Mûcize kelimesi “acz” kökünden ve if’al vezninden ism-i fail olup, bu kelimenin manası, “insanı aciz bırakan iş” demektir.[1] Kur’an-ı Kerim’de “acz” kökünden gelen çeşitli fiil ve sıfat kalıpları ile birçok kullanımı olmasına rağmen, “mûcize” kelimesi bilinen anlamı ile hiç geçmemektedir. Yine hadislerin Arapça metinlerinde de “mûcize” kelimesine rastlayamıyoruz. Bu kelimenin İslam ilim tarihinde ilk kullanılmaya başlandığı dönemi, bazı araştırmacılar Hicri 4. yüzyıl olarak gösterirler.[2] Öyleyse bugün gerek Kur’an meallerinde, gerek hadis tercümelerinde “mûcize” diye okuduğumuz yüzlerce ifadenin aslı hangi kelimedir? Bu sorunun cevabını bulmak için Kur’an ve hadislere müracaat ettiğimizde; “âyet” ya da çoğul olarak âyât, beyyine, burhan, sultan, hak veya furkan” kelimelerinin kullanıldığını görmekteyiz. Bugün mûcize dendiği zaman ilk akla gelen, Hz. Salih’in dişi devesi[3], Hz. Musa’nın asası ve bembeyaz eli[4], Hz. İsa’nın gösterdiği nice olağanüstü işleri[5] ve diğer birçok peygamberin harikulade hadiseleri Kur’an içerisinde hep “âyet veya âyât” şeklinde ifade bulmaktadır.
Sözlük anlamı “insanı aciz bırakan iş” olarak beyan edilen mûcize kelimesinin genel manada tarifi ise şöyle yapılır: “Peygamberlerin nübüvvetlerinin doğruluğunu teyit etmek için Allah tarafından elçilerine bahşedilen harikulade (olağanüstü) işlere mûcize denir.[6]” Bu tarif gereği mûcize dendiği zaman akıllara hemen âdet üstü, olağan dışı ve harikulade işler gelmektedir. Ama bugün bizim için artık sıradanlaşan, her gün gördüğümüz için alıştığımız nice şeyler de, bir beşer olarak bizleri aciz bırakmaktadır. Eğer etrafımızda binlerce şey karşısında böyle aciz kalıyorsak, yine bir beşer olarak bunların en küçüğünü bile ortaya koymamız imkân sahasında değilse, demek ki, bizler binlerce mûcizenin ortasında bir hayat sürmekteyiz.
Eğer Kur’an’ın ilk ve önemli mesajı olan “ikra/oku” emrine uyup etrafımızdaki enfüsî ve afakî ayetleri okuyabilirsek; her birinin birer mûcize olduğunu ikrar etmez miyiz? Başta nefislerimiz olmak üzere, etrafımızdaki binlerce şey, üzerinde tefekkür ettiğimiz zaman bizleri aciz bırakıp; “Sübhanallah” dedirtecek boyutta birer mûcize değil midir? İnsanın parmak uçlarında saklı olan özel kimlik kartından tutun, göz retinalarına; genetik haritasından, bünyesinde saklı binlerce hücresine; saç ve sakal tellerinden, tırnaklarına; bir damla su ile başlayan hayat yolculuğundan, anne karnındaki evrelerine; beynine kodlanan huduri bilgilerden, doğar doğmaz kendisine takdim edilen anne sütünün içeriğine ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz yüzlerce şey birer mûcize değil midir?
Ya kâinat kitabındaki mûcizeler? Sürekli genişleyen evrenden, semaların katmanlarına; güneşin, ayın, yıldızların yörüngelerinden, yeryüzünün çekim gücüne; denizler ve altlarında saklı binlerce bilinen ve bilinmeyen hayatlardan, gece ve gündüzün peşi sıra birbirlerini takip etmelerine; ağaç ve bitkilerden, adı bilinen-bilinmeyen binlerce canlıya; hepsi birer mûcize değil mi? Elbette bunların hepsi birer mûcizedir ve bunları doğru bir şekilde okuyarak, bu nimetleri kendilerine musahhar kılan otorite karşısında iki büklüm olup, O’nun yüceliğini, kendisinin ise acziyetini itiraf edecek kullar beklemektedir.
