Allah, manaları taşımak için kelimeler, işaretleri yüklenen ibareler, göstergeleri taşıyan semboller var etti. Âlem O’nun varlığının apaçık delili oldu. Var kıldığı her şeyi kelimeler, ayetler yaptı. Değerler var etti ve bu değerleri yüceltmenin maddî formunu da inşa eyledi. Öz ve kabuk ilişkisinde yarattı âlemi. Din manasını, kitap ve peygamber formu içerisinde gönderdi. İbadet manasını şekil ve mâbed biçiminin içine yerleştirdi. Amelleri, niyetlerle can bulan bir kıvama bürüdü. İnsanı ise ruh ve maddeden müteşekkil yarattı. Kendi şan ve azametini hatırlatan en üstün örnek kıldı. Hz. Âdem (as) O’nun isimlerini taşıyıcı olarak yaratıldı. İnsan, Hakk’ın esmâsının formu oldu. Bu sebeple Hakk’a işareti en yetkin varlık olan insanı tazim etti melekler.
Ruhun Menzilleri: Beden, Ev, Şehir
İçerik ve biçim birlikteliğinin, zâhir ve bâtın yapısının olmadığı bir hakikat düşünülemez. İslam, ibadet fikrini de zahir ve batın kategorilerinde inşa eden bir dindir. Ruhun ibadetini bedenle, toplumun ibadetini mâbedle organize eder. Ruh-madde, niyet-amel birlikteliğini ibadet temelinde gerçekleştirmenin en uygun formu budur. Çünkü insan dikey bir varlık olarak, Allah karşısında kuldur. Yatay bir varlık olarak da hemcinsleri ile cemaat ya da ümmettir. Yeryüzü ile gökyüzü, fert ve cemiyet arasındadır. Fert ve cemiyet birlikteliğini gerçekleştirmenin en uygun yolu da mâbed inşa etmektir. Yeryüzü ile gökyüzü arasında kurulan bu bağın temessül ettiği zemin olarak mâbed, İslamî hayatın canlılık merkezidir. İslam, dini öğrenme, anlama ve yaşamayı mâbed merkezli organize eden bir dindir.
İnsanın varlık serüveninde ilk beşerî inşâ evdir. İlahî emirle kurulan ilk beşerî bina ise mâbed olmuştur. Nitekim Kur’an “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev -mâbed- Mekke’deki Kâbe’dir.”[1] vurgusunu yapar. Mâbed, sıklıkla insanın barınma yeri olan ev kavramıyla tanımlanmıştır. İbadet merkezinin Kur’an’da sıklıkla beyt[2] olarak da geçmesi ve Kâbe’nin ka‘b kökünden gelerek“küp şeklinde nesne” anlamına gelmesi, dört ciheti olan bir binanın yani evin varlık öykümüzde önemini vurgular. Bu hakikat, insanın mekânlanma ile kemal bulan bir varlık olduğuna işaret etmektedir. Nitekim insanî hakikatin ilk nüvesi olan ruhun ilk mekanlandığı yer beden, ruh-bedenden oluşan insanın mekânı ev, evlerden müteşekkil birlikteliğin mekânlandığı üçüncü mertebe ise şehirdir. Yani ruhun giyindiği elbiseler sırasıyla beden, ev ve şehir kalıplarıdır. Bâtındaki ruhun, zâhirdeki formları bunlardır. İnsan ancak bu formların teşekkülü altında yaşarsa yaratılış gayesi olan hedefe erişebilir. Yoksa bu organizasyonlarını tamamlamamış bir insan kemale ulaşamaz, hep eksik kalır. Bu sebeple İslam düşüncesinde amelî hikmet üç başlıkta ele alınmıştır. Bedenin yönetimi olan ahlak, evin yönetimi olan ev riyaseti ve şehrin yönetimi olan siyaset, bu üç varlık alanının tedbir edilmesi hakikatine işaret eder. İşte bu kavramsallaştırmada mâbed, ailenin yönetim organizasyonunun merkezine denk gelir. Sadece bir ferdin eş ve çocuklarından oluşan ailesinin değil tabi ki. Bir ümmetin fertlerinden müteşekkil olan ve dini bir bağ ile birbirlerine rabtolmuş cemiyet ailesinin de aynı zamanda.
