Nübüvvet öncesi Araplarda, o günkü adı ile Yesrib'de, Roma'da ve devrin diğer bir gücü olan Sasaniler’de, çeşitli takvimler kullanılıyordu. Onlardan bazıları Şemsî/Güneş takvimini, bazıları ise Kamerî/Ay takvimini esas alıyorlardı. Siyer’in kalbi sayılan Mekke'de ise hem Şemsî ve hem Kamerî takvim kullanılıyordu ama daha fazla Kamerî takvim yaygındı. Hz. İbrahim'den beri uygulanan Hac ekseninde, insanlar Kamerî takvimi esas alıyor, Muharrem ayından takvimi başlatarak, takvimin 12. ve son ayı olan Zilhicce ile seneyi noktalıyorlardı. Böylelikle Cahiliye Arapları yıllarının son ayını Hacda geçiriyor, senenin perdesini öylece kapatıyorlardı. Eksende Hac olduğu için, Hac yolculuklarının emin bir şekilde yapılmasını sağlamak amacı ile Zilkade, Zilhicce ve Muharrem, yani takvimin 11, 12 ve 1. ayları Haram ay olarak isimlendiriliyor, o aylara hürmet gösteriliyor, asla savaş yapılmıyor, kişi babasının katilini görse çekip kılıcını kınından çıkarmıyordu. Hicazın tamamında bu varken, Mudar kabilelerinde, -Mudar biliyorsunuz, Efendimiz'in (s.a.s)18. kuşakta dedesidir- o kabilelerin tamamında ise, takvimin 7. ayı olan Recep ayı da haram ay olarak görülüyordu. Zaten Receb-i Mudar diye bilinir ve hürmet edilirdi.
Efendimiz'in (s.a.s) doğup, büyüdüğü o topraklarda, çok büyük bir mucize gerçekleşmişti; Yemen Kralı Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak için fillerle donatılmış büyük bir ordu ile Mekke'ye gelmiş, Rabbimiz evini korumak için Ebabil kuşlarını göndermiş ve orduyu yok etmişti. O güne kadar başka hadiseler üzerinden belirlenen takvimin miladı yani başlangıcı, o günden sonra Fil hadisesi ile tarihlendirilmeye başlanmıştı.
Nübüvvetin başlangıcından ta Hicretin 17. yılına kadar, 23 yıl Nübüvvet sürecinde, 2,5 yıl Hz. Ebû Bekir'in hilafetinde ve 4 yıl da Hz. Ömer'in hilafetinin ilk yıllarında yani takriben 26, 27 yıl boyunca Müslümanlar bazen Fil hadisesi, bazen Nübüvvet süreci, bazen de yaşadıkları topraklarda hakim olan takvim ne ise onun üzerinden bir takvimi esas alarak tarihlendirmelerde bulunuyorlardı.
Hz. Ömer Devri
Hz. Ömer devri çok mühim fetihlerin ve askeri faaliyetlerin olduğu bir dönemdir. Ancak, Hz. Ömer dönemi bunların yanında İslam devletinin bir sistem ve kurum olarak şekillendiği bir dönemdir de... İslam devleti coğrafya olarak genişlemeye başlayınca, o büyük insan birçok alanda, çok mühim adımlar atmış ve bir devlet sistemi oluşturmuştur. Bu sistemin oluşumunda bazı ilklere imza atmış, ilk kez onun vesilesi ile İslam tarihine giren birçok işi başlatmıştır.
