmış” … Zira gerçek alem, burası imiş… Tüm yaşananlar, ona gerçeği bahşeden bir rüya imiş. Ve anlamış ki; onu ölümsüz kılan, içindeki bu cevhermiş…
Bizim masalımız da burada, tıpkı erenlerin hikayesi gibi bitsin… Onlar gibi biz de erelim muradımıza… Secdeye eğilen başların kutlu hıçkırıkları ile ulaşalım kurtuluşa…
…
Secde; kulun Allah’a en yakın olduğu yerdir. Var edene senin için “ben”den geçtim diye haykırabilmenin yeridir. Yer ile bir olurken; yücelmenin, yiğitleşmenin, er olarak dirilmenin yeridir. Benliğinden geçerken cevherini borçlu olduğuna minnetini ifade etmenin yeridir.
…
Canını aşk yoluna vermeyen aşık mıdır
Cehdeyleyip ol dosta ermeyen aşık mıdır
Nefs arzusundan geçip aşk kadehinden içip
Dost yoluna er gibi durmayan aşık mıdır (Yunus Emre)
…
Seyreyle gönül; bu alemde tüm varlıklar secdeye gidiyor. Allah’ın kendileri için koyduğu kanunlara tabi olup, asla emr-i İlahinin dışına çıkmayarak secdesini eda ediyor. Ey nefsim! Ya sen, fıtratının gereğini yerine getiriyor musun? Gecelerini nurlandırmaya iştiyak duyuyor musun? Hiç Allah’a; kulluğunu, aşkını, sadakatini, tevazunu, itaatini, saygını anlatmak istiyor musun? Masalının sonunu nasıl yazacaksın? Kutluların yolunda mı bedbahtların yolunda mı yürüyeceksin?
…Onları, Allah’ın lutuf ve rızâsına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. … Fetih 29
Secde, dua ve iki damla göz yaşı... Gecenin mahremiyetinde Yaradan’ın lütfu ile kazanılan en değerli hazine… O vakitte; mekân yok olur, zaman durur, hal biter… Hiçliğin tadı içerisinde açılan avuçlarda inen rahmetin ağırlığı hissedilir…
…
Ey padİşah ey padişah her dem işin düze-durur
Dünya onun bostanıdır sevdiğini üze-durur
Yavuzluk eyleme sakın ecel sana senden yakın
Nicelerin aslın kökün yurdeyleyip boza-durur
Ey Tanrıyı bir bilenler can Hakk’a kurban kılanlar
Ölü değildir bu canlar aşk gölünde yüze durur (Yunus Emre)
…
Masal bu ya deyip de geçme! Hakikatin sesini duy! Aşk ile huzura duranlardan ol!
Gökten üç elma düşmüş; üçü de bu mutlu sona ermek isteyip canı Hakk’a kurban kılanların başına olsun…
Yeni yorum ekle