Mâbed, cemiyetin evidir, beytidir. Mâbed mümin fertlerin her türlü maddî ve manevi korku ve dehşetlerden sığındıkları emniyetli bir üs gibidir. Doğarken mâbede getirilir bebekler. Ölüm insana uğradığında yine mâbedden uğurlanırlar ötelere. Mâbed, bir yaşam alanıdır. Ruhun soluklandığı, ferahladığı bir mekândır. Nitekim İslam şehri de aynı hedeflere yönelik kurulmuştur. İslam şehri mâbedi çevreleyerek, varlık ve oluş sınırlarını belirler, merkez-çevre ilişkilerini temellendirir ve bütünlüğü tamamlar. İlahî ve beşerî organizasyonu kemale ulaştırır.
Beden, ev/mâbed ve şehir alanları aynı zamanda İslamî önderlik (imamet) vasfının neşv u nema bulacağı mekânlardır. Mümin fertler, sırası ile bedenine, evine ve cemiyetine sözü geçen kişiler olmalıdır ki önderlik ve halife olma sırrı açığa çıkabilsin. Kendi ruhuna hükmü geçmeyen bir müminin başkalarına asla sözü tesir etmeyecektir. Nitekim Kuran’da Hz. İbrahim (as) ile ilgili bazı âyetler dinî önderliğe giden yolda bu üç alanı inşa etmenin tarifi olarak da okunabilir. Nitekim Allah, Hz. İbrahim (as) ve ailesine imamet vazifesini vermiş ve “Ben seni insanlara önder (imam) yapacağım, demişti. “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” dedi.”[3] şeklinde buna işaret etmişti. Bu önderlik vasfı, hakikati toplum düzeyinde ikame edici bir kuvvet sahibi olmaktan geçiyor belli ki. Hatta bu hedef için gerekli ilk vasıf zinde bir ruh sahibi olmaktır. Bu icracı ruh, emrindeki bedenini Hakk’a dönük işler yapan bir yere yani sâlih eylemlik alanına dönüştürecektir. Bu ruhun emrinde çalışacaktır kollar, bacaklar ve pazular. Bu ruh etkilenen değil etkileyen, belirlenen değil belirleyen, proje değil mimar olacaktır. Nitekim Hz. İbrahim (as) beden ve ruhuyla, tevhid toplumunu imar edecek potansiyeli taşımaktaydı. Mâbedi kurma görevi de bu vasıfları sebebiyle ona verildi. Çünkü denenmiş ve başarılı olmuştu Hz. İbrahim (as). Nitekim O’nun sınanması Kur’an’da “Ve hatırlayın o zamanı ki, Rabbi, İbrahim’i birtakım kelimelerle denemiş, o da onları tamamlayıp yerine getirince…”[4] şeklinde anlatılır. Dolayısı ile insanları tevhid ve adalet etrafında halkalamanın sırrı, sınanmış ve asla kaybolmamış bir heyecana, inandıkları konusunda tavizsiz bir hırçınlığa, devrimci bir inada ve dinamizmi küllenmeyen bir ruhî zindeliğe sahip olmaktır. Doğrunun hâkimiyetinde ısrar etmektir. Yani önce kendi beden memleketine Hakk’ın hükmünü taşıdı Hz. İbrahim (as). Sonra bu hükmü evine ve şehrine taşıyacaktı. Bu sebeple yapılması bizzat Allah tarafından istenen ve yeri hazırlanan (veya gösterilen)[5] Kâbe’yi bina etme emri O’na verildi. Çünkü Hz. İbrahim (as) de gönlünde Mekke’yi önce ailesine ev, sonra müminlere mâbed ve tevhid merkezli bir cemaate şehir yapacak bir program, bir gaye saklıyordu.“İbrahim de demişti ki: Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle.”[6] Demek ki Allah, gönlünde, zihninde böyle bir heyecan taşıyan fert ve topluluklara kendi nusretini ve egemenlik lütfunu bahşediyor. Emin ve faziletli bir şehir demek ki evvela yüreklerde kuruluyor. Hz. İbrahim (as)’ın ev, mâbed ve şehir inşa edici programı Bakara sûresi 124-132. ayetlerde en güzel şekilde anlatılmaktadır. Bu proje, mâbedi, emniyetli bir “harem” olarak merkeze koyan bir şehir imarı programı olarak da düşünülebilir. Nitekim mâbedi ve şehri inşa vazifesi de ona ve oğluna verilmişti. Böylelikle bâtındaki manayı zâhire taşıyacak, suretten manaya, birûndan derûna, yol yapacaktı. Bir medeniyet projesi tesis edecekti. Tevhide nişane olarak bu program kıyamete kadar baki kalacaktı. O tek başına bir ümmetti, çünkü ümmet olabilmenin potansiyel hakikatlerini, tohumunu yüreğinde taşıyordu.