Bugün bazı araştırmacıların tespitlerine göre, Hz. Ömer'in hilafet dönemindeki ‘ilk’leri 75 farklı alanda gerçekleşmiştir. Bunları belli bir tasnife tabi tutarsak, 4 ana başlıkta toparlayabiliriz:
* Dini alanlarda
* Askeri sahalarda
* Uluslararası ilişkilerde
* Devlet yönetiminde
Bu dört alana dair birkaç örnek vermek gerekirse, şunlar söylenebilir:
1. Dini alanlarda
- Teravih namazının cemaatle kılınması
- Cenaze namazlarında tekbir sayısının dört ile sınırlandırılması
- Makam-ı İbrahim'in şu anki yerine alınması
- Görevlendirmeler dışında Sahabe'ye seyahat yasağı getirilmesi
2. Askeri Sahalarda
- Düzenli orduların oluşturulması ve tüm askeri teçhizatın kayıt altına alınması
- Askerlerin evlerinden dört aydan fazla kalmamalarının sağlaması
- Askeri karargâhların çok sistemli ve düzenli şekilde tesis edilmesi
3. Uluslararası İlişkilerde
- Yahudilerin tamamının Hicaz'dan çıkarılması
- Zimmilere ait hukukun düzenlenmesi
- Ehli Kitab'ın tüm kutsallarının korunması
- İhtiyaç halinde olan Ehli Kitab'ın mensuplarına Beytü'l-Mal'den maaş bağlanması
4. Devlet Yönetiminde
- Şehircilik alanında ciddi adımların atılması
- Düzenli olarak nüfus sayımlarının yapılması
- İslam Devleti’nin yüzölçümlerinin ortaya çıkarılması
- Divanlar oluşturup, devlete ait ne varsa kayıt altına alınması
- Valilerle senelik kongreler düzenlenmesi ve Mina gecelerinin böyle değerlendirilmesi
- Valilere uymak zorunda oldukları kurallar koyulması
- İlk kez Hicri takvimin resmi takvim olarak belirlenmesi
Hz. Ömer’in Takvim Hassasiyeti
Tarihlerin Hicri 17'ye geldiği bir zamanda, İslam toplumu takvime daha fazla ihtiyaç duyar. Çünkü her şey kayıt altına alınacak, her şey tarihleri ile kayıt edilecekti. İşte o günlerde bazı görevliler Hz. Ömer'e soruyor: "Ey Emire'l-Müminin! Kayıt işlemlerini hangi takvime göre yapalım!" Hz. Ömer bir şey demeyince, bazıları bazı takvimler öneriyor. Sasanilerin ve Roma'nın kullandığı takvimleri... Bir anda hiddetleniyor Hz. Ömer ve diyor ki: “Vallahi! Müslümanların işlerine gayri Müslimlerin takvimini bulaştırmam.”
Neden bu sert tepki? Mesele sadece bir tarihlendirme falan değil, altında çok önemli mesajlar var… İşte bundan dolayı Hz. Ömer: “Müslümanların işlerine gayri Müslimlerin takvimini bulaştırmam” diyerek, bu konuda başka adımların atılmasını ister…
“O zaman kendimize ait bir takvim oluşturalım.” teklifi gündeme gelir. Bu konuda fikir birliği sağlanınca bu sefer Hz. Ömer, Sahabenin ileri gelenlerinden, takvim başlangıcının ne olması gerektiği konusunda fikirlerini beyan etmelerini talep eder. Orada bulunanlar çeşitli olayları ileri sürerek takvimin bidayeti için bu olaylardan herhangi birinin seçilmesini isterler. Kimi Efendimiz’in (s.a.s) doğum gününü, kimi Nübüvvetin başlangıcını, kimi Allah Rasûlü’ne verilmiş en büyük mucize olan İsra ve Mirac’ın yaşandığı tarihi, kimi iman ile inkârın ilk karşılaşması olan ve imanın galip gelip, küfrün belini kırdığı Bedir zaferinin tarihini takvimin bidayeti olarak seçilmesini teklif ederler.
İstişare heyetinin içerisinde bulunan Hz. Ali de görüşünü beyan eder. Hicretin anlam ve muhtevasını çok iyi kavrayan Hz. Ali İslam’ın, medeniyet olma sürecinin başlangıcının, hicret olduğunu ileri sürerek, bu olayın başlangıç olarak kabul edilmesini teklif eder. Hz. Ali 23 yıllık nübüvvet tarihinin her karesine en ince detayına kadar vakıf olan birisi olarak neden ille de hicret demiştir. Çünkü hicret, medeniyetin anasıdır. Her medeniyet; mukaddes bir göç olan hicret ile kurulur.
Hicret Nedir?
Hicret; teslimiyettir. Yüce değerler uğruna hiçbir şart koşmadan teslim olmaktır. Başa gelecek her türlü imtihana hazır olmak, en küçük hadiselere karşı oturup ağlamamak, iddia ettiği imanın ispatını yapmaktır. Hz. Ali gibi sorgusuz sualsiz ölmek için yatağa yatmaktır. Hacerî bir eda ile kulun Rabbine nasıl teslim olacağını göstermenin en önemli yoludur.
Hicret; samimiyettir. İnancının yolunda ne kadar samimi olduğunun bir imtihanıdır. Kolay günlerin değil, zor zamanların, varlığın değil yokluğun, ganimetin değil mücadelenin adamı olduğunu gösterebilmektir. Acaba deyip tereddüt göstermeden emre uyup yola çıkabilmenin işaretidir. Bu yolda başa gelebilecek her şeye rıza gösterip, arkaya bakmadan yürüyebilmektir.
Hicret; fedakârlıktır. Malik olduğu tüm imkânları varlığını borçlu olduğu otoritenin yoluna adayabilmektir. Dünya adına kazandığı neyi varsa bir anda elinin tersi ile itebilmektir. Malı, mülkü, itibarı, toplumsal kariyeri, eşi, aşı, çocukları yani her şeyi arkasında bırakıp koşa koşa Peygamberî emre iştirak edebilmektir.