Hâl böyle olmasına rağmen yine de insan artık her gün gördüğü için alıştığı, kendisi için sıradanlaşan bu şeylerle değil, âdet üstü bazı olaylarla tatmin olmak istemekte, daha açık işaretleri müşahede etme arzusuna girmektedir. İnsanın böyle bir beklenti içerisinde olduğunu elbette bilen Rabbimiz, işte bunun için, tarifi mümkün olmayan rahmetinin bir gereği olarak insana, harikulade sayılabilecek bazı açık işaretler taşıyan mûcizelerini, elçilerinin aracılığı ile göndermiştir.
Rabbimiz gönderdiği bu mûcizeleri peygamberlerinin eliyle, ilahî mesaja muhatap olan belli topluluklara ulaştırırken, bunlar amaçsız ve gayesiz bir şekilde değil, belli bir amaç doğrultusunda ortaya çıkmaktadır. Yani hiçbir mûcize amaçsız değildir; her birinin gündeme gelmesinin alt bir zemini vardır. Bu gözle mûcizelere baktığımızda, Rabbimizin mûcizeleri göndermesinin üç temel amacının olduğunu görürüz. Bunlardan ilki; hidayet vesilesi olması içindir. İkincisi; ‘helâk’a meşru bir sebep olması için, yani itiraz kapılarını tamamen kapatmak içindir. Üçüncüsü ise; elçilere ve onlara iman edenlere birnusret/yardım olması içindir.[7] İşte bu üç temel amaçtan dolayı Rabbimiz gönderdiği elçilere ilahî bir ikram olsun diye çeşitli mucizeler bahşetmiştir.
Peki, bu ikram-ı ilahiyeler idrak edilmeleri itibari ile hep aynı nitelikte midir? Elbette ki hayır! Birçok kelam âlimimiz bu yönü ile de mucizeleri üçe ayırır. Onlara göre bu ilahî ikramlar; bazen hissi olabilir; yaşanan zaman ve mekân ile sınırlı kalabilir. Bazen haberi olabilir; yakın ve uzak gelecekte olacak bazı hadiselerin nasıl gerçekleşeceği yönünde bilgiler içerebilir. Bazen de aklî olabilir; buna bilgi mucizesi de denir; zaman ve mekân üstü bir muhteva taşıyabilir; ilk gün mûcize olduğu gibi, son güne kadar da mûcize olma özelliğini devam ettirir.[8]
Peygamberlik silsilesinin son halkası olan Efendimizin (sas) hayatında bu üç mûcize çeşidine de rastlamak mümkündür; ama O’na (sas) bahşedilen en büyük mûcize, hatta diğer birçok şeyi gölgede bırakıp tek ve tartışılmaz bir hâl alacak olan mûcize, elbette Kur’an’dan başka bir şey değildir.
İlahî vahyin, Allah Rasûlü’ne verilmiş en büyük mûcize olduğuna herhalde hiç kimsenin bir itirazı olmayacaktır. Ama bu noktada şu soruyu sorma hakkımız vardır: “Kur’an’ı en büyük mûcize kılan özellik nedir?” Bu soru çok önemlidir ve doğru cevaplar bulmamız, bize ilahî kelamın değer ve kıymetini öğretecek niteliktedir. Bu soruya cevap bulma amacı ile Kur’an üzerinde biraz gayret gösterdiğimiz zaman görürüz ki; Kur’an’ın bir değil, binlerce mûcizesi vardır.
Mesela; 23 yıllık bir zaman diliminde tedricen inmesine rağmen içerisinde hiçbir çelişkinin olmaması, lafız-mana dengesinin insanı hayretler içerisinde bırakacak boyutta olması, mesajları ile toplumun her kesimine hitap edebilmesi, akılları ikna ederken yürekleri de tatmin etmesi, belli bir zamana ve belli muhataplara konuşmasına rağmen evrenselliğini muhafaza edebilmesi, nazım, nağme ve tenasübü ile işitenleri âdeta büyülemesi, korunmuşluğu, eşsiz belagat ve fesahati, söz sultanlarına söz söylemeyi bıraktıracak kadar sözü yerinde ve güzel kullanabilmesi onun mûcizelerinden sadece birkaçıdır. Bu sayılanların yanında Kur’an’ın en büyük mûcizelerinden biri de hiç şüphesiz inşâ ettiği ilk ve örnek nesil olan sahabedir. Dolayısı ile sahabe, Efendimizin (sas) Kur’an’ın elmas kılıcı ile oluşturduğu mûcize bir nesildir.