Müminler Rasûllerin Vârisi, Mescidler Kâ’be’nin Şubeleridir.
Peygamberler mâbed inşa edici olarak gönderilmişlerdir. Âdem (as), İbrâhim (as), Dâvud (as), Süleymân (as) ve Fahr-i Kâinat Efendimiz hep mescidler imar ettiler. Âlemlerin Efendisi (sas) dedesi İbrahim (as)’ın varisiydi, inşacı, imar ediciydi. Kurduğu mescid de, dedesinin bina ettiği ilk beyt olan Kâbe’nin varisi olacaktı. Efendimizin imar ettiği mescidler Kur’an’da temizlenmek arzusu duyanları temizleyici ve temelleri takva üzerine kurulu olarak tanımlanmıştır.[7] Mescidler temizlenme yerleridir. Nitekim Hz. İbrahim (as), oğlu İsmail ve eşi Hacer’i getirdiğinde Mekke’ye önce su fışkırdı İsmail (as)’ın topuklarından, sonra baba oğul bina ettiler Kâ’be’yi. Demek ki bir şehre, maddî olarak hayat veren su, manevî olarak hayat veren ise mâbettir. Her ikisi de Allah’ın el-Hayy isminin bir yansıması gibidir. Hayat verdiği gibi temizlerler kirleri, arındırırlar müminleri. Rasûlullah (sas)’in mescidi de bu ilkesellik üzerine bina edilmiştir ve Kâbe’nin bir şubesidir. Nitekim diğer mescidler de Kâ’be’nin şubesi olmalıdır. Müminler Rasûllerin vârisi olarak, aynı niyetle ve aynı vasıfları kendilerinde taşıyarak mescidleri bina etmelidirler. O zaman mescidler Kâbe’nin, müminler Rasûllerin varisleri olabilirler. Nitekim Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman edip, namazı kılan, zekât veren ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayan ve çekinmeyen kimseler imar ederler.[8] O mescidler ki haremdirler, bütün varlıklar orada sükûnet içinde eman bulurlar.
“Mekke İbrahim’in, Medine benim haremimdir.”
Hz. Peygamber Medine’ye varır varmaz, il iş olarak mescid imarına soyundu. “Her peygamberin haremi vardır. Benim haremim de Medine’dir”[9] buyurdu ve kuracağı şehrin adı Medine, mescidinin adı ise Peygamberin Mescidi (Mescid-i Nebevî) koyuldu. Aynı Ka’be gibi bir ilkesellik üzere bina etti bu mescidi. Mekke için geçerli olan yasakları Medine’si için de geçerli kıldı.[10] Daha kendisinin ikamet edeceği bir mekânı bile yokken, 12 Rebîülevvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine’ye girdiğinde ilk iş olarak mescidi önceledi. Öyle bir yol izledi ki binayı kurarken, tıpkı dedesi İbrahim (as)’a Ka’be’nin yerinin bildirildiği gibi, Rasûlullah (sas)de devesi Kasvâ’ya bıraktı mescidinin konumunu belirlemeyi.[11] Çünkü Kasvâ’nın yuları ilahî teyid ile çekiliyordu ve ilahî takdir ile çökecekti mescidin temellerine. O anlarda Rasûlullah (sas)’ın dilinde “Rabbim! Beni mübarek bir menzile kondur. Şüphesiz konaklatanların en hayırlısı sensin.”[12] duası tekrarlanıyordu.[13]Yer belli olunca Rasûlullah (sas) Sehl ve Süheyl adlarında yetim kardeşlere ait olan bu arsayı sahiplerinden 10 dinar karşılığında satın aldı.[14] Artık büyük imar programına başlanabilirdi.