Hicret; kardeşliktir. Fedakârca ellerindeki tüm imkânları inançları uğruna harcayıp gelen insanlara kucak açmaktır. Tarihin şimdiye kadar ne görüp, ne yazdığı yepyeni bir kardeşlik destanı yazabilmektir. Elinde avucunda her neyi varsa kardeş bildiği iman refiki ile paylaşabilmektir. Sözle değil, fiil ile bu kardeşliği tesis edebilmektir. Ensar olup Vahyin dilinde övülmeyi hak etmektir.
Hicret; zaferdir. Öz yurdundan mahzun, gözü yaşlı olarak ayrılsa da bir zafer havası ile çıkabilmektir. Hz. Ömer gibi: “İşte ben gidiyorum, annesini çocuksuz, hanımını dul, evladını babasız bırakmak isteyen varsa peşimden gelsin.” diyebilmektir. Birilerinin gözünde kaçış olarak algılansa da sonucu mutlak zafer olan bir kutsî yolculuktur. En zorlu bir zamanda dahi mensup olduğu İslam’ın izzet ve şerefini düşünüp, onu düşmanlarına karşı yiğitçe savunabilmektir.
Hicret; medeniyettir. Önce Yesrib’i Medine yapmak, sonra oradan tüm dünyaya medeniyeti yaymaktır. Hukuklu bir yaşam düzlemi oluşturarak mutlak adaletin tesis edilmesini sağlamaktır. Medenî olunmadan Medine’ye sahip olunmayacağını, Medine olmadan da medeniyet kurulamayacağını âleme göstermektir.
Ve Hicret bir ihya ve inşa hareketidir. İhya dirilmek; inşa tesis etmektir. Yaşadığı toplumu uyandırmak, karşılarında duran iman yangınından haberdar etmek, ‘durun kalabalıklar, yürüdüğünüz yol çıkmaz sokak’ deyip uyarmak, üzerlerine atılan ölü toprağı kaldırmaktır. İnşa ise, tesis etmek, kurmak, ihtiyaca göre bazı adımları atabilmektir. İhyanın ve inşanın olduğu yerde Medine olur, Medine'nin olduğu yerde Medeniyet olur.
İşte tam bu noktada üzerinde durmamız gereken bir husus var. Bir medeniyet hangi temel esaslar üzerine yükselir? Bu soruya verilecek cevap şudur: Bir düşüncenin, davanın, medeniyete dönüşebilmesi için üç temel esas üzerine yükselmesi gereklidir.
1. İlim ve fikir
2. Duygu ve amel
3. Görüş ve değer
1. İlim ve fikir:
İlim ve fikir, aslında marifet ufkudur. Bu olmazsa medeniyet temeli atılmaz. Aslında inen ilk ayetler olan Âlak Sûresi'nin 5 ayeti, bunu inşa etmiyor muydu? İlim ve fikir aslında akıl dünyasının ihya ve inşasıdır.
2. Duygu ve amel:
Duygu ve amel, aslında muhabbet ufkudur. Muhabbetsiz ve tabi ki merhametsiz hiçbir medeniyet inşa edilemez, edildiği iddia edilse bile asla uzun süreli devam edemez. Duygu ve amel aslında kalp dünyasının ihya ve inşasıdır.
3. Görüş ve değer:
Görüş ve değer, aslında feraset ve basiret ufkudur. Feraset görüşün/bakışın genişliliği, basiret ise derinliğidir. Müminin kendine has bir dünya görüşü ve dünyasında Kur'an'dan, Sünnet'ten kaynaklanan bir değerler sıralaması vardır. Mesela, birileri dünyayı elde etmek için dünyalarını feda ederler, mümin bütün dünyayı ve içindeki her şeyi iki rekât sabah namazının sünnetine değişmez. Çünkü onun değerler listesini nübüvvet medresesinden esen meltemler oluşturmuştur. Görüş ve değer bir yönü ile aslında ruh dünyasının ihya ve inşasıdır.
Akıl, kalp ve ruh... Bunların ihya ve inşası; ortaya çıkan netice...
İşte bunlar olunca bir dava ve bir düşünce, hak bir dava olacak, Medeniyet dediğimiz o güzellik böylece oluşacaktır. Unutmamamız gerekir ki, şu an yeryüzünün dört bir tarafı Yesribleşmiştir, yaşadığımız şu topraklar Yesrib gibidir, evlerimiz Yesrib gibidir. Yüreklerimiz Yesrib gibidir.
Hicretin ruhunu anladığımız zaman yapacağımız şey bellidir. Önce yüreklerimizi sonra hanelerimizi/evlerimizi Medine kılmak, sonra toplumumuzu, yaşadığımız bu memleketi Medineleştirmek, sonra dünyanın dört bir tarafına bu ruhu taşıyacak vesileleri zorlamaktır.
Rabbim bu ruhu bizlere hakkı ile kavrattırsın ve hakkı ile yaşamamızı nasip eylesin.
Yeni yorum ekle