Sahabenin nasıl mûcizevî bir nesil olduğunu bize, Fıkıh usulü sahasında kaleme aldığı “En-vârü’l-burûk fî envâi’l-furûk” adlı eseri ile haklı bir otorite kazanan Maliki Fakihi el-Karâfî (ö. 684/1285) şöyle belirtir:
Yani;“Bazı usul âlimleri derler ki: Eğer Efendimizin nübüvvetinin delili olarak sahabe neslinden başka hiçbir şey ortada olmasaydı, sahabenin varlığı bile tek başına buna delil olmak için yeterdi.” [9]
Görüldüğü gibi Karâfî’nin bu sözü, bize sahabe neslinin nasıl mûcizevî bir nesil olduğu gerçeğini duyurmaktadır. Bundan dolayı şu iddiayı rahatlıkla dile getirebiliriz: “Nübüvvetin en büyük mûcizesi Kur’an; Kur’an’ın en büyük mûcizelerinden biri de sahabe neslidir.”
Peki, böyle bir iddianın bizim dünyamıza bakan bir yönü var mıdır? Sahabenin mûcize bir nesil olduğunu söylemek, bugünün dünyasında bize nasıl bir fayda sağlayacaktır? İşte asıl cevabını bulmamız gereken sorular bunlardır ve bu sorulara bulacağımız cevaplar, zihin dünyamızı aydınlatacak ve bize birçok açıdan olumlu katkılar kazandıracaktır.
Şu temel hakikat unutulmamalıdır ki, sahabenin mûcizevî bir nesil olması Kur’an sayesinde olmuştur. Efendimiz (sas) cahiliyenin zifiri karanlığını vahyin nuru ile aydınlatmış, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar insanlığını unutmuş bir topluluktan, karıncayı incitmemeyi düşünen bir nesil ortaya çıkarmıştır. Onları ortaya çıkaran, bu düzeyde övülen ve gıpta ile bakılan bir seviyeye ulaştıran, tek ve en önemli kaynak, hiç şüphesiz Kur’an olmuştur. Dolayısı ile Kur’an, içerisinde muhataplarını değiştiren ve geliştiren büyük bir potansiyel taşımaktadır. İşte bugün Kur’an’ın dostlarından daha fazla, onun düşmanlarının farkında olduğu bir gerçek olan bu potansiyel, tüm canlılığı ile hâlen varlığını devam ettirmektedir. Dünya istikbarını korkutan ve endişeye düşüren de bu değil midir?
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin tamamını dikkate aldığımızda, askerî, ekonomik, siyasî ve teknolojik sahada egemen güçleri rahatsız edecek boyutta bir potansiyele ciddi oranda sahip olunmamasına rağmen, yine de baş düşman olarak İslam’ın görülmesi başka ne ile izah edilebilir ki? Onlar bizden, bizlerin nüfus itibari ile çokluğumuzdan, ya da halkı Müslüman olan ülkelerin yerüstü ve yeraltı kaynaklarının fazla olmasından ziyade, elimizde olmasına rağmen farkına varamadığımız Kur’an’ın bu muhteşem potansiyelinden korkuyorlar. Onlar çok iyi biliyorlar ki; tarihte bir kez olan, bir daha olur. Eğer tarih eşkıyadan sahabe, katilden veli, nesneden özne olan bir topluluğun Kur’an’ın elmas kılıcı ile ortaya çıktığını yazmışsa ve 1400 yıldır hâlen yazmaya da devam ediyorsa, onların İslam’dan korkmalarını fazla da yadırgamamak gerekiyor.
Onların bu korkuları bir tarafa, bize düşen görev bu büyük sermayenin farkına varıp yeniden mûcizevî nesiller olmak ve böyle nesillerin ortaya çıkmasını sağlamak adına gerekli gayretleri göstermektir.
Ancak böyle bir gayret bizi dünyada izzete, âhirette ise cennete taşıyacaktır.
[1] İbn Faris, Mucemu Mekayis fi’l-Lûğa, s. 738-739.
[2] Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslam Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351.
[3] Araf Sûresi, 7/73.
[4] Araf Sûresi, 7/106-108; Hud Sûresi, 11/96; Kasas Sûresi, 28/31-32, 35.
[5] Alî İmran Sûresi, 3/49-50.
[6] Bâkıllanî, İ’câzü’l-Kur’an, s.216; Zerkanî, Menahilü’l-İrfan, c.1, s.66.
[7] Halil İbrahim Bulut, Mûcize, TDV, İslam Ansiklopedisi, c. 30, s. 350-351.
[8] A.g.e. s.350-352.
[9] Karâfî, el-Furûk, c.4, s.1305.
Yeni yorum ekle