Mescid-i Nebevî hicret şehri olan Medine’nin dini merkezi olacaktı. Hz.Peygamber dedesi İbrahim (as) gibi taş taşıdı ve yapımında bizzat çalıştı. İlk taşı yine O (sas) koyacaktı temele. Mâbed imarında yardımcı olarak İbrahim (as)’ın İsmail’i vardı, Allah Rasûlü’nün ise Talk b. Ali’si, Ammâr b. Yâsir’i ve sahabîleri. Düşünün ki asıl mesleği kalplerden bir bina kurmak olan Hz. Peygamber (sas) ilk iş olarak sahabîlerini bir mescid yapımında toplamış ve bu vesileyle kalplerini birbirine kaynaştırıyordu. Yaptıkları duvar gibi kalpleri de sağlamlaştıracak bir inşaya girişmişlerdi. Bu inşa esnasında sahabîler, bir yandan da Rasûl-i Ekrem’in güzel sözleri ve şiirleriyle teşvik ediliyorlardı.[15] Ensar ve muhacir birbirlerine yakınlaşıyor, kaynaşıyorlardı. Rasûlullah (sas)’ın şiir ve sözleri harç, Ensar ve muhacirlerin kalpleri de tuğla olmuştu. Sadece mescidin duvarını değil, sanki tevhid duvarını da yükseltiyorlardı.
Mescid-i Nebevî aynı zamanda âlemlerin sultanının hicretten sonraki ömrünü geçirdiği eviydi. Ev/mâbed projesinin bir numunesiydi. Bu evin/mâbedin imamı Allah’ın Rasûlüydü. Bu mescid pek çok dinî, içtimaî, siyasî ve kültürel hadiseye sahne oldu. Dine dair bildiğimiz birçok şey orada görüldü, öğrenildi, yaşanıldı ve bizlere aktarıldı. Aslında Mescid-i Nebevî, bir ibadet yeri olmanın ötesinde bir harem olarak görülmelidir. Bir emniyet alanı. Öncelikle can emniyetinin sağlandığı bir mekândı. Oraya gelen güvenliğe kavuşurdu. Fakat bizler için bundan daha önemlisi olan emniyet, oranın aynı zamanda ashab-ı suffenin konağı olmasıdır. Yani bu mescid, Allah’ın elçisinden dini öğrenmek için bütün vaktini ayıran sahabîlerin mekânıydı. Bizler için dini sahih bir şekilde öğrenmenin imkânı Mescid-i Nebevî’de bu sahabîlerin konaklamış olmasıyla gerçekleşmiştir. Burada yetişmiş sahabîler dinin bize sahih bir şekilde ulaşmasının güvencesiydi. Her gün gözleri ve gönülleri ile Allah Rasûlünü (sas) süzen o sahabîler, Âlemlerin Efendisini (sas) anlattılar ömürleri boyunca. Mescid-i Nebevî’de geçen o saadet günlerini söyleşti dilleri. Söz uçtu, bizim kulağımız müşteri oldu o sözlere. Söz girdi gönüllerimize ve orada yatan aşk ve muhabbet ateşimizi hararetlendirdi de O sultanın müşahedesine olan arzumuz alevlendi. Mescid-i Nebevî, Rasûlün suffasının sığınağı, ilmin beşiği, İslam’ın ilk üniversitesi oldu. Bütün bildiklerimizin kaynağı, çağlar öncesinden gelen aydınlığın odağı, vahyin en çok geldiği mekân oldu bu mescid. Burada Efendimizce başlatılan eğitim ve öğretim faaliyetleri, tarih boyunca bütün İslâm dünyası için ilim merkezi modeli olarak kullanılageldi. Mescid-i Nebevî‘deki bu faaliyetlerin belirleyici vasfı,-maalesef bugünlerde çözülmüş olan- ibadet ve ilim birlikteliğinin bağının çok sıkı atılması, akılla gönlü birbirine düğümlemesiydi.
Bütün içeriğiyle o peygamber şehri şimdi de çağımızın ve kalplerimizin en büyük tutkusudur. Takva üzere kurulan mescid sahibi ordadır. Gölgesi oraya düştü iki cihan serverinin. Ka’be’nin makam-ı İbrahim (as) olması gibi Medine’de Makam-ı Muhammed Mustafa (sas) değil midir? Peygamberimizin Ravzası oradadır. “Evimle minberim arasında cennet bahçelerinden bir bahçe vardır ve minberim de Havz üzerindedir”[16]buyurduğu,madde içinde manalar saklayan mekân oradadır. Bize verilen öğüt arif olanlar için bu hadiste şifrelenmiştir adeta. Demek ki ev ile minber arasında cennet bahçelerinden bir bahçe vardır ve minber kevser havuzu üzeredir. Biz müminler için ne güzel bir cennet güzergâhı tarifidir bu. Peygamber örnekliği işte böyle bir şey. Bizim de evimiz ve mescidimiz arası değil mi cennetimiz? Demek ki evden mâbede giden yolda aranmalıdır cennet. Minbere gelince, o Efendimizin (sas) makamı belli ki. Laf dinlemenin doyuruculuğuna işaret ediyor. Bizim minberimiz yok. Peki, bizim makamımız,başımızı secdeye koyduğumuz yer değil mi? O zaman bize kevser pınarlarının fışkıracağı havz seccadelerimiz değil midir?Hele Rasûl-i Ekrem’in (sas) Mescid-i Nebevî’de ramazanın son on gününde itikâfa girmesi yok mu? Evden de hicret edip, mescidin cennetinde kuş olup uçmak. Ne güzel bir öğretmenin mektebidir burası. Her işareti bizlere cennet yollarını açıyor, gösteriyor.
Hz. Peygamber (sas)’de zuhur eden bütün vasıflar Mescid-i Nebevî’de bir teşkilata dönüşmüştü. Mescid-i Nebevî öyle bir mescid idi ki aynı zamanda Efendimizdeki önderlik ve imamet vasfı sebebiyle, istişare yapılan ve kararların alındığı bir meclis, ordu kumandanı olması sebebiyle askerî şura, öğretmenlik vasfı sebebiyle eğitim merkezi, kadılık özelliği sebebiyle adalet sarayı gibi görevler icra ediyordu. Rasûlullah (sas) gelen elçilerle burada görüşüyor, fakir ve yoksul sahabe ve dışarıdan gelen misafirler burada ağırlanıyordu. Mescid-i Nebevî, Rasûlullah (sas)’ın misafirhanesi ve yolcuların önüne açılmış peygamber sofrası idi. Devletin hazinesi burada idi. Zekâtlar buraya toplanır, buradan dağıtılırdı. Kısacası bu mescidin adı, Peygamberin mescidi idi ve O’nda zuhur eden her bir nebevî vasıf burada bir teşkilata dönüşmüştü. Müminler hayatlarını peygamber ve mescid merkezli kurmuşlardı. İbrahimî proje olan beden, ev/mâbed ve şehir inşa edici program yeniden vücuda gelmiş, Rasûlullah (sas)’in önderliğinde Medine’de yeni bir dünya kurulmuştu. Mescidde O’nun hutbelerini dinlemek için çoluk çocuk, ailecek müminler, sarıyorlardı etrafını iki cihan serverinin. Zaman zaman da Rasûl-iEkrem (sas) münâdîler çıkarmak suretiyle mescidinde topluyordu sahabesini etrafına. Kucaklıyordu o büyük insanlık ailesini, ümmetini.
İşte bu mesciddir Hakk buyruğunun yeryüzünde mekânlaştığı, mimariye dönüştüğü yer. Gezmek için değil, bütün bu anlattıklarımızı görüp tedris etmek ve ibadet için yolculuk yapılmaya değer olan üç mescidden biri olan Muhammed Mustafa (sas)’in Mescidi.[17]Ve o ziyareti gerçekleştiren herkesin defterine not aldığı üç başlık: İnşa edici bir ruh, takva üzere kurulu mescid ve peygemberî şehir. Şimdi İbrahim (as)’dan Muhammed (sas)’e uzanan bir proje duruyor önümüzde. Çağırıyor bizi mâbedin imarından insanın inşasına…
[2]Beyt (el-Bakara 2/125, 127, 158; Âl-i İmrân 3/96, 97; el-Enfâl 8/35; el-Hac 22/26; Kureyş 106/3), Beytullah, el-Beytü’l-atîk (el-Hac 22/29, 33), el-Beytü’l-harâm (el-Mâide 5/2, 97), el-Beytü’l-muharrem (İbrâhîm 14/37), el-Beytü’l-ma‘mûr (et-Tûr 52/4).
[7]et-Tevbe, 9/108. Rivayetlere göre takva üzere kurulan mescid olarak âyette bahsi geçen Kuba mescidi veya Mescid-i Nebî’dir. bkz.Müsned, III, 91; Müslim, “Hac”, 514; Belâzürî, Fütûhu’l-Büldân, s. 4; Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, XI, 26-28. İbnKesîr, Mescid-i Nebevî’ninâyette sözü edilen sıfata daha lâyık olduğunu belirtir. bkz. el-Bidâye, III, 218.
Yeni yorum ekle